Published on Marksist Tutum (https://en.marksist.net)

Home > Sınıf Temelinde Devrimci Çalışma

Sınıf Temelinde Devrimci Çalışma

Haziran 2006 - Haziran 2009

stdc_0.png

Devrimci kavramı aslında tarih boyunca farklı sınıf çıkarlarına göre farklı anlamlar yüklendi. Küçük-burjuva devrimciliği ile proleter devrimciliğin gerek çeşitli siyasal tutumlar gerekse örgütlenme anlayışları bakımından birbirlerinden kalın çizgilerle ayrıldıkları kesin. Marksist tutum, bu tür ayrılıkların üzerinin örtülmemesini ve farklı sınıfsal konumlardan kaynaklanan farklı devrim ve örgüt anlayışlarının birbirine karıştırılmamasını gerektiriyor. Küçük-burjuva devrimciliği işçi sınıfı içinde sabırlı ve planlı bir örgütsel çalışmaya gelemiyor. Dolayısıyla bu tür siyasi çevrelerin sınıf hareketini ilerletici taktikler üretebilmeleri ve sınıf temelinde devrimci bir kitle çalışması yürütebilmeleri mümkün değildir. Siyasi mücadelenin ve kitle çalışmasının genel mantığını ve tarzını son tahlilde küçük-burjuva devrimciliğinin oluşturduğu yapıların, devrimci işçi mücadelesinin gerektirdiği tipten bir parti örgütlenmesini yaratamayacağı açıktır. Bu sorunları doğru ve devrimci tarzda çözebilmek için sınıf temelli samimi bir inanca, buradan kaynaklanan bir mücadele anlayışına ve bakış açısına sahip olunması şart. Bunu başaracak olanların, ilkeli, azimli ve tutarlı bir şekilde sınıf içine gömülüp devrimci tarzda örgütlü bir siyasi mücadele yürütmeye çalışanlardan çıkabileceği bilinmeli. Bu kriterlere uymayanların ise, göğüslerine hangi etiketleri iliştirirlerse iliştirsinler, işçi sınıfının devrimci çizgisinin uzağına düşmeleri ve burjuva ya da küçük-burjuva sol siyasetlerin çekim alanlarına kapılmaları kaçınılmaz olacaktır.
  • Sen Yolunda Yürü
  • Kitle Örgütlerinde Devrimci Çalışma
  • Devrimci Propaganda ve Ajitasyon
  • Sınıf Dayanışması Mücadele İçinde Gelişir
  • Sendikal Mücadelede İlkeli Tutum

Kitabı basılı ya da e-kitap formatında edinmek için Bize Yazın bağlantısı aracılığıyla bizimle iletişime geçebilirsiniz


İşçi Sınıfı ve Mücadelesi
Devrimci Örgütlenme Sorunu
Marksizm Dışı Sol Eğilimler
Proleter Devrim
Share

Sen Yolunda Yürü!..

  • English

5315008-6306655-soldiers_during_the_second_anniversary_of_october_revolution_in_-m-117_1540295708526.jpg

ABD’de Bush döneminin kapanıp Obama döneminin açılmasıyla birlikte, kitleleri kandırmaya yönelik bir büyük oyun sahnelenmeye başlandı. Güya bugün yaşanmakta olan sıkıntılı günlerin ardından kapitalizm feraha çıkacak ve dünyaya bir barış ve iyileşme dönemi gelecekmiş! Böylece derin bir kriz içinde kıvranan kapitalizmin yarattığı ve daha da yaratacağı belâlar gözlerden gizlenmeye ve artık tam bir yalan imparatorluğuna dönüşmüş bulunan sistemin bekası sağlanmaya çalışılmaktadır. Dünyanın işçi emekçi kitleleri aslında sopa ile bastırılıp sindirilmek istenirken onlara sanki havuç sallarmış gibi yapmak, Obama başkanlığındaki kapitalist sistemin güncel taktiği haline gelmiştir. Bu taktik kitlelere, Obama’nın başkanlığı ile birlikte dünyanın artık yeni bir döneme girdiği propagandası eşliğinde dayatılıyor. İşin gerçeğini bilenler, aslında hiç de yeni bir döneme girilmediğinin ve kapitalizmin sistem krizinin zamanla daha da şiddetlenerek süreceğinin çok iyi farkındalar. Fakat bu gerçeklere rağmen, dünyanın bütün ülkelerinde sağlı sollu tüm burjuva partilerin ve tüm düzen güçlerinin, kapitalizmin çıkarları açısından kitleleri şu ya da bu yalanlarla oyalamaya çalışacakları açıktır. Bu durum, gerçekte nasıl bir tarihsel dönemden geçildiği konusundaki doğru ve devrimci yanıtların önemini misliyle arttırıyor. Ama kuşkusuz asıl gerekli olan, dünyayı yorumlamakla yetinmeyip onu değiştirmek üzere tutarlı ve sebatlı bir devrimci mücadele yürütebilmektir. Günümüzün temel sorunu budur. Ve bu sorun örgütlü mücadelenin önemini bir kez daha ortaya koyduğu gibi, örgütsel konularda isabetli ve net bir sınıf çizgisinin izlenmesi gereğini de yakıcı biçimde devrimcilerin önüne koymuş bulunuyor!

Kapitalist dünyanın gerçekleri

Dünyayı işçi-emekçi kitlelerin çıkarları doğrultusunda devrimci tarzda değiştirebilmek için, öncelikle somut koşulları Marksizm temelinde kapsamlı biçimde kavramak gerekiyor. Bu nedenle pek çok yazımızda, kapitalizmin derin krizinin ve bu krizin ürünü olan çeşitli sorunların üzerinde durmaya çalışıyoruz. Aslında bugünü kavrama çabamız, gelişmekte olan sistem krizinin işaretlerini çözümlediğimiz bir tarihsel dönemece doğru gerilere uzanıyor. Henüz daha Gorbaçov’un “Sovyetler Birliği” ayakta iken kaleme aldığımız bir çalışmanın girişinde, açılmakta olan süreci ve bu sürecin çatışmalı ve patlamalı karakterini şu şekilde ortaya koymuştuk: “Kapitalist blok ile sözümona sosyalist blok arasında II. Dünya Savaşının uzantısı olarak yaşanan soğuk savaş dönemi sona eriyor… Büyük altüstlüklere ve değişimlere gebe her tarihsel dönemeçte olduğu gibi, yaşadığımız bu tarihsel dönemeçte de, uzun yıllardan beri birikmiş ve derinleşmiş çelişkilerin şiddetli bunalımlarla dışa vurduğuna ve etkilerinin dünya ölçeğinde yaşandığına tanık olmaktayız ve daha da olacağız”. (Elif Çağlı, Marksizmin Işığında, Tarih Bilinci Yay.) Aradan geçen yıllar bu ve benzeri çözümlemeleri doğrularken, tam tersi yönde görüşlerle siyasi çizgi oluşturmaya çalışanları yalanladı. Hatırlanacaktır, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü dönemlerden başlayarak yükseltilen burjuva propagandalara, sosyalizmin artık tarihe karıştığı ve kapitalizmin bundan böyle bunalımsız ve barışçı bir küreselleşme dönemine girdiği şeklindeki argümanlar eşlik ediyordu. Aslında bu argümanlar, dönemin koşulları nedeniyle bir hayli rağbet gören ama özünde egemen sınıf ideolojisinin ardından sürüklenmekten başka bir “meziyete” sahip bulunmayan bilumum dönek, oportünist ve reformist solculuğun alâmeti farikalarıydı. Emperyalist-kapitalist sistemin özelliklerini kavrayamayan veya kavramak istemeyen tüm dar kafalılar ya da inkârcılar tam bir “barış” sarhoşluğuna sürüklenmişlerken, dünyanın çeşitli bölgelerini büyük güçler arasındaki hegemonya çekişmesinin ürünü olan sıcak savaşların alevleri sardı. Böylece, Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle birlikte bir “soğuk savaş” döneminin kapandığı ve dünyada yeni bir dönemin açıldığı yolundaki görüş doğrulanmış oluyordu. Fakat açılan bu “yeni dönem” kapitalizm açısından hiç de küresel bir refah ya da barış dönemi değil, tam tersine bir sıcak savaş, ekonomik çöküntü ve siyasal istikrarsızlık dönemi olacaktı. Günümüzde son derece aşikâr olan bir gerçeklik var. Kapitalist toplum pek çok emarenin ortaya koyduğu üzere büyük bir çıkmazla yüz yüze bulunuyor. Burjuvazinin “küresel ekonomi” diyerek o pek övündüğü ekonomik sistemi artık zayıf bir iç dinamiği ve giderek tarihsel bir tükenmişlik eğilimini gözler önüne seriyor. Kapitalist sistem uzun bir süredir içinden çıkılamayan ve bu nedenle de dünyanın tüm burjuva güçlerini aslında derinden derine tedirgin eden bir durgunluk içinde. Genel eğilim buyken, ara ara yaşanan sektörel canlanmalar geçici ve kısmi olgular olarak kalıyor. Bu tip yükselişlerin kapitalist sistemin bütünsel gidişatında anlamlı bir canlanma ve iyileşme yaratamadığı çok açık. Dünya ölçeğinde yaşanan bu kriz, kapitalist üretim tarzının Marksizm tarafından açıklığa kavuşturulan temel işleyiş yasalarının ürünüdür. Örneğin uzun süredir en başta gelişkin kapitalist ülkeleri pençesine almış bulunan inatçı resesyon ya da ortalama kâr hadlerindeki tarihsel düşüş eğilimi bu yasaların somut yansımalarıdır. Keza kapitalist sistem artık ekonomik canlanmaların kısa, gerileme ve durgunluk dönemlerinin ise uzun sürdüğü tipten bir tarihsel gidişat sergilemektedir. Uzun yıllar boyunca ekonomiye canlılık aşılamak için başvurulan kredi ve kamu harcamaları sistemi aşınmış ve eski etkinliğini yitirmiştir. Özetle geçmişte ekonomiyi iyileştirici faktörler olarak değerlendirilen mekanizmalar şimdilerde adeta yeni birer sorun kaynağına dönüşmüştür. Ve daha da önemlisi, kapitalizmin bunların yerine koyabileceği yeni iyileştirici mekanizmalar bulamamasıdır. Bu köhnemiş sistem bu saatten sonra önemli yenilikler ve atılımlar yaratma şansına sahip değildir. Esasen kapitalizmin emperyalist aşamasının tarihi, sistemin çok ciddi anlamda birikimli sorunlar ve büyük bunalımlar yaşadığı dönemlerde yeni bir canlanmanın ancak “önce yık-sonra yap” yöntemiyle sağlanabildiğini gözler önüne seriyor. Sadece bu “canlandırıcı” yöntemin niteliğini düşünmek bile, kapitalizmin kitlelerin çıkarları açısından ne denli mantıksız ve akıl dışı bir sistem olduğunu kavramaya yetecektir. Geçmişte ortalama kâr oranlarında sistem düzeyinde çok ürkütücü düşüşler yaşandığında, anlamlı bir yükseliş, ancak dünya savaşı olarak adlandırılan yaygın emperyalist paylaşım savaşlarını takiben sağlanabilmişti. Bu savaşların üretici güçler ve insan yaşamında yarattığı tahribatlar korkunçtu. Bu bakımdan, kapitalizme özgü “yık-yap” yöntemiyle sağlanan bir ekonomik canlanma aslında tarihsel açıdan pozitif bir değer taşımıyor. Dolayısıyla bugün yine kapitalizm temelinde “yık-yap” yöntemiyle sağlanacak yeni bir ekonomik canlanmaya bel bağlamak ve üstelik de kitlelerin bunu olağan karşılamasına hizmet etmek şeytanın avukatlığına soyunmak demektir. Ayrıca bir fizik yasası kadar kesin olan bir başka gerçeklik daha var. Kapitalist sistemin her bir büyük bunalım dönemi bir öncekine oranla daha yıkıcı seyrediyor. Ve devrimci mücadelenin zaafları nedeniyle kapitalizme yaşama şansı tanınıp böyle bir dönemi atlatması sağlandığında, sistem yeni bir bunalım dönemini olgunlaştırmaya koyuluyor. Bu yasa, bugün kapitalizmin yaşadığı üçüncü büyük krizin yaratacağı sonuçlar bakımından yeterince fikir vermektedir. Daha önceki sistem krizi döneminden kapitalist blokun tartışmasız hegemon gücü olarak çıkan ABD, şimdilerde giderek büyüyen ekonomik sorunlarla boğuşur haldedir. Sovyetler Birliği’nin çöküşünden sonra dünyada tek başına kalan bu süper gücün hegemon konumu eski dönemlere oranla ciddi sarsıntılar geçiriyor. Fakat yine de ABD, hâlâ ekonomik, politik ve askeri açılardan dünyanın en büyük gücü olmayı sürdürüyor. Dünyanın Avrupa Birliği, Rusya, Çin veya Japonya gibi diğer büyük güç merkezleri ABD ile çok yönlü ekonomik ilişkiler içinde olsalar da, onun hegemonya tahtına şu ya da bu ölçüde göz dikmektedirler. Zaten kapitalizm büyük güçler arasında yaşanan kıyasıya bir rekabet olmadan varlığını sürdüremez. Bu nedenle bu tekelci rekabet ve bu sayılan emperyalist güçler arasında buradan kaynaklanan çatışmalar eksik olmayacaktır. Ama henüz hiçbir başka güç ABD’nin tahtını kapacak kudrete sahip değildir. Bu durum günümüzde yaşanmakta olan sistem krizinin derinliğini ve şiddetini büsbütün yoğunlaştıran bir faktördür. Zira ne kapitalist sistemin mevcut hegemonu yaşanan bunalımdan kendisini ve dolayısıyla peşi sıra da diğer ülkeleri rahatça kurtarma gücüne sahiptir; ne de ufukta bunu başarabilecek güçte yeni bir hegemon belirmiştir. Bu somut koşullar nedeniyle ABD hegemon konumunu dünyaya esasen siyasi ve askeri oyunlar temelinde dayatmaya çalışıyor. Ve kaçınılmaz olarak da bu hamlelere yoğun bir ideolojik savaş eşlik ediyor. Bu ideolojik savaşın temel argümanlarının Bush döneminden Obama dönemine geçişte değişir gibi görünmesi kimseyi yanıltmamalıdır. Pek çok düzeyde gerilim ve çatışma olasılıklarıyla dolu günümüz dünyasında kapitalist sistemin süper gücünün genel stratejisi değişmemiştir. Yapılmaya çalışılan, çeşitli yeniden paylaşım bölgelerinde halkların yaşamını tehdit eden bir savaş makinesine dönüşmüş olan ABD’nin imajını değişik gösterebilmekten ve bu amaçla makyaj tazelemekten ibarettir. Bu olgu, kapitalist sistemin içinde bulunduğu gerçek durumu da ele veriyor. Bugün özelde ABD’nin veya genelde kapitalist sistemin siyasal iklimde yumuşama yönünde bir değişim sağlayacak, örneğin sisteme karşı mücadele sinyalleri veren kitleleri havuç taktiğiyle yatıştırabilecek nefesi yoktur! O nedenle burjuva ideologları eliyle havuç verme taktiğine geçilecekmiş gibi yapılıyor; ama Obama döneminin “yeni” denilen uygulamalarının gerçek niteliğini ise “aba altından sopa gösterme” taktiği oluşturuyor. İçinden çıkılamayan bunalım koşulları nedeniyle kapitalist devletler büyük sermayeye yardım için kolları sıvamış durumdadırlar. Bu devletlerin işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik “kriz paketlerinde” ise temel tüketim maddelerine zamlar, kötüleşen iş koşulları, uzayan iş saatleri, düşen ücretler, sosyal haklarda yeni kesintiler, artan işsizlik ve büyüyen konut sorunu gibi maddeler yer alıyor. İşçi-emekçi kitlelere yönelik saldırıların yalnızca ekonomik alanla sınırlı kalmadığı ve onların en temel demokratik haklarına doğru uzandığı, kitleler üzerindeki baskıların artırıldığı açıktır. Kapitalist devletler ideolojik aygıtlarını geliştirip güçlendirmenin yanı sıra, çeşitli baskı aygıtlarını, silahlı vurucu güçlerini yeni araç ve yöntemlerle tahkim etmektedirler. Askeri harcamaların ve kuşkusuz savaş araç-gereçleri üretiminin tırmandırılması neticesinde dünyamız tam bir cephaneliğe dönüşmüştür. Diğer yandan o üretilen silahlar durduğu yerde durmamakta ve çeşitli yoksul halk kitlelerinin üzerine ölüm kusarak tüketilmektedir. Tüm dünyada militarizm inanılmaz bir hızla tırmanmaktadır. Dünyanın hemen her yerinde burjuva düzendeki askerileşmeye ve gericileşmeye bir de egemenler eliyle tam gaz yükseltilmeye çalışılan ırkçılık ve yabancı düşmanlığı gibi olgular eklemleniyor. İşçi-emekçi kitlelerin bilinci sermaye düzeninin yaydığı milliyetçilik türünden zehirlerle köreltilip, onların ulusal ve enternasyonal düzeyde birleşik kitlesel mücadeleleri engellenmeye çalışılıyor. Kapitalist güçler global ölçekte yaşanan çok yönlü kriz koşulları nedeniyle kitlelere gelecek konusunda hiçbir olumlu beklenti aşılayamıyorlar. Bu sorun derinleştiği ölçüde burjuva düzen tüm ideolojik araçlarını, görsel ve yazılı medyayı seferber ederek yapay gündemler ve sahte düşman temaları yaratmaya hız vermektedir. Egemenler yaydıkları çeşitli korku motifleriyle toplumu paralize ediyor, kitlelerin düşünce kapasitesini köreltiyor ve onları uyuşturmak için mistisizmi ve hurafelere inanmayı körüklüyorlar. Dünya ölçeğinde yaşanan bir başka gerçekliği ise, egemen kapitalist güçlerin yalnızca ekonomik açıdan değil siyasal açıdan da krizlerine kökten çözümler bulamamaları oluşturuyor. Bu bakımdan derinlemesine düşünülecek olursa, aslında tüm dünya bir politik istikrarsızlık arenasına dönüşmüş durumdadır. Burjuva siyaseti ve siyasetçileri kitlelerin gözünde itibar yitirmeyi sürdürüyor. Başına sağ ya da sol, liberal veya muhafazakâr vb. sıfatlarının eklendiği burjuva partilerin hükümet etmede yer değiştirmeleri, neticede hiçbir köklü değişime yol açmamaktadır. Zaten her bir genel seçim dönemini takip eden kısa bir süre içinde bu durum kitlesel düzeyde dillendirilmeye başlanıyor. Günümüzde çeşitli burjuva partilerinin programları arasındaki farklıklar azalmış ve hangisine neden sağ ya da hangisine neden sol parti vb. dendiğinin de giderek hiçbir kıymeti harbiyesi kalmamıştır. Burjuva demokrasisinin işleyişi bakımından çeşitli kapitalist ülkeler arasında var olan kimi farklar da genel gericileşme lehine kapanıyor. Örneğin Türkiye gibi, tarihi boyunca despotizmin baskısı altında yaşamış, yakın tarihinde faşizmin yarattığı acılar içinde kıvranmış ve halen de askeri vesayet rejiminin çilelerini çeken bir ülkede Avrupa Birliği’ne katılım bir demokratikleşme umudu olarak karşılanırken, bizzat Avrupa ülkelerinde burjuva demokrasisinin sınırları daralıyor. Bu durumda Türkiye’nin AB’ye üye olup olamayacağı ve böyle bir olasılığın demokratikleşmeye yol açıp açmayacağı bir yana, Avrupa Birliği’nin kendisinin kaderi belli değildir. İşte kısaca değinmeye çalıştığımız tüm bu olgular, sistemin katı gerçeklerinin üzerine Obama’nın başkanlık dönemiyle birlikte örtülmeye çalışılan iyimserlik şalının sahteliğini açığa vuruyor.

Sınıf çizgisi netleşmeli

Gerçekler böylesine batıcı biçimde ortadayken, burjuva ideolojisi eliyle bir kez daha kitlesel düzeyde bir körlük ve akıl tutulması dönemi yaratılmak istenmektedir. Burjuva ideologları ve onların dümen suyundan giden bilcümle akademisyenler, entelektüeller, sol liberaller vb. dünyada asıl şimdi küresel bir işleyiş dönemine girileceği ve bunun insanlara esenlik getireceği yalanını tedavüle sokuyorlar. Burjuva iktisatçıları, bugün yaşanan sıkıntıların aslında küresel işleyişe geçiş sıkıntıları olduğuna, nihayetinde bu sıkıntıların son bulup bir refah dönemine ulaşılacağına aptalca kanmamızı istiyorlar. Soğuk savaş döneminin tam anlamıyla ancak şimdi sona ermekte olduğu görüşü bu ideolojik güçler eliyle piyasaya sürülüyor. Ve böylece dünyada uzun süredir fiilen yaşanmakta olan sıcak savaş gerçeği hasıraltı ediliyor. Açıktır ki, burjuvazi yalnızca baskı yöntemiyle egemenliğini sürdüremez ve kitleleri yatıştırıp yanına çekmeye de ihtiyacı vardır. Ne var ki günümüz koşullarında bunu sağlamak için onlara gerçek anlamda bir toplumsal iyileştirme aracı sunamadığından, “ideolojiden” ve “ideolojik bombardımanlardan” medet umuluyor. Bu nedenle bu oyunu bozmaya çalışan ve gerçek olguları çözümleyen devrimci Marksizm önümüzdeki süreçte burjuva ideologlar eliyle bir kez daha “çağdışı” ilan edilmek istenecektir. İşçi sınıfının devrimci misyonuna inanan ve dünyanın bu temelde değişmesi için çırpınanlara, yeni bir dalga eşliğinde ortaya çıkacak olan yeni dönekler ve tasfiyeciler marifetiyle bir kez daha “dinozorlar” damgası basılacaktır. Elbette burjuvaziden ve burjuva düzen güçlerinden kendi iplerini kendi elleriyle çekmelerini ve kapitalist sistemi tehdit eden gerçekleri birer birer açıklamalarını bekleyemeyiz. O nedenle bilelim ki, burjuva ideolojik aygıtların ürettiği yalanların ardı arkası asla kesilmeyecek! Ancak daha da önemlisi, sisteme muhalifmiş gibi görünenlerin cephesinden yükseltilecek kafa karıştırıcı görüşler olacak. Bu bakımdan, örneğin liberal solun askeri vesayet rejimine karşı çıkan olumlu yönlerine fit olup onun kapitalizm yanlısı bir güç olduğunu unutmamak gerekiyor. Keza kitlelerin sisteme karşı devrimci atakları yükseldiğinde, reformizm ve oportünizm de tıpkı daha önceki tarihsel örneklerde olduğu gibi yine o uğursuz rolünü oynamak isteyecektir. Bunun yanı sıra, bir yandan devrimci görünüp diğer yandan bir türlü sınıf temeline oturamayan siyasal akım ve çevrelerin işçi sınıfının militan mücadelesine verdiği zararlar da göz ardı edilmemelidir. İşçi sınıfının siyasal mücadelesinde büyük önem taşıyan birkaç hususu en başta vurgulamakta yarar var. Devrimci kavramı aslında tarih boyunca farklı sınıf çıkarlarına göre farklı anlamlar yüklendi. Marksizmin açıklığa kavuşturduğu üzere, küçük-burjuva devrimciliği ile proleter devrimciliğin gerek çeşitli siyasal tutumlar gerekse örgütlenme anlayışları bakımından birbirlerinden kalın çizgilerle ayrıldıkları kesin. Marksist tutum, bu tür ayrılıkların üzerinin örtülmemesini ve farklı sınıfsal konumlardan kaynaklanan farklı devrim ve örgüt anlayışlarının birbirine karıştırılmamasını şart koşuyor. Günümüz dünyasının yakıcı gerçekleri karşısında ne yapılması, nasıl bir siyasi ve örgütsel çizgi izlenmesi gerektiği sorusuna, işte öncelikle bu temel kalkış noktasından hareketle yanıt aranmalı. Şurası çok açık ki, burjuva solun ya da liberal solun etkisi altında siyaset belirleyecek tüm çevreler, Obama’nın başkanlığı ile birlikte dünyada yeni ve olumlu bir dönemin açılmakta olduğu yalanının ardından sürüklenecekler. Devrimcilik proleter sınıf temelinden büsbütün uzaklaşıp küçük-burjuvalaştığı ölçüde, ideolojik ve örgütsel yaşamda tasfiyecilik eğilimi daha da güç kazanacak. Bunun bir neticesi olarak, zaten Marksizmi doğru dürüst içselleştirmemiş ve proleter devrimci sınıf çizgisi temelinde örgütlenmemiş tüm çevreleri dağınıklığın ve bulanıklığın egemen olacağı günler bekliyor. Böyle sallantılı bir konumda olanlardan devrimci sınıf hareketine dün bir yarar gelmemişti, bugün de gelmeyecek. Tersine bu tür çevreler, kapitalist sistemin içinde bulunduğu koşulları ve buradan kaynaklanacak yeni sorunları Marksizmin ışığında kavramaya çalışan örgütlü sınıf güçlerine kulaklarını büsbütün tıkayacaklar. İşçi sınıfı içinde devrimci sınıf çizgisi temelinde örgütlenmeye çalışan güçlere yöneltilecek yersiz suçlamaların dozu önümüzdeki dönemde daha da yükseltilecek ve sataşmaların seviyesi daha da düşecek. Sınıf içinde devrimci bir parti anlayışını egemen kılmaya çalışanlar, tıpkı geçmişte olduğu gibi bugün de Leninist parti anlayışını “modası geçmiş” bulanların korosuyla yüz yüze gelecekler. İşçi sınıfının devrimci örgütlülüğü bakımından henüz ortada güçlü bir temel yokken ve asıl yakıcı sorun buyken, devrimci örgüt inşası fikri bir kez daha temelsiz çatılar inşa etmeye meraklı unsurlar tarafından bulandırılmak istenecek. Tüm bunları tahmin etmek için müneccim olmaya gerek yok. Devrimci mücadele ve örgüt anlayışını olması gereken sınıf çizgisine oturtamamış, daha doğrusu oturtmayı hiçbir zaman dert edinmemiş çevrelerin nasıl bir yol izleyecekleri bellidir. Üstelik bu sorun ulusal düzeyle sınırlı bir sorun da değildir. Fakat burada kısaca Türkiye’den örnekleyecek olursak, belirtmek gerekir ki, aslında devrimci denilen kümelerin pek çoğu dün olduğu gibi bugün de işçi sınıfı içinde çalışma anlayışından uzaktır. Tarihsel bakımdan Türkiye’de devrimci hareketin zaten zayıf olan sınıf temeli, önce 12 Eylül faşizminin özeldeki ve ardı sıra dünya burjuvazisinin geneldeki saldırıları nedeniyle büsbütün zayıf hale gelmiştir. Sonuç olarak bugün sınıftan kopuk bir “devrimcilik” anlayışı günün en yakıcı sorunları arasındadır. Örnekse, son 1 Mayıs Taksim tartışmaları bağlamında pek çok “devrimci” çevrenin ancak kendilerini tatmine yönelik “zafer” nidaları yeterince ibret vericidir. Bu düzeye gerilemiş bir “devrimcilik”, devrimci Marksizmin en temel ilkesinin, “işçi sınıfının kurtuluşunun kendi eseri olacağı” ilkesinin ayaklar altına alınmasının da açık ilanı oluyor. Sözün özü, Türk solu reformist denileninden devrimci denilenine, ezici çoğunluğuyla Marksizmden ne denli uzak olduğunu bir kez daha ortaya koymuş bulunuyor. Genel düzeyde gözlemlenebilecek bu tür zaafların yanı sıra, özelde sınıf içinde çalışma ve proleter devrimcilik iddiasında olanların büyük bir çoğunluğu da örgüt stratejisi açısından ne yazık ki henüz doğru ve anlamlı bir yol tutabilmiş değiller. Oysaki bugün işçi sınıfının devrimci mücadelesini güçlendirebilmek bakımından en zorunlu hususların başında, örgüt anlayışı ve çalışma tarzı konularında sınıf çizgisini netleştirme ihtiyacı geliyor.

Örgütsel sorunlarda ilkeli tutum

Sınıfın devrimci örgütlenmesi, henüz parti düzeyine yükselememiş bir öncü örgütlenmeden tutun da artık sınıfın kitlesini belli ölçüde kazanmaya başlamış devrimci partiye dek, aslında işçi sınıfının devrimci varoluş şeklidir. Devrimci örgüt, yine henüz hangi kapsamda olursa olsun, kendi başına bir amaç değil devrimin gerçek kılınması için zorunlu ve vazgeçilemez olan bir araçtır. Bu bakımdan örgüt teorisi aslında, işçi devrimine ve bu konudaki Marksist kavrayışa kopmaz biçimde bağlıdır ve ondan ayrı da bir anlam ifade edemez. Lenin örgütsel sorunlar açısından büyük önem arz eden Nereden Başlamalı, Bir Yoldaşa Mektup gibi makalelerinde ya da yine aynı sorunlara hasredilmiş kapsamlı ve ünlü eseri Ne Yapmalı’da, sınıfın devrimci partisinin nasıl olması gerektiği ve nasıl inşa edileceği konusunda ve de sınıf içinde çalışma tarzı hakkında teorik bir temel ortaya koymuştur. Dogmalaştırılmış ve karikatürize edilmiş bir model olarak algılamamak koşuluyla, devrimci örgüt anlayışı ve bunu ifade eden örgüt teorisi aslında devrimci Marksizmin en önemli bileşeni ya da bir başka ifadeyle onun olmazsa olmaz koşuludur. İşte bu geniş perspektiften bakıldığında, Leninist parti anlayışı günümüzde de işçi devriminin gerçekleşmesini amaçlayan siyasal güçlerin başlıca aracı niteliğine sahip bulunuyor. Yaşamın çeşitli alanlarında geçerli olan kural gereği, aslında tam anlamıyla niyeti ve ihtiyacı olanlar nereye bakacaklarını ve nereden neyi öğreneceklerini iyi bilirler. Bu doğrultuda belirtmek gerekir ki, örgütsel bağlamda Lenin’in ortaya koymuş olduğu teorik temel ve asıl olarak da Lenin önderliğinde örgütlenen Bolşeviklerin somut pratiği günümüzde de bakılması, öğrenilmesi ve uygulanması gereken başlıca tarihsel örnektir. Bugün Türkiye’de olsun dünyada olsun, devrimci örgütün inşasını ve sınıf temeline oturan doğru bir çalışma anlayışının yerleştirilmesini ciddi ve samimi şekilde isteyenler Leninist örgüt anlayışına sıkı sıkıya bağlı kalmalıdırlar. İşin doğrusunu ve özünü kavrayıp öğrenmek isteyenlerin bildiği üzere, aslında Lenin’in örgütsel sorunlar bağlamında ortaya koymuş olduğu temel tezlerin önemi ve isabeti hiç de yalnızca geçmiş zaman ve mekânla sınırlı değildir. Zaten sorunun geçmiş zamanla ya da Çarlık Rusya’sı gibi bir ülkenin özel koşullarıyla ilgili sınırlı ve özgün yönlerine bizzat Lenin tarafından dikkat çekilmiştir. Lenin dönemi Komintern kongrelerinde, örgütsel sorunlarda genel ve ilkesel hususlarla özel ve geçici faktörler arasındaki ayrımlar ortaya konulmuştur. Böylece tarihsel miras, örgütsel sorunlarda takipçisi olunması gereken ilkesel çerçeveyi aydınlatıyor. Bu bağlamda çeşitli yazılarımızda değinmeye çalıştığımız bazı hususları, konunun taşıdığı önem nedeniyle burada bir kez daha yinelemek yararlı olacak. Bolşevik siyasal örgütlenmeye damgasını basan ilkeler (her kademede örgütlü, disiplinli ve demokratik merkeziyetçilik temelinde bir işleyiş) Leninist parti anlayışının köşe taşlarıdır. Böyle bir partinin amacı, esasen öncü işçileri komünist bilinçle donatıp, işçi sınıfını mücadeleye sevk etmeye çalışmaktır. Sınıf içinde her koşula uyum sağlayabilecek devrimci çekirdekler yaratmak, bunların öncülüğünde çeşitli işlevler üstlenmiş örgütlü işçi halkaları oluşturmak, devrimci işçi hareketini sempatizanlar düzeyinde bile örgütlü kılmak Bolşevik tarzın özünü oluşturur. İşçilerin devrimci partisi, merkezi çekirdeğinden tüm kollarına dek her kademesinde örgütlü birimlerin iradesiyle mücadele yürüten disiplinli ve organik bir bütündür. Sınıf mücadelesinin yakıcı ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir çalışma tarzının ve devrimci disiplinin yerleştirilmesi, devrimci proleter mücadelenin her alanında başarının kilit unsurlarını teşkil eder. Adına lâyık bir devrimci örgüt, sınıf mücadelesinin devrimci deneyiminden süzülmüş kurallara gönüllülük temelinde uyan militan bir kadro birikimi üzerinde yükselebilir. Bolşevik propaganda ve örgütlenme, planlı ilişki, kararlı iletişim ve sabırlı yaklaşım gibi öğeleri içerir. Devrimci örgütlülüğün inşası yolunda sarf edilecek planlı çabalar ve işçilere sabırla yaklaşım kuşkusuz zaman alır ve özenli bir emek sarfını gerektirir. Ama hedefe başarıyla ilerlemenin de başka bir yolu yoktur ve bu uğurda sarf edilen zaman ve emek asla boşa gitmeyecektir. Çünkü devrimci bir program temelinde örülecek komünist birlik, çok bildiğini sanan bir avuç aydının birliği değildir; sabır ve özenle zahmetli biçimde devrimci dönüşüme uğratılan işçilerin birliğidir. Leninist parti anlayışının özünü, sınıfa devrimde önderlik edebilecek öncüyü örgütlemek ve bu öncüyü devrime hazırlamak oluşturur. Kuşkusuz bu örgütsel yaklaşım, sınıfın çeşitli düzey ve biçimlerde kitle örgütlerine sahip olması gerekliliğini de içerir ve bunu teşvik eder. Leninist örgüt anlayışının karşısına örgütsüz kitlelere tapınmayı veya gevşek parti tiplerini dikenler ise, yaşamın boşluk tanımadığını gözlerden gizlemek isterler. Unutulmamalı ki, devrimci bilinç sınıf içinde kendiliğinden üreyip yayılmaz. Devrimci örgütlülük sayesinde sınıfa devrimci bilinç taşınmadığı takdirde, çeşitli burjuva siyasetler sınıfa her an başka türden bilinç taşırlar. İşçi sınıfına devrimci önderlik yapabilecek niteliğe sahip bir örgüt yaratmak kolay değildir. Bu zorlu görev buna talip olanlardan çok şey bekler. Bir kere, devrimci ilkelerden ödün vermeyen ama diğer yandan da taktik esneklik becerisi gösteren bir tarz var edilmelidir. Ayrıca, işçi sınıfının devrimci mücadelesi devrime adanmışlık ister, burjuva düzenle barışık olmamayı gerektirir. En önemlisi de örgütsel disiplin gereğinin içtenlikle benimsenmiş olmasıdır. Burjuva aydın bireyciliğinden arınamamış unsurlar Marksizmi benimser göründüklerinde dahi bu özelliklere sahip olmanın tamamen uzağındadırlar. Örgütsel disiplin böylelerine, gereksiz ve boyun eğeni alçaltan bir ayak bağı olarak görünür. O nedenle bu kesim reformist eğilimleri besleyip büyüten kaynaktır. Bireyci aydın anlayışı burnunu devrimci işçi mücadelesine soktuğunda orada oportünizm üretmektedir. Lenin, diğer sol siyasal akımlarla farklılıkların üzerini örtmeyip tersine ayrılık çizgilerini net biçimde çeken, ilkesiz uzlaşmalara prim vermeyen ve birliğin gerekli olduğu durumlarda da mücadele bayraklarının karışmamasını düstur edinen bir parti yapısı ve anlayışı geliştirmiştir. Örgütsel konularda ve devrimci Marksizmin temel ilkelerinde hemfikir olan devrimci çekirdeklerin birleşmesi işte bu temelde savunulmalıdır. İşçi sınıfının devrimci mücadelesini güçlendirme niteliğine sahip bir birlik arzusu, ağızda çiğnenip eskitilecek bir sakız değildir. Sürekli “birlik çağrıları” temelinde bir siyasi tarz yaratarak günü geçiştirmeye çalışmak devrimci Marksist tutumla bağdaşmaz. Sağlıklı birlikler yaratmayı arzulamak ve bunun için didinmek ne denli doğruysa, birlik mevzuunda ölçüyü kaçırıp ilkesel tutumlardan ödün vermek o denli yanlış olacaktır. Sonuç olarak vurgulayacak olursak, enternasyonalist komünist eğilimi ve onun gerektirdiği proleter devrimci örgütlenmeyi benimseyenlerle; gevşeklikte, legalizmde ve oportünizmde ayak sürüyenler arasında kesin bir saflaşma yaratmak gerekmektedir. Konunun ana hatlarını vurgulayan bu değinmelerden de anlaşılacağı üzere, bugün örgütsel sorunlarda devrimci teorinin ve tarihsel deneyimin yol göstericiliğini sağlam bir temele oturtabilmek için aslında her şeye sahibiz. Fakat yüz yüze bulunulan sorunları doğru ve devrimci tarzda çözebilmek için sınıf temelli samimi bir inanca, buradan kaynaklanan bir mücadele anlayışına ve bakış açısına sahip olunması şart. Bu bakımdan, sınıf temeline oturmadan “devrimci” siyaset yapmaya soyunanların, devrimci gelenek ya da devrimci örgütün inşası gibi ciddi konularda doğru ve tatmin edici yanıtlar üretmeleri de beklenmemeli. Buna muktedir olabilecek unsurların, ilkeli, azimli ve tutarlı bir şekilde sınıf içine gömülüp devrimci tarzda örgütlü bir siyasi mücadele yürütmeye çalışanlardan çıkabileceği bilinmeli. Bu kriterlere uymayanların ise, göğüslerine hangi etiketleri iliştirirlerse iliştirsinler, işçi sınıfının devrimci çizgisinin uzağına düşmeleri ve burjuva ya da küçük-burjuva sol siyasetlerin çekim alanlarına kapılmaları kaçınılmaz olacaktır. Gerçekler ortadadır. Günümüz Türkiye’sinde çeşitli örnekler temelinde kendini belli eden sınıftan kopuk devrimcilik anlayışının yarattığı tahribat büyüktür. Bu devrimcilik “eylem” adına devrimci teoriye burun kıvırır, sınıf içinde sabırlı ve planlı bir örgütsel çalışmaya gelemez. Dolayısıyla bu tür siyasi çevrelerin sınıf hareketini ilerletici taktikler üretebilmeleri ve sınıf temelinde devrimci bir kitle çalışması yürütebilmeleri mümkün değildir. Siyasi mücadelenin ve kitle çalışmasının genel mantığını ve tarzını son tahlilde küçük-burjuva devrimciliğinin oluşturduğu yapıların, devrimci işçi mücadelesinin gerektirdiği tipten bir parti örgütlenmesini yaratamayacağı açıktır. İşçi sınıfını tutulması gereken devrimci mücadele yolundan alıkoyan siyasi anlayışlar kuşkusuz yalnızca bu genel grupla sınırlı değil. Diğer bir grubu ise, burjuva solun kuyruğundan kopamayan ama sosyalistlik taslamaktan da vazgeçmeyen siyasi çevreler oluşturuyor. Sosyal bir tabaka olarak daha ziyade “okumuşlar”dan beslenen bu tür siyasi anlayışların “sosyalizmi”, bundan yıllar önce Marx ve Engels’in açıklığa kavuşturmuş olduğu tipten bir burjuva sosyalizmine benziyor. Bir işçi partisinin yönetiminde bu tür unsurların ağır basmasının yaratacağı sonuçlar geçmişte yaşanan çeşitli tarihsel örnekler tarafından gözler önüne serildi. Bir zamanlar Almanya’da işçi sınıfı içinde milyonlara varan bir güç düzeyine yükselmiş olan Alman Sosyal Demokrat Partisinin, devrimci mücadele ve örgüt anlayışından uzak ve aslında entelektüel solculuğa meraklı unsurlar tarafından nasıl da legalizmin, reformizmin batağına sürüklendiği hatırlanacaktır. Devrimci hareket, sosyalist hareket ya da Marksist hareket diyelim, genel düzeyde ifade edilen tüm bu hareketler asla homojen bir yapıda değildirler ve de olamazlar. Örneğin Marksist hareketteki bölünmeler, devrim stratejisi ve örgüt anlayışı gibi temel önem arz eden konulardaki farklılıklara dayanır. Bu tür farklılıklar birer gerçekliktir ve bu gerçekliklerin üzerinden atlayarak örgütsel krizlere çare bulunamaz. O nedenle içi boş birlik arzularıyla ya da kısa sürede çökmeye namzet olduğu daha baştan belli olan türden “birleşik parti” özlemleriyle devrimci mücadelede anlamlı bir yol alınamaz. Yıllar içinde pek çok deneyimin sergilediği sonuçlar bir yana, Türkiye’de yaşanan ÖDP deneyimi bu konuda uzun söze gerek bıraktırmayan çarpıcı örneği oluşturuyor. İşçi sınıfının devrimci örgütünü yaratmaktan ziyade kendi siyasal kimliklerini sürdürecek bir şemsiye arayanlar, parti sorununa da hep kendi çıkarları açısından yaklaşmışlardır. O yüzden, ÖDP gibi bir partiyi de hararetle savunabilmişlerdir. Ancak sınıfın devrimci mücadelesi bağlamında değinilmesi gereken bir başka önemli boyut daha var. İşçi sınıfının kapitalizme karşı mücadelesi yalnızca öncü devrimci bir partinin varlığını değil, değişik nitelik ve yaygınlıktaki örgütsel yapıları da gerektiriyor. Ayrıca, mevcut siyasal düzen karşıtı mücadele farklı sınıf güçlerini, ezilen ulus hareketini vb. içeren geniş bir kapsama sahip bulunuyor. Bu bakımdan çeşitli düzeylerde eylem birliklerinin oluşturulması gereklidir ve bunun işçi sınıfının devrimci çıkarları açısından yakıcı bir ihtiyaç olduğu yadsınamaz. O halde genelde çeşitli örgütsel yapılanmalara dair tartışmalar söz konusu olduğunda, sınıfa önderlik edebilecek tipte devrimci parti ile çeşitli muhalefet güçleri arasındaki eylem birliğinin ifadesi olabilecek türden cephe ve blok örgütlenmeleri birbirinden kesin ve kalın çizgilerle ayırt edilmelidir. Kuşkusuz bunun yanı sıra, işçi sınıfı örgütlerinin oluşturacağı “işçi cephesi” türünden bloklarla, daha geniş mücadele güçlerini bir araya getiren bloklar arasındaki ayrım da son derece önemlidir. Ve bu iki farklı düzey de asla birbirine karıştırılmamalıdır. Özetle, bu gibi önemli sorunlar karşısında devrimci Marksistlerin ilkesel bir yaklaşım hattı mevcuttur ve bizim savunduğumuz da zaten budur. Yukarda değinmeye çalıştığımız ilkesel hususlar örgütsel sorunlar bağlamında yürüyen genel tartışmaların yanı sıra, özelde bugünün “çatı partisi” tartışmaları karşısında nasıl bir tutum takınılması gerektiğini de aydınlığa kavuşturuyor. Bu son noktayı biraz daha açık ifade etmeye çalışalım. Şayet boş söz düzeyinde kalmayacak ve devrimci proleter parti ihtiyacını köreltmeyecek ya da öyle bir partinin inşası görevini gölgelemeyecekse, burjuva düzen karşıtı geniş eylem birlikteliklerinin oluşturulması elbette olumludur. Bu çerçeveden hareketle, adına parti dense bile aslında bir eylem birliğinin ifadesi olan ve düzen karşıtı mücadelede bir blok örgütlenmesi anlamına gelen bir çatı partisinin inşası yanlış olmayabilir. Fakat bu kadarıyla bırakıldığında, devrimci proleter mücadele açısından temel bir sorun yine de yanıtsız kalmış oluyor. Temel sorun şudur; arzulanan eylem birliğinin ifadesi olacak bir çatı ya da blok örgütlenmesi içinde ana siyaseti kim, kimler, hangi sınıf çizgisi belirleyecek? İdari bir işleyiş anlamında değil, fakat yaşamın içinde her zaman var olan sınıf ilişkileri bağlamında kaçıp kurtulmanın mümkün olmadığı “siyasal hegemonya” sorunu nasıl ve hangi temelde çözümlenecek? İşte bu sorular karşısında açıkça ifade etmek gerekiyor ki, çekirdeğini işçi sınıfının devrimci örgütlü güçlerinin oluşturmadığı hiçbir eylem birliği sınıfın devrimci mücadelesine sağlıklı biçimde yol aldıramaz. Siyasi hegemonya işçi sınıfının örgütlü devrimci güçlerinde olmadığı sürece, hiçbir çatı ya da blok örgütü, işçi sınıfının neticede bir başka sınıf çizgisinin peşine takılmasını engelleyemez. Ezilen ulusun mücadelesinde açıkça görüldüğü üzere, siyasal düzen karşıtı mücadele yürüten güçlerin haklılığı da bu soruların ve sorunların yakıcılığını asla ortadan kaldırmaz, kaldıramaz. Açıkçası bugün kapitalist sistemin durumu, örgütsel sorunlar ve eylem birlikleri konusunda devrimci sınıf çizgisini yansıtan son derece net tutumlar almak gerekiyor. Bu tür tutumların genelde net sınıf çizgisiyle başı hoş olmayan Türk soluna ve solda bu temelde bir sürü psikolojisi oluşturmak isteyenlere, ilkesiz birlik şakşakçılarına vb. hiç de cazip görünmeyeceğinin çok iyi farkındayız. Ancak bu durum dün olduğu gibi bugün de bizim devrimci görev anlayışımızı ve temel düsturumuzu değişikliğe uğratmayacak: Sen yolunda yürü, bırak ne derlerse desinler!

28 Haziran 2009
Devrimci Örgütlenme Sorunu
Share

Kitle Örgütlerinde Devrimci Çalışma

  • English

315.jpg

İşçi-emekçi kitle örgütleri ve bu tür örgütler içinde devrimci tarzda kitle çalışması yürütülmesi sınıf mücadelesinde son derece önemli bir yere ve role sahip bulunuyor. Bu tür örgütleri yaratmak ve bu tür örgütlerde doğru bir çalışma yürütmek ise, devrimci strateji ve taktikleri yaşama geçirme görevinin esaslı bir parçasını oluşturmaktadır. Bu görevin üstesinden gelmeyi mümkün kılacak başarılı bir örgütlenme, ancak tarihsel gelenek, ilkeli tutum ve deneyim üzerinde yükselebilir. Örgütsel alanda tutulması gereken yol Marx ve Engels’ten başlayarak diğer devrimci önderlerin katkılarıyla geliştirilmiş, fakat asıl olarak da Lenin ve onun önderliğindeki Bolşevikler tarafından aydınlatılmıştır. Lenin’in ölümünden sonra Bolşevik Partinin ve Sovyet iktidarının niteliğini değişikliğe uğratan bürokratik karşı-devrim neticesinde yaşananlar ise tamamen ayrı bir konudur. İşçi sınıfının devrimci misyonuna duyulan bilimsel inanç ve bu tarihsel görevin gerçekleşmesini sağlayacak devrimci önderliğin inşası, Leninist örgüt anlayışının kilit unsurlarını teşkil eder. Fakat devrimci önderliğin önemi ve gerekliliğine yapılan vurgular, Marksizmin bazı başat ilkelerini hiçbir şekilde gölgeleyemez ve değişikliğe uğratamaz. Çok açıktır ki, işçi sınıfının kurtuluşu ancak kendi eseri olabilir. Ve bu eseri bir avuç öncü değil, kendilerine sömürünün ve baskının olmadığı özgür bir dünya yaratmak için mücadeleye atılan kitleler yaratabilir. Devrimci önderlik sorununun doğru kavranışı, işte bu ilkelerle bütünüyle uyum içinde olmalıdır. Buradan hareketle vurgulanacak olursa, devrimci önderlik havada bulut gibi sınıfın üzerinde asılı duran bir varlık değildir. Böyle bir önderlik, sınıfın öncü unsurları arasına serpilen devrimci bilinç ve örgütlenme tohumları yeşerdiği ölçüde var edilmeye başlanabilir. Önderlik kendi varlığını, sınıfın kitlesini giderek daha geniş ve anlamlı biçimde mücadeleye çekebildiği ölçüde kanıtlayıp güçlendirebilir. Bu bakımdan devrimci önderliğin inşası görevi, yaşamın canlı akışından kopuk, kuru ve donuk bir ilkeler manzumesine indirgenemez. Bu devrimci görevi gerçekten ciddiye alanlar, devrimci önderlik olgusuyla işçi kitle örgütleri arasındaki ilişkiyi de mekanik değil diyalektik tarzda yorumlayabilenlerdir.

Kitle örgütlerinin gerekliliği

Mücadele sürecinde her fırsatta hatırlanıp vurgulanması gereken bir nokta var. Devrimci bir önderlik gücünü, ancak ve ancak, sınıf içinde sahip olduğu örgütlülüğünden ve bu sayede kazandığı manevi ve siyasi otoriteden alabilir. Marksist yaklaşım bunu şart koşar ve böylece de önderliği idari dayatmacılığa indirgeyen anlayışlarla arasına kesin bir sınır çizgisi çeker. Fakat diğer yandan sorunun göz ardı edilmemesi gereken başka boyutları da vardır. Şöyle ki, tarihinin hiçbir döneminde işçi sınıfı kendiliğinden devrimci sonuçlara ulaşmamıştır ve ulaşması da mümkün değildir. Bu gerçeğin bir uzantısı olarak, devrimci önderlik de sınıfın içinden kendiliğinden ve kolayına fışkırmaz; doğru ve zahmetli bir çaba ve uzun soluklu bir mücadele neticesinde yaratılır. Bu nitelikteki bir görevin üstesinden gelebilmek, tarihsel deneyim ışığında çizilen yolda planlı ve sabırlı bir tarzda ilerlemeyi gerektirir. Ancak, alınacak yolun kapsamını, hızını vb. belirleyen bazı nesnellikler de vardır. Bunlar da, kişilerin ve örgütlü çevrelerin iradesine bağlı olmaksızın eninde sonunda hükümlerini icra ederler. Sorunlara bu açıdan yaklaşıldığında, sınıf mücadelesinin hiçbir zaman doğrusal bir çizgi üzerinde gelişmediği, çeşitli iniş çıkışlar sergilediği görülecektir. Devrimci önderliğin inşa faaliyetini kolaylaştıran nesnel koşullar kadar, zorlaştıran nesnelliklerin de var olduğu aşikârdır. Önemli olan, zorluklardan ürkmeksizin yola devam kararlılığını sergileyebilmektir. Ve bu doğru tutumun somutlandığı başlıca noktalardan biri de, sınıfın örgütlenen öncü unsurlarının, tüm olumsuzluklara karşın sınıfın kitlesiyle bağlar kurmaya çalışması olacaktır. İşçi sınıfının tarihsel gelişme süreci içinde sınıf pozisyonunda yaşanan dönüşümü yansıtan farklı momentler mevcuttur. Proletarya, kendiliğinden sınıf konumundan kendisi için sınıf konumuna ilerleyişi içinde ekonomik mücadele alanından siyasal mücadele alanına dek çeşitli kapsam ve biçimlerde örgütlenmeler yaratmıştır. Sınıfın mücadele tarihi içinde biçimlenen işçi sendikaları, işçi kooperatifleri, çeşitli türden ulusal ve uluslararası işçi dayanışma veya kültür dernekleri vb. sınıfın önemli kitle örgütlerini oluştururlar. Proletaryanın devrimci mücadelesinde eşsiz bir yere sahip olan öncü parti ihtiyacı bir yana, işçilerin çeşitli mücadele alanlarında çeşitli biçim ve düzeylerde örgütlülüğünü sağlayan bu kitle örgütlerinin önemi de asla küçümsenemez ve küçümsenmemelidir. Sınıfın öncü ve kitle örgütleri neticede farklı tip ve düzeydeki örgütlenmelerdir, ama bunlar arasında kuşkusuz diyalektik bir ilişki bulunur. Ayrıca, çeşitli işçi kitle örgütleri arasındaki farklılıkları da göz ardı etmemek önem taşır. Örneğin işçi sınıfının geleneksel ekonomik kitle örgütü olan sendikalarla, sınıfın devrimci örgütlenmesine yardımcı olmak için kurulmuş çeşitli işçi kitle örgütleri arasında pek çok açıdan önemli benzemezlikler vardır. Burada bu konu üzerinde uzun boylu durmak mümkün olmasa da, sorunun en çarpıcı boyutunu hatırlamak aydınlatıcı olacaktır. Aslında kapitalist düzen tüm işçi örgütlerine ve bu örgütleri oluşturan unsurlara her an çeşitli düzey ve biçimlerde basınç bindirir. Bu basıncın yaratacağı yozlaştırıcı sonuçlardan korunmak ise, tamamen yüksek bir bilinç ve mücadele sorunudur. O nedenle, daha militan bir mücadele yürüten işçi kitle örgütleriyle, düzenle bütünleşmiş ve rutinleşmiş bir toplu sözleşmeciliğe dayanan işçi sendikaları arasında elbet çok derin farklılıklar bulunur. Nitekim somut yaşam ve mücadele alanlarına bakıldığında, birbirine hiç de benzemeyen farklı tip ve nitelikte işçi kitle örgütleri gözlemlenebilir. İşçi sınıfının devrimci mücadelesine güç katmak amacıyla örgütlenmiş ve tabanın bilinçlendirilmesine özen gösteren işçi kitle örgütlerinde, burjuva düzenin basıncına direnen devrimci bir yönetimi var edip sürdürmek pekâlâ mümkündür. Geleneksel işçi sendikalarında ise mevcut durum hiç de böyle değildir. Bu işçi örgütlerindeki üst yönetimlerin bürokratlaşması, burjuva düzenle bütünleşip burjuvalaşması, bazı istisnalar bir yana bırakılacak olursa, neredeyse genelleşmiş bir durum arz eder. Sorunu daha da kapsamlı biçimde ele alıp ifade edebiliriz. Düzene ya da reformizme teslim olmuş bir tepe örgütlenmesinin biçimlendirdiği örgütlerde bürokratikleşme eğilimi çok yoğundur. Bu gerçeklik pek çok işçi sendikasını da çok yakından ve derinden ilgilendirir ve militan işçiler açısından güncel ve ciddi bir mücadele konusu teşkil eder. Hiç kuşku yok ki, sınıfın devrimci güçlerinin başarısı kapitalist toplumun yarattığı tüm bu gerçeklikleri bilerek yol alabilmeye bağlıdır. Olumsuzluklar nedeniyle yanlış uçlara savrulmak, hiçbir zaman ve hiçbir koşulda haklı görülemez. Somut bir örnekle açmak gerekirse, her şeye rağmen sınıfın kitlesel mücadelesi bakımından hâlâ gerekli olan işçi sendikalarına toptan sırt dönmenin ne denli yanlış olduğu ortadadır. Sendikaların varlığı, kapitalist düzene karşı militan bir mücadele anlayışına ve bilinçli taban örgütlenmesine dayanan devrimci işçi kitle örgütlerine duyulan ihtiyacı ortadan kaldıramaz. Öte yandan, bu tip kitle örgütleri de sendikalara alternatif olamazlar. Ne var ki, sınıfın örgütlülüğünü nicel ve nitel açıdan ilerletmek ve sendikaları hizaya getirmek bakımından bu tür örgütler son derece işlevli ve gereklidirler. Devrimci öncünün önemi de zaten bu gibi noktalarda somutlanır. Doğru bir siyasal önderlik, sınıfın çeşitli kitle örgütleri arasında mücadeleyi ilerletecek tarzda denge kurmak amacıyla hareket eder ve pratik mücadeleye bu amaca uygun biçimde yol gösterir.

Farklı dönemler ve değişen yönler

İşçi kitle örgütlerinin niteliği, kapsamı, işlevi vb. hakkında nesnel koşullardan kopuk genellemeler yapılması doğru bir yaklaşım olmaz. Bu örgütler durağan ve değişmez varlıklar değildirler. Canlı organizmalar gibi çevre koşullarından etkilenir, etkiler ve kendi iç çelişkileriyle birlikte gelişmeye ve değişime açık yönler taşırlar. Kapitalist toplumun ekonomik yükseliş ya da kriz, siyasal durgunluk veya devrimci canlanış gibi farklı dönemleri işçi kitle örgütleri üzerinde farklı etkiler yaratır. Günümüzde olduğu üzere, kapitalizmin büyük kriz dönemleri bir yandan kapitalist toplumdaki zengin yoksul kutuplaşmasını yoğunlaştırırken, diğer yandan siyasal yaşamda derin istikrarsızlık koşulları yaratır. Bu tür toplumsal koşullar, aynı zamanda çeşitli işçi kitle örgütleri içinde düzen yanlısı eğilimlerle, mücadeleci ve devrimci eğilimler arasındaki ayrım çizgilerini de belirginleştirir. Nesnel koşulların işçi kitle örgütleri üzerindeki etkisini sendikaların içinde bulunduğu durumdan da izlemek mümkündür. Bu geleneksel işçi kitle örgütlerinde yaşanan yozlaşma ve bürokratikleşme, uzun bir tarihsel döneme damgasını basan nesnel koşulların ürünüdür. Devrimci olmayan dönemler boyunca özellikle Avrupa’da işçi kitleleri burjuva düzen çerçevesinde vaat edilen reformlara bel bağlamış ve bu gerçeklik de işçi sendikalarını militan bir mücadele eğiliminden uzaklaştırmıştır. Tabanın devrimci basıncından kurtulan sendika yönetimleri tamamen düzenle bütünleşmiş ve bürokratlaşmıştır. İşçi sınıfının ekonomik mücadelede vazgeçilmez kitle örgütleri olan sendikalarda çeşitli koşulların ürünü olan bozulmalar bilimsel tarzda analize tâbi tutulmalıdır. Sorunlara bu anlayışla yaklaşıldığında, sendikalardan bütünüyle umudu kesmek yerine ne yapılması gerektiği de ana çizgileriyle kavranabilir. İşçi sendikalarını daha militan bir çizgiye çekebilmek, yalnızca bürokrasiye lanetler yağdırmakla başarılabilecek bir iş değildir. Hariçten gazel okumakla sendika bürokrasisinin “kahrolduğu” hiçbir zaman ve hiçbir yerde görülmüş değildir. Yapılması gereken, bürokratik tepe örgütlenmesinin etkisini kırabilecek militan bir taban örgütlenmesini fiilen yaşama geçirmek üzere sabırla çalışmaktır. Planlı bir mücadele anlayışı temelinde ter akıtmak yerine devrimci lafazanlıkla zaman öldürmek ise tam bir küçük-burjuva eğilimidir. Sendika bürokrasisiyle mücadele bahanesinin ardına sığınıp, neredeyse hiçbir ayrım gözetmeksizin sendikaları ve sendikal mücadeleyi küçümseyen yaklaşımların işçi sınıfına yararı değil zararı dokunmaktadır. Sendikal mücadele gibi geniş işçi kitlelerini ilgilendiren bir alan söz konusu olduğunda, altını çizerek belirtmemiz gerekir ki, hiçbir şey bu kapsamdaki bir mücadeleye sorumsuzluk veya ikamecilik eğilimi kadar zarar veremez. Kitle mücadelesinde devrimci unsurlara düşen görev, verilmesi gereken mücadeleyi son derece sınırlı sayıdaki öncünün üstlenmesiyle yetinme yanılgısına sürüklenmemektir. Marifet, asıl mücadele etmesi gereken taban unsurlarını harekete geçirmeyi başarabilmektir. Bunun karşılığında, kitlenin geri eğilimlerine teslim olmamak da büyük önem taşır. Çok bilinen bir örnektir. İşçilerin pek çoğu, diyelim sendikalaşma söz konusu olduğunda, aslında bunun gerekliliğini dile getiren duygularını ifade ederler. Ama öte yandan da, ya diğer işçi arkadaşlarının pasifliği ya da sendika yönetimlerine güvenilmezlik nedeniyle bu işin başarılamayacağından dem vururlar. Bu gibi noktalarda işçilere sabırla, bu yaklaşım tarzlarının yanlışlığı gösterilebilmelidir. Mücadeleyi hep başkasından beklemekle aslında kendi güçlerini harekete geçirmemekte ve böylece büsbütün ezilip aldatılmaktadırlar. Kapitalist ekonominin gidişatındaki değişim sendikaların kapsadığı işçi sayısında ve işçi sendikalarının militanlaşma düzeyinde önemli iniş ve çıkışlara neden olur. Fakat buradan hareketle, ekonomik durumla toplumsal bilinç arasında, siyasal faaliyetin ve örgütlü insan çabasının rolünü yok sayan tarzda bir ilişki kurulamaz. Bu yanlış ve mekanik bir yaklaşımdır ve Marksizmin etkin devrimci yönüyle de bağdaşmaz. Marksizm, büyük toplumsal altüstlüklerin ekonomik durumun basit bir türevi olarak tamamen kendiliğinden biçimde zuhur etmediğini açıklar. Toplumsal olaylar ekonomik faktörlerden etkilendiği gibi, şu ya da bu doğrultuda bir amaç taşıyan toplumsal ve siyasal örgütlenmeler tarafından da çeşitli yön ve derecelerde etkilenir, mayalanır ve tetiklenirler. Ayrıca kapitalizmin olağan ekonomik döngülerinin unsuru olan periyodik kriz dönemleriyle, sıra dışı derin sistem krizi dönemlerinin sınıf mücadelesinin seyri üzerinde yaratacağı etki de aynı olamaz. Devrimci kabarmalarla seyreden siyasal kriz koşullarını mekanik biçimde kapitalizmin periyodik krizlerine bağlamak yanlış ve sığ bir yaklaşımdır. Geçmişten günümüze uzanan süreçte yaşanan çeşitli örnekler incelenip genel bir sonuç çıkartılmaya çalışıldığında görülecektir ki, esasen ekonomik durumdaki büyük değişimler –durgunluktan yükselişe ya da yükselişten durgunluğa– siyasal ortamda derin altüstlüklere neden olmaktadır. Devrimci öncüler açısından gerekli olan, kapitalist işleyişin uzun dalgalarının mahiyetini kavrayabilmek ve somutta nasıl bir tarihsel dönemin içinden geçildiğini çözümleyebilmektir. Kapitalizmin günümüzde olduğu gibi derin bir istikrarsızlık ve belirsizlik yaratan bir sistem krizine sürüklendiği dönemleri ayırt etmek özellikle önemlidir. Çünkü böylesi dönemler sermayenin gerici saldırılarına olduğu kadar devrimci durumlara da gebe olan özel tarihsel kesitlerdir. Bu bakımdan bu tür dönemler işçi sınıfının devrimci öncü güçleri açısından bir o kadar daha enerjik ve uyanık olmayı zorunlu kılmaktadır. Kapitalist tehditler ve devrimci fırsatlarla yüklü bu tür tarih kesitlerinde, işçi sınıfının kitlesi içinde devrimci tarzda yürütülecek çalışmaların ve sınıfın kitle örgütlerinin önemi de bir o kadar artmaktadır. Nesnel ortamda kapitalizme karşı hoşnutsuzluğun yaygınlaşması doğrultusunda bir değişimin yaşanması, eski dönemlere oranla çok daha fazla sayıda işçiyi mücadeleye çeker ve bilinçli, militan işçi sayısında inanılmaz yükselişlere neden olur. Gerileme dönemlerinde çok uzun süreler boyunca sarf edilen çabalara rağmen ilerletilemeyen kitleler, devrimci dönemlerde çok kısa süreler içinde muazzam hızla öğrenip sıçramalar kaydedebilirler. Böylesi dönemlerde hayatın nabzı, işçilerden kolayına umut kesen sabırsız küçük-burjuvaların dediklerinin tam tersine atmaya koyulur. Daha önce “bunlardan adam olmaz” denilen işçiler gerek ekonomik gerek siyasal mücadele alanında örgütlenmek için öne atılmaya, kendi örgütlerine sahip çıkmaya başlarlar. Yalnızca öncülerin değil, işçi kitlesinin de mücadele saflarında ilerlediğini gösterecek şekilde taban örgütlülüğü ve inisiyatifi gelişir. İşçilerin sendika bürokrasisine karşı mücadelesi de daha ciddi, daha yaygın, militan ve kararlı bir nitelik kazanır. Sonuç olarak kapitalizmin tarihi incelendiğinde, sınıf mücadelesinin hiçbir alanında biteviye bir yükseliş ya da düşüş olmadığı, mücadelenin inişli çıkışlı bir eğri çizdiği rahatlıkla gözlemlenebilecektir. Durgun dönemlerde yalnızca devrimci siyasal mücadele değil, sendikal mücadele de alabildiğine gerilemektedir. Sendika üst yönetimlerini sorgulayıp sıkıştıracak taban basıncı ve devrimci basınç neredeyse sıfırlanmaktadır. Bu nedenle bu koşullarda sendikaların başına kelimenin tam anlamıyla burjuvalaşmış bir bürokrasi çöreklenmektedir. Fakat nesnel koşullarda mücadeleyi yukarı doğru kıpırdatacak bir değişime, öznel koşullarda da olumlu gelişmelerin eklenmesi durumunda, sınıfın öncüsünün ve kitlesinin mücadele düzeyi hızla değişmektedir. Bu durum bir bakıma, nesnel koşullarla öznel koşulların işçi sınıfı mücadelesini ileriye sıçratacak tarihsel buluşması olarak da değerlendirilebilir. Çeşitli örnekler gözden geçirildiğinde, proleter devrimlerin başarı şansının bu tür tarihsel buluşmalara bağlı olduğu rahatça kavranacaktır.

Kitleye ulaşabilmek

Kitle kavramı durağan bir niteliği ya da niceliği ifade etmez. Bu kavramın içinin nasıl doldurulacağı değişen koşullara bağlıdır. Durgun dönemlerde sırasında yüz işçi kitle anlamına gelebilirken, toplumsal kabarma dönemlerinde kitle kavramı binleri, milyonları ifade etmeye başlar. Diğer yandan sınıfın devrimci partisi ile kitlesi arasındaki ilişki de zaman içinde değişime uğrayan bir niteliğe sahiptir. Ama her ne olursa olsun, kapitalist toplumda devrimci mücadele bakımından özde değişmeyen bazı önemli yönler bulunur. Değişen koşullara uyum sağlayabilen, olayların akışını ve ritmini değerlendirebilen ve kitlelerin güvenini kazanabilen bir parti olmaksızın işçi devrimi başarıya ulaşamaz. Sınıfın devrimci partisi ise, esasen devrimci bilinç ve mücadele azmine sahip öncü unsurların örgütlülüğüdür. Ne var ki, bu örgütlenmiş öncü azınlık ancak sınıfın kitlesine liderlik edebildiğinde önder parti olarak adlandırılmaya hak kazanabilir. Örgütlü mücadelenin ilerletilebilmesi için sınıfın öncüsüyle kitlesi arasında her daim bir ilişki ve alışverişin bulunması şarttır. Öncü unsurların bütünüyle içe kapanık bir tarz yaratmaları ve devrimcilik adına bununla yetinip bununla tatmin olmayı meziyet addeder hale gelmeleri tehlikeli bir sekterlik demektir. Aslında toplumsal mücadele koşullarına bağlı olarak nasıl ki kitle kavramının içeriği daralıp genişliyorsa, aynı şekilde devrimci kitle çalışmasından anlaşılan da somut koşullara bağlı olarak değişikliğe uğrar. Kimi durumlarda kitle çalışmasını mikro ölçekte düşünüp kavramak bile zorunlu hale gelebilir. Örneğin toplumsal gerileme ya da koyu gericilik dönemlerinde genelde böyle olur. Komünist örgütlülüğe sahip bir avuç insanın, devrimci fikir ve mücadele anlayışlarını görece dar işçi halkalarına ulaştırmaya çalışmaları bir anlamda devrimci kitle çalışması kapsamına girer. Mücadele yaşamına farklı nesnel koşulların dayattığı değişik ihtiyaçların giderilmesi azmiyle yaklaşan örgütlü unsurlar zamanla çabalarını daha derin, yaygın ve anlamlı kılabilirler. Bu doğru anlayış temelinde, bir devrimciler örgütünün inşası hedefi doğrultusunda yol alınabilir ve ayrıca da bazı işçi kitle örgütlerinin yaratılması çabası içine girilebilir. Zaten devrimci unsurlara düşen görev, sadece çeşitli işçi-kitle örgütleri içinde devrimci amaç ve ilkeler doğrultusunda sistemli bir çalışma yürütmekle yetinmemek ve bizzat kolları sıvayıp mücadeleyi ilerletecek çeşitli örgütsel formlar yaratabilmektir. Sorunlara hangi düzeyden yaklaşırsanız yaklaşın, öncü sıfatını hak etmeyi mümkün kılacak olan da aslında bu tür çabalar olacaktır. İşçi ve emekçi kitlelerin içinde devrimci tarzda çalışma yürütmek komünist faaliyetin vazgeçilmez bir parçasını oluşturur. Nitekim bu nedenle bu husus vaktiyle Komünist Enternasyonale katılma koşulları arasında da yer almıştır. İlgili tarihsel belgede, Enternasyonale katılmak isteyen her partinin, sendikalar, işçi ve işyeri meclisleri, tüketici kooperatifleri ve isçilerin öteki kitle örgütleri içinde sistemli ve ısrarlı bir komünist faaliyet sürdürmek zorunda olduğu vurgulanmıştır. Komünistler, kendilerini işçi sınıfının yalnızca seçkin bir azınlığı içine hapseden elitist bir mantıkla hareket edemezler. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin başlıca tarihsel belgelerinden biri olan Komünist Manifesto’da da belirtildiği üzere, komünistler proletaryanın bütünsel çıkarlarının dışında ayrı çıkarlara sahip değillerdir. Komünist sıfatını gerçekten hak edenler, mücadele tarihinin her döneminde farklı ülke proleterlerinin ulusal savaşımlarında proletaryanın genel çıkarlarına işaret etmiş ve bunları öne sürmüşlerdir. Devrimci işçi mücadelesinin esenliği ve başarısı bakımından, Lenin örgütsel sorunlar bağlamında günümüzde de geçerli olmayı sürdüren pek çok önemli husus üzerinde durmuştur. Örneğin işçi sınıfının kitlesine devrimci bilinç taşımaya çalışmayan bir politik faaliyetin bir oyun halinde yozlaşacağı açıktır. Komünist faaliyet ancak belirli bir sınıf kitlesini ayaklandırdığı, onun ilgisini kazandığı ve onu olaylarda aktif ve en önde yer almak üzere harekete geçirdiği zaman ve bunu yaptığı ölçüde proletarya için gerçek bir önem kazanabilir. Fakat kuşkusuz, kitleyi kazanabilmek için ona nasıl ve hangi dille ulaşılabileceğini bilmek en başta gelir. İşçilere devrimci bilinç aşılayabilmek için, Marksist dünya görüşünü kupkuru bir dogma düzeyine düşürmeden onlara yaklaşmayı öğrenmek elzemdir. Kitleler kitabi tarzda eğitilemezler. Onlara bir şeyler öğretebilmek, onlarla karşılıklı bir etkileşim içine girmekle, onların günlük yaşam mücadelesine katılmakla mümkündür. Kitleler yaşam gerçeklerini, özelde devrimci mücadeleyi ilgilendiren teorik açılımlar eşliğinde öğrenmezler. Bu bakımdan onlara siyasal gerçekleri açıklarken, aydın ukalâlığından uzak, temiz, sade ve anlaşılır bir dille yaklaşmak gerekir. Bu yaklaşım, devrimci özden taviz vermeden biçimde amaca uygun esneklik ve kıvraklığa sahip olmak anlamına gelir. Devrimci fikirlerin işçi kitlesine taşınması ve bu fikirlerin kitleye sabırla ve esasen onların kendi deneyimlerine dayanan bir süreç içinde benimsetilmesi işin zor kısmıdır. Ancak bir o kadar da önemlidir. İşte, sınıfın kitle örgütlerinin önemi ve gerekliliği sorunu da tam bu noktada karşımıza dikilir. Bu sorunun üstesinden gelebilmek için, değişen zaman, mekân ve nesnel koşullara bağlı olarak isabetli yanıtlar üretebilmek ve uygun araçlar yaratabilmek esastır. Ve zaten işin bu yönü de, şu ya da bu devrimci çevrenin öncülük iddialarını hayatın karmaşası içinde testten geçiren hassas noktayı oluşturur.

Mücadelenin gücü

Taktik demek örgüt demektir. Devrimci taktikler ancak devrimci bir örgüt sayesinde üretilebilir ve yaşama geçirilebilir. Hiçbir fikir, hiçbir slogan ve hiçbir taktik, eğer bunları canlı ve etkili kılmak için doğru tarzda çalışan bir örgüt ve kadrolar yoksa kitleler arasında yayılamaz ve onlar tarafından benimsenemez. Çeşitli ülkelerde sosyalist hareketin tarihi, işte bu gibi temel hususları kavrayamayan küçük-burjuva sol eğilimlerin yanılgılarıyla doludur. Nesnel ve öznel faktörlerin sınıf mücadelesi içindeki ağırlığını ve rolünü bilimsel tarzda çözümleyebilmek, devrimci bir örgütü var etmek, yaşatmak ve güçlendirmek bakımından zorunlu koşullar arasında yer alır. Örneğin devrimci bir kadro birikimi yaratmanın zorunlu olduğu koşullarda, sanki böyle bir birikim varmışçasına geniş işçi kitlelerini kazanmaya yönelik soyut taktikler ileri sürenler, aslında yapılması gereken meşakkatli işleri pek de ciddiye almıyorlar demektir. Ana halkayı kavramadan boşa konuşmak insanı devrimci lafazanlık mertebesinden bir adım öteye taşıyamaz. Sınıf mücadelesinin kaçınılmaz bazı gelgitlerini yaşamın canlı diyalektiği içinde kavrayamayanlar, formülleştirilmiş fikirlere veya reçete haline getirilmiş örgütsel açılımlara tapınır ve bu tür yaklaşımlarda deva ararlar. Oysaki diyelim kitlelerin nesnel olarak gerilediği, uyuştuğu ve derin bir yılgınlığa sürüklendiği koşullarda onları bir çırpıda eski mücadele günlerinin militan kitlelerine dönüştürecek hiçbir sihirli formül yoktur. Balkabağının sihirli bir dokunuşla Külkedisinin ihtişamlı arabasına dönüşüvermesi ancak masallarda gerçekleşebilir. Çok açık ki, kitlelerin geri çekildiği ve umutsuzluğa kapıldığı koşullarda tarihsel iyimserliği yitirmeksizin devrimci kadro yetiştirip eğitmek gerekir. Devrimci öncü ile kitlenin tarihsel-toplumsal davranış eğilimi aynı olamaz. Devrimci öncüler, nesnel koşullardaki olumsuzluklara rağmen ileriye hazırlanmayı başaranlar, gerektiğinde akıntıya karşı yüzebilenlerdir. Ve ancak bu yolda ilerleyebilenler, nesnel koşullar değişmeye yüz tutup da işçi hareketinde tekrar kıpırdanmalar başladığında geniş kitle ile devrimci tarzda iletişim kurabilirler. Bu açıdan çeşitli tarihsel örnekler incelendiğinde, inançlı ve sebatlı bir örgütlü mücadelenin nasıl muazzam bir yaratıcı ve dönüştürücü güce sahip olduğu rahatça görülür. Proleter devrimci mücadelenin sağlam temellerde yol alıp muzaffer olabilmesinin kuşkusuz evrensel bazı kuralları vardır. Lenin’in hayatta olduğu döneme denk düşen Komintern kongreleri, devrimci bir önderliğin var edilebilmesi bakımından önem taşıyan kurallara ve devrimci kitle mücadelesine ışık tutmuş, dünya komünistlerini çeşitli yanlışlara karşı uyaran dersler çıkartmış ve kararlar almıştır. Bunlar arasında, sol çocukluk hastalıkları üzerinde duran İkinci Kongre dönemi özel bir önem taşır. Bu kongrenin Troçki tarafından kaleme alınan Manifesto’sunda, yıllar önce Komünist Manifesto’da işaret edilen temel bir ilke bir kez daha vurgulanır. Komünistlerin işçi sınıfının amaçlarından ve görevlerinden farklı amaçlarının ve görevlerinin olamayacağının altı çizilir. İkinci Kongrenin Manifestosu, kendi tarzlarıyla işçi sınıfını kurtaracağını sanan küçük hiziplerin iddialarının, Komünist Enternasyonalin ruhuna yabancı ve düşman olduğunu ilan eder. Böylece sınıfın devrimci mücadelesi açısından son derece önem taşıyan bir husus da dikkatle incelemeye tâbi tutulabilir. Uzun bir mücadele sürecine küçük bir devrimci çekirdek olarak başlamakta ve bu çekirdeğin zamanla büyüyüp devrimci bir örgüt düzeyine erişeceğini hayal etmekte yanlış olan ya da garipsenecek bir yan yoktur. Nitekim dünya işçi sınıfının mücadele tarihi, küçük devrimci çekirdeklerin militan bir mücadele temelinde işçi kitlelerine önderlik edebilen devrimci örgütlere dönüştüğünü sergileyen pek çok örnek içermektedir. Ama kendi küçük hizbini dev aynasında görerek, bununla işçi sınıfını kurtaracağını sanan küçük-burjuva ikameci siyasi yaklaşımlar ise tamamen farklı ve yanlış kavrayışlardır. Kitle mücadelesini küçümseyen sekter yaklaşımlar küçük-burjuva devrimciliğinin kaypak zemininde, kitle kuyrukçuluğuna kayan eğilimlerle sık sık yer değiştirebilirler. Böyle bir zemine ayak basmaktan kendini kurtaramayan çevreler, devrimcilik adına devrimci mücadelenin en temel ilkelerine sırtlarını dönebilirler. Bu nedenle vaktiyle Komintern İkinci Kongresi de, genelde kitle çalışmasında, özelde sendikal veya parlamenter mücadele bağlamında geçerli olacak doğrularla yanlışların titizlikle ayırt edilmesi gereği üzerinde durmuştur. Sendikalarda çalışmak ya da parlamento kürsüsünden yararlanmak bahanesinin ardına sığınıp reformizme, bürokratizme veya kariyerizme ödün vermek ne denli kabul edilmezse, devrimcilik adına sınıfın sendikalarını küçümsemek ya da parlamenter mücadeleyi toptan yadsımak da o denli yanlıştır. Lenin yaşamının son döneminde, çeşitli ülkelerden komünistleri sol çocukluk hastalıklarına karşı bıkmadan usanmadan uyarmayı sürdürmüştür. Gerici oldukları gerekçesiyle sendikalarda çalışmayı reddetmek, yeterince gelişmemiş ve bilinçlenmemiş işçi kitlelerini gerici liderlerin, işçi aristokrasisinin ya da tamamıyla burjuvalaşmış bürokrasinin etkisine terk etmek anlamına gelir. Devrimci bilince ulaşmış ileri işçileri sınıfın kitlesinden kopartan anlayışlar mücadeleye onarılmaz ölçekte derin zararlar verir. Öncü işçileri kitle mücadelesinden kopartan siyasal yaklaşımlar devrimci değil, olsa olsa sekter sıfatını hak edebilirler. Sendika üst yönetimlerine yağdırdıkları lanetlerle yetinip, işçilerin o bürokrasiye karşı mücadelesini örgütlemeye hizmet etmeyenler sendikal bürokrasinin güçlenmesini engelleyemezler. Lenin’in işaret ettiği gibi, gerçekten kitle içinde devrimci bir mücadele yürütmeye niyetli olanlar, çeşitli zorluklardan ya da kitle örgütlerinin burjuvaziyle bağlı bürokrat liderlerinden gelecek zulümlerden, hakaretlerden ve hilelerden korkmazlar. Onlar bu gibi zorluklara aldırmaksızın, kitleler her nerede bulunuyorlarsa kesinlikle onların içinde çalışırlar. Yine bu bağlamda, sol sekterliğe karşı mücadele ve komünist tutum büyük önem taşır. Komünistler, gerici olanlar da dahil olmak üzere, proleter ya da yarı proleter kitlelerin bulunduğu kurumlarda, topluluklar ve birliklerde, sistematik olarak, fedakârca, sürekli ve sabırlı olarak propaganda ve ajitasyon yürütmekle yükümlüdürler. Lenin dönemi Komintern faaliyeti içinde, işçi-emekçi kitleleri kazanmaya yönelik çeşitli devrimci taktikler de düşünülmüş ve üretilmiştir. Bu bağlamda, kitleleri kapitalizme karşı ortak bir mücadeleye kazanmak üzere “birleşik işçi cephesi” taktikleri gündeme getirilmiştir. Burjuva düzenin çeşitli saldırılarına karşı işçi sınıfının ve emekçilerin kitle örgütleri arasında eylem birliğine dayanan bir cephenin oluşturulabilmesi, dün olduğu kadar bugün de önemli ve geçerli bir devrimci taktik ve görevdir. Ama bu gibi konuların sırf yinelenip durulan boş sözler düzeyine indirgenmesinden de kaçınmak gerekir. Bunu başarabilmek için her dönem uyulması gereken bazı kurallar olduğu göz ardı edilemez. Devrimci anlamda kitle mücadelesini etkileyecek taktiklerden söz edebilmek için, her şeyden önce ortada kitle içinde çalışma yürütebilecek asgari düzeyde bir örgütlülük olmalıdır. “Birleşik işçi cephesi” gibi taktiklerin başarısı, sınıfın devrimci ve bağımsız siyasal örgütlülüğünü yaratmaya koyulmuş bir örgütün varlığına bağlıdır. Bu düzeydeki mücadele, farklı siyasal bayrakları karıştırmamak üzere ayrı durmayı ama sınıfın mücadele birliğini sağlamak üzere de birlikte vurmayı gerektirir. Kısaca değinmeye çalıştığımız tüm bu görevler zor ama o oranda da zorunlu görevlerdir. Zaten devrimci mücadele hiçbir yönüyle hiçbir zaman kolay bir iş olmamıştır. Karşısına çıkan ilk zorlukla birlikte morali bozulup pes eden, devrimci taktikleri yürütmek için gereken bedelleri ödemekten kaçınan küçük-burjuvadan bir işçi devrimcisinin yaratılabildiği de görülmüş şey değildir. Küçük-burjuva zihniyetinden kurtulamayan birisi yakasına devrimci etiketini de iliştirse, günde yüzlerce kez kitlelerin öneminden de söz etse, sonuç asla olumlu doğrultuda değişmez ve değişmeyecektir. Devrimci mücadele tarihi içinde doğruluğu defalarca kanıtlanmış bazı kuralları sıralayarak son noktayı koyalım. Sınıf mücadelesindeki yeni yükselişlerin, yılgınlığa kapılanları diriltici ve uyuklayanları uyandırıcı muazzam bir gücü var. Yenilgilerin etkisiyle kadroların bir bölümü zaman içinde tasfiye olmuş olsa da, yükselen sınıf mücadelesi genelde iyileşme ve toparlanma potansiyeli taşıyanları yeniden mücadele yaşamına döndürebiliyor. Fakat her ne olursa olsun, her yeni yükseliş döneminde öncelikle göz dikilmesi gereken kesimin işçi sınıfı gençliği olduğu da çok açık. Eski dönemlerin çürümüş ve içi geçmiş unsurları arasında umutsuzca debelenenler mücadele alanından kayıp gidiyorlar. Sınıfın geleceği anlamına gelen genç unsurlar arasında sabırlı bir hazırlık çalışması yürütenler ise ayakta kalmayı başarıyor, zamanla çoğalıyor ve geleceğe uzanan sağlam bir köprü kurabiliyorlar. Yaşam bu gerçeği doğruladı ve doğrulamaya da devam edecek.

Haziran 2008
Devrimci Örgütlenme Sorunu
Share

Devrimci Propaganda ve Ajitasyon

isci-toplantisi.jpg

Propaganda sözcüğü Latincede “yayılacak şeyler” anlamına geliyor. Geniş ve genel içeriğiyle ele alındığında, propaganda, toplumun ya da belirli bir insan kümesinin tutum ve davranışlarını belirlemek ve istenen doğrultuda yönlendirmek amacıyla seçilmiş fikir ve savları sistemli bir çaba ve sözlü-yazılı araçlar kullanımıyla yayan etkinlikleri kapsıyor. Propaganda, dinî inançların yayılmasından siyasi düşüncelerin kitlelere taşınmasına, psikolojik savaş yöntemlerinden reklâmcılık tekniklerine dek geniş bir yelpaze oluşturuyor. Ajitasyon sözcüğü ise, konumuzu ilgilendiren yönüyle sınırlandırarak ifade edecek olursak, uyandırma, uyarma, heyecanlandırma, harekete geçirme gibi anlamlar ifade ediyor. 20. yüzyılın başları genelde propaganda tekniklerinin geliştirildiği ve bilimsel ifadelere büründürüldüğü bir dönem olmuştur. Böylece propaganda iç ve dış siyasetin en önemli unsurlarından biri haline gelmiş ve bunun uzantısı olarak güçlü bir psikolojik savaş aracı niteliğine de bürünmüştür. Bunun uç örneklerinden biri, Almanya’da Nazilerin propagandayı faşizmin etkin bir silahı olarak kullanmaları ve Hitler’in propaganda bakanı Göbels’in bu temelde yükselen ünüdür. Kitleleri sürekli üretilen yalan haberlerle bombardımana tâbi tutan ve bu nedenle Büyük Yalan doktrini olarak da adlandırılan faşist propaganda, kitle bilincinin çarpıtılmasının en önde gelen somutlanışıdır. Ama unutmamak gerekir ki, günümüzde de emperyalist güçler arasında kızışan hegemonya mücadelesine yoğun psikolojik savaş boyutuna ulaşan propaganda eşlik ediyor. Hegemonyayı başkasına kaptırmama telâşı içindeki ABD, “Uluslararası Terörizme Karşı Savaş” ya da “Medeniyetler Çatışması” adı altında sürdürdüğü büyük yalanlarla Hitler örneğini bile aşıp geçiyor. Propaganda ve ajitasyon konusu devrimci mücadele açısından ele alındığında ise kuşkusuz tamamen farklı bir içeriğe sahiptir. Devrimci mücadelenin vazgeçilmez parçalarını oluşturan propaganda ve ajitasyon faaliyeti, devrimci öncünün örgütlenmesinden kitle bilincinin dönüştürülmesine ve kitlenin harekete geçirilmesine dek zengin ve farklı yönler taşır. Propaganda ve ajitasyon konusu 19. yüzyıldan 20. yüzyıla uzanan Rus devrimci mücadelesi içinde yoğun biçimde gündeme getirilmiş ve ete kemiğe büründürülmüştür. Bu devrimci damar, işçi sınıfına kapitalizmden kurtuluş doğrultusunda yol gösteren içeriğiyle geçmişten günümüze sınıf mücadelesi alanında yaşam sürdürüyor.

Propaganda ve ajitasyon ayrımı

Rus sosyal demokratlarının partileşmeye başladıkları 1890’lı yıllarda cereyan eden teorik tartışmalar propaganda ve ajitasyon ayrımına da ışık tutar. Bu tartışmalar içinde, o yıllarda önde gelen Rus Marksisti olarak tanınan Plehanov’un açılımları önemli bir yere sahiptir. Plehanov’un değerlendirmeleri, devrimci propaganda ve ajitasyon konusunda referans alınacak esaslı bir kalkış noktası niteliğine ulaşmıştır. Buradan hareketle propaganda ve ajitasyon konusunun ayrımına dair sıkça tekrarlanan bir açılım hatırlanabilir. Propagandacı birçok düşünceyi görece az sayıda insana iletir; ajitatör ise az sayıda düşünceyi geniş yığınlara aktarmaya çalışır. Lenin propaganda ve ajitasyon ayrımında Plehanov’un yaklaşımını benimsemiş ve Ne Yapmalı adlı ünlü çalışmasında konuyu daha da açık hale getirmek için örnekleyerek aktarmıştır. Örneğin işsizlik sorununu ele alan bir propagandacı, bunalımların kapitalist niteliğini, modern toplumda bunalımların kaçınılmazlığının nedenini ve sosyalist toplum biçimine geçişin zorunluluğunu vb. açıklayacaktır. Böylece propagandacı birçok düşünceyi birbirleriyle bağlantılı bir bütün oluşturacak şekilde ortaya koymaya çalışacaktır. Ve bu kapsamlı açıklamalar, ajitasyonun geniş hedef kitlesine oranla haliyle daha az sayıda işçi tarafından anlaşılabilecektir. Aynı konu üzerinde konuşan ajitatör ise sorunun son derece çarpıcı ve çok bilinen bir yönünü ele alacak, diyelim işsiz bir işçinin ailesinin açlıktan ölmesine, artan yoksullaşmasına değinecektir. Böylece ajitatör herkesin bildiği bu olgudan yararlanarak daha geniş işçi kitlesinin dikkatini tek ve çarpıcı bir düşünceye, örneğin servet artışıyla yoksulluğun artışı arasındaki çelişkiye ve haksızlığa çekecektir. Ajitatör, kapitalist düzenden kaynaklanan bu çelişkinin kapsamlı bir açıklamasını propagandacıya bırakacak ve üzerinde durduğu bir-iki çarpıcı örnek vasıtasıyla can yakan eşitsizlik ve haksızlıklara karşı kitleler arasında hoşnutsuzluk ve öfke yaratmaya çalışacaktır. İşte bu nedenledir ki, propagandacıda olması gereken özelliklerle ajitatörde olması gereken özellikler farklıdır. Propagandacı genellikle yazı yazarak; ajitatör ise işçi kümelerine doğrudan hitap ederek görevini yerine getirir. Ancak burada “genellikle” vurgusunun altını kalınca çizmeliyiz. Zira belirlenen ayrım noktaları yalnızca devrimci görevlerin farklı yönlerinin kavranmasını kolaylaştırmaya yöneliktir, daha fazlası değil. Nitekim açıktır ki, yüz yüze ve birebir insan kazanma çabasında sözlü propaganda kaçınılmaz olarak büyük önem taşır. Fakat bu propagandacıları (yani örgütçüleri) eğitip besleyecek merkezi yayın faaliyeti (yazılı propaganda malzemesinin merkezi üretimi) olmaksızın da sözlü propaganda daldan dala sohbetlere dönüşebilir. Diğer yandan ajitasyonun da illâ ki sözlü olacağı yolunda bir kural yoktur. Bilinçlenen ve örgütlenen işçiler kapitalist düzene karşı kendi sınıf kitlelerinde öfke ve hoşnutsuzluk yaratmak için, devrimci ajitasyonu sözlü olduğu kadar yazılı biçimler altında da yürütürler. Merkezi yayın organlarına iletilen işçi okur mektupları bunun en güzel ve çarpıcı örneklerini vermektedir. Devrimci mücadele sürecinde çeşitli görevler bazı noktalarda o denli içiçe geçer ya da kesişirler ki, bunların mutlak olarak ayırt edilmesini istemek gerçekten de saçma ve mekanik bir yaklaşım olur. İşin asıl önemli yönü, devrimci örgütlenme faaliyeti içinde bu faaliyetin çeşitli işlevlerinin kolektif olarak nasıl organize edileceğidir. Bu konuda getirdiği teorik çözümlemeler ve yarattığı örgütsel deneyimle, Lenin, devrimci işçi mücadelesine unutulmaz biçimde yol aldırmıştır. Onun, çeşitli siyasal işlevlerin kolektif sentezi bağlamında merkezi yayın organına verdiği rol çarpıcıdır. Dün olduğu kadar günümüzde de geçerli olan Bolşevik anlayışa göre merkezi yayın organı kolektif örgütçü, propagandacı ve ajitatördür ve öyle de olabilmelidir. Lenin’in değerlendirmesi, ajitasyon-propaganda ve örgütlenme faaliyetinin birbirlerinden yersiz biçimde Çin setleriyle ayrılmak istenmesinin önüne geçer. Ve yaratılan kolektif sentez içinde, bir propagandacının neden aynı zamanda bir örgütçü işlevi yerine getirdiğini de aydınlatır. Devrimci örgütlenmenin kendi iç yasaları vardır ve işçi sınıfının siyasal örgütlülüğünün sağlanabilmesi için öncü işçilerin devrimci fikirler temelinde örgütlenmesi bir zorunluluktur. İşte burada siyasi yayın organının merkezi rolü devreye girmekte ve yazılı propaganda malzemesini üretenler, öncü işçilerin örgütlenmesine doğrudan hizmet etmiş olmaktadırlar. Merkezi yayın organında yer alan çok yönlü teşhirler ve pek çok bölge ve işkolundan gelen işçi mektupları da, yeni işçi halkalarında devrimci mücadeleye karşı ilgi uyandırmaya kolektif biçimde hizmet etmektedir. Devrimci mücadelede pratik eylemin işlevlerinden olan propaganda ve ajitasyon örgütlenmeye yol aldırırken, aynı zamanda işçilere şu ya da bu düzeyde eylem çağrılarını da iletmiş olmaktadır. Devrimci faaliyette propaganda ve ajitasyonun oluşturacağı bütünsellik dışında, “yığınları belirli ve somut bir eyleme çağırmak” biçiminde ifade edilebilecek ayrı bir işlev türü yoktur. Dolayısıyla, propaganda faaliyeti yalnızca bilgilendirir ve ajitasyon faaliyeti ise eylem çağrısı yapar biçiminde mekanik ayrımlara gitmek yanlıştır. Farklı kapsam ve düzeylerdeki eylem çağrıları, bazen teorik incelemeye dayanan bir propaganda broşürünün veya bir makalenin tamamlayıcısı olabilir; bazen de ajite edici bir söylevin ya da siyasal bir bildirinin doğal uzantısını teşkil edebilir. Enerjik bir siyasal ajitasyon yapılır yapılmaz ve canlı, çarpıcı teşhirler etkin olur olmaz, yığınların zaten eyleme çağrılmakta olduklarını hatırlatır Lenin. Bu nedenle de siyasal teşhirleri ve siyasal ajitasyonu derinleştirmek, genişletmek ve yetkinleştirmek başlıca devrimci görevler arasında yer alır. Komünistler işçi sınıfının en ivedi iktisadi talepleri için yürütecekleri ajitasyonu, kapitalist düzen karşıtı siyasal ajitasyona bağlamakla yükümlüdürler. İşçi sınıfını yalnızca sendikal mücadele çerçevesinde örgütlenmeye çağıran ekonomizm, işçi hareketini ebediyen kapitalist düzen sınırları içinde kalmaya mahkûm kılan bir niteliğe sahiptir. İşçileri salt sendikal sorunlar çerçevesinde dönüp duran lapa tarzı yavan fabrika bildirileriyle beslemeye kalkışanlar devrimci bir işçi çalışması yürütmemektedirler. Olsa olsa kendi kuyrukçu ve uvriyerist eğilimlerini teşhir etmektedirler; çünkü Bolşevik tarzda işçi çalışması kendisini asla sınıfın iktisadi sorunlarının teşhiri ile sınırlandıramaz. İşçilerin siyasal gerçekleri bilmeye ihtiyacı vardır ve çok yönlü siyasal gerçeklerin teşhiri devrimci siyasal ajitasyonun başlıca biçimidir. Ayrıca, nasıl ki ekonomik alanda işçilerin yaşamını etkileyen tüm sorunlar ekonomik ajitasyon amacı için kullanılabiliyorsa, aynı şekilde politik alanda da akla ve gündeme gelebilecek tüm sorunlar politik ajitasyonun konusu edilebilmelidir. Buradan hareketle ifade edecek olursak, propaganda ve ajitasyon, işçilerin toplumsal yaşamda yüz yüze geldikleri sorunları anlamalarına yardımcı olacak, işçilerin dikkatlerini en önemli sınıfsal ve toplumsal istismarlara çekecek bir yol izleyecektir. İşçiler arasında dayanışma bilincini yalnız ulusal değil uluslararası ölçekte geliştirmeye özen gösterilecektir. Üzerinde büyük bir dikkatle durulması gereken bir başka husus daha vardır. Propaganda ve ajitasyon konularının yalnızca işçi sorunlarıyla sınırlanması işçi sınıfının eğitimini kısır hale getirir. Komünistler, kapitalist sisteme karşı çıkan çeşitli devrimci hareketleri yok saymaz ve bütün ezilen ulusları, zulme uğrayan dinleri, baskı altında tutulan toplumsal kesimleri eşit haklar için verdikleri mücadelede desteklerler. Fakat sorunun bir başka yönünü göz ardı etmek de doğru olmaz. Propaganda ve ajitasyonun işçi sorunlarıyla sınırlandırılmamış geniş bir içeriğe sahip olması gereğiyle, “hedef kitle”nin belirlenmesi sorunu birbirine karıştırılmamalıdır. Mücadelenin yasaları gereğince devrimci çalışma birincil ve esas olarak fabrika ve kent işçilerine yönelmek durumundadır. Anlamlı ve planlı biçimde yol kat edebilmek için, güçleri dağıtmamaya ve devrimci fikirleri öncelikle bunları kabule en hazır ve siyasal bakımdan en gelişmiş işçi kesimlerine taşımaya ağırlık verilmelidir. Fakat fabrika ve kent işçileri arasında kalıcı bir devrimci örgütün yaratılmasının birincil ve en acil görev olarak kabulü, işçi sınıfının öteki katmanlarını ya da diğer ezilen kesimleri, kent yoksullarını, tarım emekçilerini görmezlikten gelmek şeklinde de anlaşılamaz. Komünistler, emekçi halkın tüm kesimleri arasında propaganda ve ajitasyon çalışması yürütülmesi gereğini savunurlar. Ancak bu noktada da ana halkayı, bilinçlenen ve devrimcileşen işçilerin örgütlü etkisinin diğer yoksul halk kesimlerine ulaşacağı gerçeği oluşturur. Lenin örgütlenme sorunlarını ele alan Nereden Başlamalı adlı ünlü makalesinde, nüfusun azıcık olsun siyasal bilince erişmiş olan her kesiminde siyasal teşhir için bir tutku yaratmalıyız der. Ulus çapında teşhirler için gerekli kürsüyü devrimci hareketin merkezi siyasal yayını kuracaktır. İşçilerin fabrika koşullarını dile getiren iktisadi teşhirler nasıl ki fabrika sahiplerine karşı savaş ilânı anlamına geliyorsa, siyasal teşhirler de kapitalist düzene karşı savaş ilanı anlamına gelecektir. Elbette bu ilanın içeriği, içinde bulunulan somut koşullara paralel olarak, devrimci eğitim amacı gütmekten doğrudan eyleme çağırmak gibi değişen bir nitelik taşır. Ne var ki buradan hareketle yanlış bir noktaya savrulmak ve olağan dönemlerde siyasal teşhir ve propaganda faaliyetini işçi devriminin propagandasına bağlamaktan kaçınmak, düpedüz ekonomizm ve reformizme yol açar. Sınıfın devrimci eğitimi ve devrimci örgütün inşası devrimci durumlar patlak verdiğinde bir çırpıda gerçekleştirilebilecek bir iş değildir. Devrimci durumlara hazırlıklı olabilmek için, en zor dönemleri de kapsamak üzere planlı inşa taktiklerinin uygulanması esastır.

Bolşevik tarzın önemi

Devrimci propaganda faaliyeti, örgütlenme ve devrimci bilincin geliştirilmesi sorunlarıyla doğrudan bağlantılıdır. Devrimci bilinç sorunu ise, devrimci teorinin üretimi ve bu teorinin canlı ifadeleri olan programatik açılımların ve çeşitli devrimci fikirlerin sınıfa taşınması gibi yönler içerir. Lenin’in açıklığa kavuşturduğu üzere, devrimci teori sendikal mücadele içindeki işçilerin kendiliğinden çabasının ürünü olamaz. Sosyalist siyasal bilinç ancak derin bilimsel bilgi temelinde üretilebilir. Bu bilinç işçilere siyasal bir örgütlülük sayesinde ve sendikal mücadele çerçevesi dışından taşınabilir. Devrimci propaganda, devrimci teorinin ürünleri olan siyasal açılım ve fikirlerin sınıfın öncüsüne ve sınıfın kitlesine taşınmasının yöntem ve araçlarını kapsar. Bu arada eşyanın doğası gereği aşikâr olmalıdır ki, bir siyasal çevrenin kimliğini oluşturacak teorik temeller atılmadan veya bu temellere sahip olunmadan sağlıklı bir devrimci propaganda faaliyeti yürütülemez. Bu nokta aslında büyük bir önem taşır ve devrimci mücadelede amatörlükle kelimenin olumlu anlamında profesyonelliğin ayırt edilmesini de mümkün kılar. Amatörce yaklaşımlar, devrimci sınıf mücadelesinin çeşitli nedenlerle güçsüz düştüğü ve gerilediği dönemlerde yaygınlaşan bir hastalıktır. Bunun en önde gelen belirtilerinden biri de teorinin küçümsenmesi ve dar pratikçiliğe tapınılmasıdır. Bolşevik tarz, teorik çalışmaya verilen önem ile pratik devrimci çalışmanın dengeli bileşimi üzerinde yükselir. Vaktiyle Bolşeviklerin örgütlenme çabası içinde hemen her fırsatta teorinin önemine vurgu yapan Lenin, bunun pratik çalışmanın önem ve gereğinin ikincil plana düşürülmesi şeklinde anlaşılmaması için de zorunlu uyarıları yapmıştır. Lenin’in dediği gibi, teorik çalışma olmaksızın ideolojik lider olunamaz. Fakat bu çalışmayı devrimci mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamaya yöneltmeden, devrimci teorinin sonuçlarını işçiler arasında yaymaya ve onların devrimci fikirler ekseninde örgütlenmesine yardımcı olmadan da ideolojik lider olunamaz. Aydın çevrelere egemen olan ve mücadelenin pratik boyutundan kopuk, daha ziyade birbirleriyle rekabete, kendi aralarında paslaşmaya ve üstünlük taslamaya odaklanmış bir “teoricilik” merakı ile devrimci mücadele için zorunlu olan devrimci teori üretimi birbirinden tamamen farklıdır. Mekanik aşamalara bölmemek koşuluyla dikkat çekmek gerekirse, devrimci örgütlülüğü inşaya girişebilmek için devrimci teorik temellerin atıldığı bir başlangıç dönemine ihtiyaç vardır. Bu dönem asgari ölçüde geride bırakıldıktan sonra, propaganda-ajitasyon ve örgütlenme biçimindeki pratik devrimci çalışma kaçınılmaz olarak ön plana geçer. Lenin’in titizlikle üzerinde durduğu bu husus Bolşevik tarzın da temel bir özelliğidir. Zaten devrimci pratiğin örgütlenmesine önem verilmediği takdirde, en doğru görünen fikirler bile etkisizleşecek ve son tahlilde bir işe yaramayacaktır. Marx ve Engels’in Kutsal Aile’de değindikleri gibi, fikirler kendi başlarına hiçbir şeyi uygulayamazlar. Fikirleri uygulamak için, belirli bir pratik güce sahip insanlar gerekir. Propaganda ve ajitasyon faaliyetine aydınca veya küçük-burjuvaca yaklaşımlarla Bolşevik tarzda propaganda ve ajitasyon arasında dağlar kadar fark vardır. Lenin’in dediği gibi, şaşaalı sözlerle gösteriş yapmak, sınıfını yitirmiş küçük-burjuva entelektüellerin karakteristiğidir. Böyle bir “huy”a sahip unsurlar örgütlü işçilerin ancak alaylarını hak edebilirler. Komünist propagandacı ve ajitatörler, en basit görünen gerçeklerden en karmaşığına dek işçi sınıfının ve emekçi kitlelerin yaşamını ilgilendiren tüm sorunları onlara sade biçimde ve anlaşılır tarzda açıklayabilmelidirler. Çeyrek aydınların ya da bilgiçliğe özenen küçük-burjuva okumuşların pek de meraklısı oldukları tarzda “lügat parçalama” tutkusu anlaşılmaz bir dil yaratır. Oysa hüner, bildiğini kitlelere berrak biçimde aktarabilmektedir. Marx ve Engels’ten Lenin’e uzanan devrimci damar, propaganda ve örgütlenme konusunda küçük-burjuva anlayışlara vuran pek çok örnekle bezeli bulunuyor. Engels, henüz proletaryanın son derece küçük azınlıklarını kapsayan farklı sosyalist çevreler arasında birbirlerini tüketmeye dayalı bir çekişmenin ve böyle bir “siyasal” faaliyetin sınıfa bir şey kazandırmayacağına dikkat çekmiştir. Onun ifadesiyle, komünistlerin propaganda alanında izleyecekleri doğru taktik, “karşıtımızdan orada burada tek tek kişileri ve üyeleri ayartma taktiği değil, henüz ilgisiz bulunan büyük yığın üzerinde etkili olma” taktiğidir. Yanlış siyasal yaklaşımlarla kafası karıştırılmamış olanlardan kazanılacak tek bir yeni güç, sözde devrimci siyasallaşma adına kafası çorba edilmiş ya da yamultulmuş olanların onlarcasından daha değerlidir. Örgütlenme, propaganda ve ajitasyon konusunda doğru tutum takınabilmenin başlıca koşullarından biri de, devrimci tarihsel geleneğin yıllar içinde ortaya koymuş olduğu kurallara bağlılıktır. Bu kurallar bağlamında öncelikle hatırlanması gereken örneği ise, Lenin önderliğindeki Komünist Enternasyonale katılma koşulları oluşturur. Bir numaralı katılma koşulunda şu hususlara dikkat çekilmektedir: “1. Bütün propaganda ve ajitasyon, gerçekten komünist nitelik taşımalı ve Komünist Enternasyonal programı ile kararlarına uygun düşmelidir. Partinin bütün basın organları, proletarya davasına bağlılıklarını kanıtlamış, güvenilir komünistler tarafından yönetilmelidir.” Sınıf mücadelesinin yakıcı ihtiyaçlarına yanıt verebilecek bir çalışma tarzının ve devrimci disiplinin yerleştirilmesi, devrimci proleter mücadelenin her alanında başarının kilit unsurlarını teşkil eder. Adına lâyık bir devrimci örgüt, sınıf mücadelesinin devrimci deneyiminden süzülmüş kurallara gönül rızası ve gönül ferahlığıyla uymayı başaran militan bir kadro birikimi üzerinde yükselebilir. Bu niteliğe ulaşmış kadrolarla, söz konusu kuralları sıkıcı veya gereksiz bulan ve mücadelenin teorik, eğitimsel ve yazınsal yönlerini daha ziyade aydınca bir faaliyet olarak algılayan unsurlar arasında her zaman kapanmaz bir uçurum olacaktır. Tüm tarihsel deneyim de bunu doğrulayan örneklerle doludur. Çeşitli ülkelerde ve tarihin çeşitli kesitlerinde devrimci parti ve örgütsel çevrelerin yaşamından, burjuva düzen kriterleri bakımından son derece parlak addedilen “yıldız”lar kayıp geçmiştir. Fakat mücadelede kalıcı ve anlamlı sonuçlar hep ve her zaman, daha gösterişsiz olsalar dahi son derece azimli, çalışkan, disiplinli ve yürekli unsurlar tarafından nice ter dökülerek elde edilebilmiştir. Aynı tarihsel deneyim bize, mücadeleye adanmış devrimci propagandacı ve ajitatörlerin de son tahlilde işte böyleleri arasından çıktığını gösteriyor. Lenin’in 1905 Rus devrim deneyimiyle ilgili olarak, “çalışan sınıfın en sağlam öğeleri, kararsızları yönlendirerek, uykudakileri uyandırarak, güçsüzleri yüreklendirerek kavganın en önünde yürüdü” demesi boşuna değildir.

Doğru yöntem ve yaklaşımlar

Devrimci propaganda ve ajitasyonda başarı elde edebilmek, uygulanacak yöntem ve yaklaşımlar konusunda ustalaşmayı da gerektiriyor. Bu konular yaşamla ve deneyimle öylesine iç içedir ki, bunlara dair yazılmış hazır reçeteler bulmak hiçbir zaman mümkün olmamıştır ve olmayacaktır da. İnsanları devrimci propaganda ve ajitasyon temelinde dönüşüme uğratabilmek ve devrimci eyleme katabilmek için her şeyden önce hedef kişiler ya da kitle ile canlı bağlar kurmaya ve onları dinleyip anlamaya ihtiyaç vardır. Devrimci mücadele söz konusu olduğunda, propaganda ve ajitasyon, yalnızca bu faaliyeti yürütenler açısından değil muhataplar açısından da aktif katılımı içeren çok canlı ve değişik boyutlara sahiptir. Devrimci ajitasyon, uygun yöntemlerin yerleştirilmesini ve uygun eylem çağrılarının seçimi üzerinde titizlikle durulmasını talep eder. Bu bağlamda da ancak karşılıklı etkileşime açık yaklaşımlar başarı sağlayabilir. Seslenilen işçilerin beklentilerini ve düzeylerini bilmek ve eylem çağrılarını işçi kitlelerini gerçekten harekete geçirecek biçimde yapabilme hünerini sergilemek şarttır. Ajitasyon, işçilerde yalnızca kapitalist düzenin olumsuzluğunun teşhiri temelinde bir duyarlılığın sağlanması noktasında bırakıldığında bu aksak bir yaklaşım olacaktır. Kitlelere, yıkacakları şey kadar yapacakları şey konusunda da fikir vermek gerekir. Sömürü ve baskı koşullarının işçi kitlelerine teşhiri, bu bataklıktan devrimci bir çıkış yolunun mevcut olduğunu anlatan ajitasyonla birleştiğinde onlarda yeni heyecan ve umutlar doğurabilir. Tek yönlü teşhirler ise, onlara zaten bu düzen tarafından aşılanmakta olan karamsarlık ve çıkışsızlık duygusunu büyütür. O halde sınıf mücadelesinin her alanında işçilerde olumlu bir değişim yaratabilmek için, varolan durumu sergileyen negatif ajitasyonun yanı sıra onlara devrimin ruhunu taşıyacak olan pozitif ajitasyon da gereklidir. Somut eylem çağrıları, hedef işçi kitlesinin örgütlenme düzeyini hesaba katan ve onu ilerletmeyi esas alan akılcı yaklaşımlarla üretilmelidir. Kitlenin devrimci bilincini geliştirmeyi amaçlayan propaganda amaçlı sloganlarla doğrudan eyleme çağıran sloganlar özenle ayırt edilmelidir ki, somut eylem çağrıları net biçimde kavranabilsin. Her eylem çağrısının o eylemi gerçekleştirecek işçi kitlesinin örgütlülüğüne dayandırılması ve eyleme katılacak işçilere pratik eylem hattı konusunda açık bir fikir verilmesi, kitle içinde çalışma yürüten örgütçülerin ve ajitatörlerin gözlerini dört açacakları hususlardır. Bolşevik tarz, örgütçüsünden ajitatörüne tüm kadroların işçi sınıfının devrimci inisiyatifini geliştirecek tarzda davranış özelliklerine sahip olmasını şart koşar. Devrimci propaganda konusunda da özenli yaklaşımları ifade eden bazı temel kurallar mevcuttur. En başta belirtmek gerekirse, devrimci propaganda faaliyeti okul sıralarında uygulanan motomot ders verme yöntemleriyle asla bağdaşmaz. Propaganda faaliyetini, bir eğitim metnini kuru ve didaktik biçimde karşıdakine aktarma biçiminde algılayıp uygulayan kişiler asla başarılı bir propagandacı olamazlar. Doğru fikirler ancak başarılı bir propagandacının elinde canlı, yaşayan, ilgi uyandıran ve hedef kitleyi devrimci tarzda esinlendirip onların görüş ufkunu açan bir araca dönüşebilir. Başarısız bir propagandacının “marifetiyle” ise pekâlâ bir ölü fikirler kalıbına, ruhsuz cümlelere ve sıkıcı bir vaaza dönüştürülebilir. Yaşamın gerçek görünümlerine dikkat edilecek olursa, aralarında çalışma yürütülen sınıf unsurlarının sempatisini kazanabilen örgütçülerin empati yapmayı becerebilen unsurlar olduğu görülecektir. Kısacası her şey karşıtıyla vardır ve karşıtıyla birlikte düşünülmelidir. Hayatın her alanında olduğu gibi, devrimci örgütlenme, propaganda ve ajitasyon çalışmalarına da diyalektik tarzda yaklaşmak zorunludur. Hedef kitlenin durumunu, düzeyini ve burjuva düzence uğratıldığı çarpılmaları göz ardı edip yalnızca tek tipte kurgulanmış birtakım gerçekleri açıklamaya odaklanmak asla iyi bir propaganda yürütüldüğü anlamına gelmeyecektir. İnsan kazanmada birebir ilişki, sözlü iletişim belirleyici yere sahiptir ve bu nedenle de elde edilecek sonuçta propagandacının sahip olduğu özellikler ve izlediği yöntem doğrudan rol oynar. Merkezi düzeyde en doğru ve çarpıcı biçimde ifade edilmiş bir propaganda malzemesi bile, kötü bir propagandacının elinde bir işe yaramayabilir. Propagandacı karşısındakini dinleyip anlamaya özen sarf etmeden, propaganda malzemesini motomot biçimde karşısındakine aktarmaya odaklanırsa sonuç hüsran olur. Çarpıtılmış bilinçleri doğrultabilmek için, öncelikle insanların zihninin içindeki yanlışları bilmek ve öğrenmek elzemdir. İlişkiye geçilen insanları konuşturup yanlışlarını onlarla birlikte su yüzeyine çıkarmak ve çürütmek propagandada büyük önem taşır. Bu faaliyet alanlarında başarı elde edenler, dışa dönük olmak ve karşısındaki kişilerin özelliklerini yakından bilip anlamaya özen sarf etmek gibi meziyetlere sahiptirler. Dünyanın merkezine kendisini koyan ve daima kendisiyle meşgul kişilik özelliklerine sahip olan insanlar iyi örgütçü ve propagandacı olamazlar. Bunun yanı sıra, iyi bir propagandacı doğrular konusunda karşısındakileri ikna edebilecek bilgi donanımına, onların sempati ve güvenini kazanacak içten ve dürüst bir tutuma sahip olabilmelidir. Bu özellikler bir ölçüde doğal biçimde edinilmiş bazı olumlu kişilik vasıflarıyla ilgilidir. Ama büyük ölçüde de sınıf tavrıyla ve iyi bir devrimci düzeyine yükselebilmek için gösterilecek kolektif ve kişisel çabayla alâkalıdır. Örneğin karşısındakini ikna gücü, doğru bir teorik temel ve sağlam bir bilgi donanımı üzerinde yükseldiğinde devrimci bir anlam ifade edebilir. Buna ulaşabilmek ise merkezi düzeyde atılan devrimci teorik temellerin iyice öğrenilmesine, propagandacı ve örgütçülerin planlı bir kolektif çalışma ve de kişisel çaba sayesinde bilgi donanımlarını artırıp pekiştirmelerine bağlıdır. Devrimci bilgi ve devrimci deneyim gibi özellikleri hiç kimse anasının karnından doğarken edinmiş değildir. Bu gibi özellikler, proleter mücadeleye yürekten inanan, tembellikten nefret eden ve kendini dönüştürmek için ter akıtmayı göze alan unsurlar tarafından edinilebilir ancak. Devrimci propagandacı yaptığı işi ve karşısındaki insanı ciddiye alır. Her zaman yüz yüze bulunduğu hedef kitle ve kişilerin durumunu, buradan türeyen farklılıkları hesaba katar. İnsanı dönüştürebilmenin devrimci inanç ve bilgiden kaynaklanan bir enerji yayılımı gerektirdiğini unutmaksızın, her seferinde propaganda konusuna önceden titizlikle hazırlanır. Devrimci propagandacı ve örgütçünün, karşısındaki işçilerin bilgisizliğine güvenip sıradan açıklama ve sohbetlerle durumu idare etmeyi marifet bilen küçük-burjuva solcularla en ufak bir benzerliği olamaz ve olmamalıdır. Devrimci sıfatını alınlarının akı ve bileklerinin gücüyle hak eden kadrolar, propaganda yürütecekleri konularda gerekli bilgiyi tazeleme ve cepten yeme durumuna düşmeme konusunda titiz ve güvenilir insanlardır. İşin aslına bakılacak olursa, bu gibi özelliklere sahip kadrolar çeşitli düzeylerdeki işçi çevrelerini cezbedecek bir devrimci ışıltı yayarlar. Bilinmesi gerekir ki, hemen her konuda son derece yüzeysel ve kulaktan dolma bilgi ile idare etmeyi yaşam düsturu edinmiş kişiler, yılların ilerlemesine rağmen devrimci bilgi, görgü ve deneyimlerini bir türlü geliştiremeyeceklerdir. Yaşam boşluk tanımaz ve böyleleri kendilerinde olmayan hasletler nedeniyle ortaya çıkan boşluğu, karşısındakine şirin görünme maskaralığı veya nabza göre şerbet verme uzlaşmacılığı ile doldurup günü idare etmeye çalışırlar. Bu tür unsurlar kısa vadede işler yolunda gidiyormuş izlenimi vermeyi başarsalar da, orta ve uzun vadede devrimci bir çevrenin bu gibi “kadrolar” nedeniyle büyük kayıplara uğrayacağı açıktır. Münferit yaklaşımlar her ne olursa olsun, genelde işçiler işini ciddiye alıp konusuna iyi hazırlananları ayırt etmeyi başarır ve takdir ederler. Kendi tembellikleri ve yetersizlikleri nedeniyle işçileri sade suya tirit bilgi kırıntıları ile beslemeye kalkışanlar ise, hem kazanılması istenen kişileri geriletir hem de devrimci çevrenin merkezi birikim ve deneyim düzeyini lekelerler. Devrimci teoriye ve yeterli bilgi birikimine dayanmayan propaganda, içlerinde çalışma yürütülen işçi çevrelerinde devrimci mücadelenin tamamen yanlış algılanmasına ve buradan türeyen çarpılmalara neden olur. Devrimci teoriye önem vermeyen ve çeşitli tipte çalışmalarda enerjik ve güvenilir bir tutum sergilemeyenler, sözüm ona bir siyasallaşma adına işçileri de yozlaşma ve düzeysizliğe sürüklerler. İşçi sınıfının devrimci örgütlenmesinde yakıcı biçimde rol oynayacak diğer bir faktör ise, boşa geçirilmeyen zamana dayanan ve sistemli çalışmalarla örülen sabır faktörüdür. Bolşevik propaganda ve örgütlenme tarzı, planlı ilişki, kararlı iletişim ve sabırlı yaklaşım gibi öğeleri içerir. Olumlu tarihsel örnekler incelendiğinde görülecektir ki, Bolşevik propagandacılar farklı çevrelerden işçileri, onların düzeylerini ayırt etme, psikolojilerini bilme ve neyi, ne zaman, ne kadar anlatacaklarını önceden hesaplayarak ilerleme temelinde kazanmışlardır. Devrimci örgütlülüğün inşası yolunda sarf edilecek planlı çabalar ve işçilere sabırla yaklaşım kuşkusuz zaman alacak ve özenli bir emek sarfını gerektirecektir. Ama hedefe başarıyla ilerlemenin de başka bir yolu yoktur ve bu uğurda sarf edilen zaman ve emek asla boşa gitmeyecektir. Çünkü devrimci bir program temelinde örülecek komünist birlik, çok bildiğini sanan bir avuç aydının birliği değildir; sabır ve özenle zahmetli biçimde devrimci dönüşüme uğratılan işçilerin birliğidir. Planlanmış bir faaliyet temelinde insanların dönüşümü için onlara zaman tanımak ve bu konuda sabırlı davranmak devrimci propagandanın gerçekten de önde gelen özellikleri arasında yer alır. En doğrusu, en haklısı ve en çarpıcısı bile olsa, sabırlı ve uzun soluklu bir örgütsel anlayışla birleşmediği sürece hiçbir fikir kendi başına mucizeler yaratamaz. Devrimci mücadeleye kazanılmak istenen işçiler, örgütlenme ve propaganda çalışması yürüten kadroların her ağzından çıkanı bir çırpıda kabullenecek ya da kavrayacak değillerdir. Daha işin başında ve en ufak bir direnç ya da karşı koyuşla karşılaştıklarında hedef kitleye sırtını dönen kadrolar asla iyi propagandacı ve örgütçü olamayacaklardır. Ancak, karşısındakine zaman tanıyacak sabra sahip olan ve iletişim içinde olduğu insana güven vererek onu devrimci fikirlere yaklaştırmayı beceren propagandacılar örgütlü yapıya ciddi katkılarda bulunabilirler. İnsanlar düzensiz ilişkiler temelinde de hiçbir yere kazanılamazlar. Bu konuda ancak sistematik yaklaşım tarzı verim sağlayabilir. Uzun veya düzensiz aralıklarla yürütülen ilişkilerde eksikliği bombardıman usulü propagandayla kapatamazsınız. Böyle bir tarz yarardan çok zarar getirir. O nedenle, yeni işçi bağlarının kurulması kadar kurulan işçi bağlarının takibi ve geliştirilmesi de Bolşevik tarzın ayırt edici unsurları arasındadır. Gelişigüzel ilişkiler kuran veya kurulan ilişkilerin pekiştirilmesi konusunda gereken enerji ve disiplini göstermeyen ya da çevreye kazanılan işçileri dönüştürmek adına ilişkilere bir çırpıda aşırı yüklenip gereksiz kopmalara neden olan tarz “öğrenci tarzı”dır. Bolşevik prensipleri savunan bir örgütsel yapılanmada bu tarza yer olamaz, olmamalıdır. Propaganda konusunda kişilerin sahip olması gereken kimi temel özelliklerin yanı sıra, yöntemsel olarak uyulması gereken bazı genel hususlar da bulunuyor. Örneğin, işçilerin zihnine burjuva düzen tarafından yerleştirilmiş yanlışların yıkılması ve yerine doğruların yerleştirilebilmesi, uygun eğitim tekniklerinin kullanımını gerektiriyor. Doğruların bir kez aktarılmasıyla insanların bunu içselleştirebileceğini ummak saflık olur. Yeni bir konunun öğrenilmesinde tekrar her zaman başrole sahiptir. Bu nedenle, merkezi düzeyde üretilmiş olan devrimci fikir ve belgelerin tekrarı asla ihmal edilemez. Daha önce üretilmiş teorik malzemelerin önemli yönlerini uygun biçim ve dilde tekrar etmeyi başaramayan bir yayın politikası devrimci propaganda amacına doğru biçimde hizmet edemez. Nihayet toparlayarak vurgulayalım ki, tüm propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çalışmasını güdüleyen esas prensip, işçi sınıfının kurtuluşunun ancak kendi eseri olabileceğine duyulan inanç ve güven olmalı. Devrimci ajitasyon, propaganda ve örgütlenmede işçi kitlesine güven telkin etmek kadar, onlara kendi eylemleri temelinde kendilerine güven kazandırılabilmeli. İşçilerin pasiflikten sıyrılması ve kurtuluşu başkalarından beklemeksizin aktif ve örgütlü biçimde harekete geçmeleri sağlanabilmeli. Devrimci mücadele sınıf içinde bu anlayışla çalışacak öncülerden yalnızca boş zamanlarını değil, bu soylu amaca adanmış bütünsel bir yaşamı ve mücadeleyle uyumlu bir yaşam tarzını talep ediyor.

27 Aralık 2007
Devrimci Örgütlenme Sorunu
Share

Sınıf Dayanışması Mücadele İçinde Gelişir

sinif-mucadelesi.jpg

Geçmişten geleceğe

İnsanlığın ilkel komünal toplumdan günümüze uzanan serüveni içinde kapitalist üretim tarzı pek çok açıdan ayrı bir önem taşıyor. Üretici güçlerin gelişiminde geçmişle kıyas kabul etmeyecek bir sıçrama sağlayan bu üretim tarzı, böylece, geleceğin sınıfsız toplumuna ilerlemeyi madden mümkün kılacak bir temeli döşedi. Ne var ki yaşam her zaman zıtların birliği ve mücadelesi temelinde yol alıyor. Kapitalizm de yapıcı özelliklerinin yanı sıra, amansız yıkıcı özellikleriyle seyretti. Kapitalist üretim tarzı, insanı kendisine yabancılaştırır, hemcinsiyle rekabet ve çatışmaya sürüklerken, doğayı da kontrolsüz biçimde sömürdü. Gelmiş geçmiş üretim tarzları içinde hiçbiri, insanın doğal topluluk koşullarından sıyrılıp birey olabilmesini mümkün kılmazken, kapitalizm bunu insanı yalnızlaştırmak ve nihayetinde toplumu atomize etmek pahasına başardı. Kapitalist üretim ilişkileri, insan topluluklarının geçmiş yaşam koşullarından kaynaklanan komünal veya cemaat tarzı dayanışma alışkanlıklarını yerle bir ederken, daha üst düzeyde ve bilinçli bir dayanışmanın inşa edilmesinin zeminini de döşemiş bulunuyor. Kapitalizm, feodal veya asyatik köy topluluklarında tanrının buyruğu gibi algılanan egemenlik ilişkilerini ortadan kaldırdı ve yerine paranın gücüyle tesis edilen yeni egemenlik ilişkilerini geçirdi. Bunu yaparken, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki ilişkileri de uhrevi kabuğundan sıyırarak dünyevileştirdi. Modern sanayi toplumunun ürünü olan işçi sınıfı, eski dönemlerin ezilen sınıflarından farklı olarak, içinde bulunduğu sömürü koşullarının tam anlamda bilincine varacak ve daha da önemlisi bu sömürüyü ebediyen ortadan kaldırabilecek bir potansiyele sahiptir. Bu demektir ki, kapitalizm üretici güçleri geliştirirken aynı zamanda kendi mezar kazıcısını yaratıp büyütmekten kurtulamamakta, kendi yok oluş koşullarıyla birlikte insanlığın sınıfsız toplum düzenine geçiş imkânını da olgunlaştırmaktadır. Sınıf gerçeği toplumsal bir olgudur ve ancak karşıt sınıfla çok yönlü ilişki içinde somut anlamına kavuşur. Bu nedenle, gerek burjuvazi gerek işçi sınıfı bu gerçekliğe iktisadi ve siyasal mücadeleler içinde vakıf olabilmiş, böylece her biri kendi açısından bir sınıf bilinci ve sınıf ideolojisi geliştirmiştir. Kapitalist üretim tarzının insanı bir cemaat unsuru olmaktan kurtarıp, birey konumuna yükselme olanağı sağlaması sınıf olgusuyla çelişmez. Ama bu hassas bir konudur ve doğru yorumlanmalıdır. İnsan denen canlı, yaşamını ancak topluluk içinde var edebilir ve sürdürebilir. Topluluktan kopup mutlak anlamda yalnız kalan bir insan, ya sefalet içinde ölür gider ya da aklını yitirip hiçleşir. O nedenle birey olmak, hiç de şu ya da bu insan topluluğu dışında tek başına var olmak anlamına gelmiyor. Tersine bunun anlamı, bir topluluk içinde kendini kendi konumunun ve potansiyelinin bilincine ulaşarak var edebilmek demek. Birey olmak, bir sürüye bilinçsizce katılma konumundan sıyrılıp, kişinin kendi ayakları üzerinde durmayı becermesini ve kendi iradesiyle bir topluluğun unsuru olabilmesini anlatıyor. Birbirine karşıt sınıf çıkarlarıyla bölünmüş kapitalist toplumda birey olmak, burjuvazi ve işçi sınıfı açısından somut yaşamda kuşkusuz farklı anlamlar içermekte, farklı sonuçlara işaret etmektedir. Burjuvazi için bu, bir yönüyle, ancak rekabet içinde var olabildiği diğer burjuvalar arasında ve karşısında varlığını sürdürmeye muktedir olabilmesidir. Diğer bir yönüyle ise, tüm bu rekabet duygularına rağmen gerektiğinde işçi sınıfı karşısında bir domuz topu gibi birleşme bilincine ve iradesine sahip bulunmasıdır. Bunun dışında burjuvalar, işçi sınıfının sırtından sağladıkları zenginliğin tadını bireysel olarak gönüllerince çıkarma lüksüne sahipler. Bu nesnellik burjuva ideolojisinde “her koyun kendi bacağından asılır” benzeri vecizelerle yansımasını bulurken, burjuvazinin ayrıca işçi sınıfının aklını karıştırmak üzere bireyciliği ve bencilliği özendirmeye ihtiyacı var. Burjuva ideolojisinin topluma aşılamaya çalıştığı bireycilik eğiliminin, bilinçli bir topluluk yaşamını üreten bireyler olabilmeyi başarma hedefiyle hiçbir alakası bulunmuyor. Bencilliği ve bireyciliği pompalayan ideolojiler, aslında kapitalizmin yarattığı toplumsal çürüme ve yozlaşma koşullarının ifadesidir ve bu koşulların yeniden üretimine hizmet etmektedir. Burjuvazi bu tür ideolojik motiflere, toplumu atomize etmek ve işçi sınıfını örgütlü mücadeleden uzak tutmak amacıyla ihtiyaç duyuyor. Ve de aslına bakarsanız, bu tür ideolojiler işçilerin çalışma ve yaşam koşullarıyla pek de bağdaşmıyor. Neticede bu tür burjuva ideolojik zırvalara en çok sahip çıkıp, bunları başkalarına aşılamaya çalışanlar küçük-burjuva psikolojisiyle sakatlanmış çeyrek aydınlar olmaktadır. Böylece hemen her konuda olduğu gibi, işçi sınıfına bencil bireyciliğin ve örgütlü mücadeleden kaçış eğiliminin bulaştırılması bakımından da küçük-burjuva yaklaşımlar, egemen sınıfın ideolojik taşıyıcısı rolünü sürdürmektedirler.

Devrimci ve toplumcu ideoloji

İşçi sınıfının içinde bulunduğu çalışma ve yaşam koşulları, aslında toplumcu fikirlerin, sınıfsal dayanışma ve insanca paylaşım duygularının yeşermesi bakımından elverişli bir zemin sunuyor. Bu nedenle de proletaryanın sınıf bilinci ve sınıf ideolojisi devrimci ve toplumcudur. Marksist dünya görüşü, kişiyi egemenler karşısında yalnızlaştırıp yenilgiye mahkûm eden bireyciliğin karşısındadır. Yoksulu birbirine düşürüp kırdırmaya çalışan bencilliğin ve sınıfın birlik potansiyelini yok eden acımasız rekabet eğiliminin düşmanıdır. İşçi sınıfına yaraşan eşitlikçi, paylaşımcı, toplumcu düşünce ve duygular bir hayal âleminin ürünü olmayıp, doğrudan doğruya nesnel dünyadaki somut koşulların bilinçli ifadesidirler. Burjuvalar işçi sınıfına karşı ortak siyasal çıkarları temelinde bir sınıf olarak harekete geçtiklerinde bile, iktisadi varoluş koşullarının temel yapı taşı olan rekabet ortadan kalkmıyor. Burjuvazinin dünyasında bireyler arasındaki rekabet, onları gerçekten motive eden ve diğer birine oranla daha fazla kazanmayı mümkün kılan faktördür. Sosyal konumları itibarıyla ne denli bütünsel bir sınıf oluştursalar da, burjuvalar, işçi sınıfının sırtına serdikleri kurtlar sofrasından daha büyük payı kapmak üzere kendi aralarında tepişmekten asla geri duramazlar. Özetle, bireyciliğin, bencilliğin, rakibini ezerek üste çıkma arzusunun burjuva sınıf açısından son derece maddi bir zemini vardır. Bu bakımdan, insanlığı ileriye taşıyacak olan toplumcu fikirler, insanı daha da fazlasıyla insan kılan güzelim dayanışma ve paylaşım arzusu özünde burjuva âleme yabancıdır. Bir de işçi sınıfının varoluş koşullarına bakalım. Yaşamını işgücünü satarak sürdüren işçilerin çıkarları gerçekten de ortaktır. Aralarında çalışma koşulları veya ücret düzeyi açısından farklılıklar olsa dahi, bu gibi eşitsizlikler sınıf kardeşleriyle rekabetten değil patronlarla ilişkilerinden kaynaklanır. Bir başka deyişle, kapitalist sınıfın varoluş koşullarından biri olan rekabet olgusu işçi sınıfı için aynı kapsamda geçerli değildir. İşçiler arasındaki rekabet, olsa olsa, burjuvazinin onları bölmek amacıyla yarattığı ve sınıf bilinciyle donanım sayesinde aşılabilecek bir fenomendir. Kısacası işçiler, sınıfın içinden çıkıp ona ihanet eden işçi aristokrasisi ve işçi bürokrasisi sorunu bir tarafa bırakılırsa, hangi iş koşullarında, hangi sektörde ve hangi ülkede çalışıyor olurlarsa olsunlar, kelimenin gerçek anlamında bütünsel bir sınıf oluşturma, burjuvazi karşısında ortak bir mücadele yürütme potansiyeline sahiptirler. Ne var ki, bu potansiyelin harekete geçirilebilmesi ve kapitalistler karşısında fiili bir güce dönüştürülebilmesi ancak sınıf bilinciyle donanmak ve örgütlü mücadele sayesinde mümkün olabiliyor. Bilindiği üzere gündelik yaşam mücadelesi işçiler için alabildiğine yorucu ve bıktırıcıdır. İnsanda kendi sınıfsal varoluş koşullarını düşünecek, bu gibi konuları kendi başına bilince çıkartacak zaman ve derman bırakmaz. Hiç kimse bu tür zaafların üstesinden tek başına gelemez. İşçilerin patronlar karşısında ortak bir sınıf oluşturduğu ne denli tartışmasız bilimsel bir gerçeklikse, işçinin tek başına kaldığında tüm sorunları, zaafları, korkuları, boş inançları ile herhangi bir insancıktan öte bir şey olamayacağı da o denli doğrudur. İşçileri ancak örgütlü mücadele, öyle tek başına insancıklar olarak varolma durumundan çıkartıp devasa bir sınıfın başı dik bireylerine dönüştürebilir. Nasıl ki işçi sınıfını kendiliğinden sınıf olma durumundan kendisi için sınıf olma düzeyine sıçratan kaldıraç örgütlü mücadeleyse, işçiyi sınıf kardeşiyle bireysel çekişme ve rekabete sürüklenmekten kurtaracak olan da örgütlü mücadeleden başkası olamaz. Burjuvazi açısından olsun işçi sınıfı açısından olsun, aslında hiç kimse örgütsüz durumdayken sınıf çıkarlarını gerçek anlamda savunamaz. Bu kural iktisadi düzeyde geçerliyse, siyasette haydi haydi böyledir. Proleter sınıf tutumu, ancak devrimci temellerde siyaseten örgütlenerek ortaya konabilir. Kendine güvenini hepten yitiren kişinin, moral anlamda adeta felce uğradığı, potansiyellerini harekete geçiremez bir duruma sürüklendiği biliniyor. Sınıf açısından da böyle bir hastalık veya tehlike durumu söz konusudur. Burjuva ideolojisi, proletaryayı kendi sınıfsal gücünü hissedemeyen, bu gücün bilincine eremeyen güdülecek bir sürü konumuna iteleyebilmek amacıyla her an işbaşındadır. Genel anlamda toplumda egemen olan fikirlerin, egemen sınıfın fikirleri olduğu da yadsınamaz. Ancak, farklı çıkarlarla bölünmüş sınıflı toplumlarda ezilen sınıfların ilânihaye bir koyun sürüsü gibi otlamadığı da tarihsel kayıtlarla sabittir. Her devirde, haksızlığa, eşitsizliğe, zulme karşı isyan ateşini körükleyen ve böylece kitleyi harekete geçiren öncüler var olmuştur. Üstelik proletarya diğer ezilen sınıflardan farklı olarak, başladığı işi sonuna erdirme şansına ve imkânına sahip yegâne ezilen sınıftır. Bu büyük potansiyel güç harekete geçmeyi bekliyor. Hal böyleyken, burjuvazinin uzun süren çok yönlü saldırıları nedeniyle bugün işçi sınıfı örgütlü mücadeleye yeterince yakın durmuyor. Zira burjuva ideolojisinin sistematik biçimde sınıfın kafasına indirdiği darbeler onu sersemletti ve kendi gücüne güvenini yitirdiği bir gerileme içine sürükledi. Özellikle 80’lerden bu yana yükseltilen neo-liberal saldırı, işçi sınıfının tarihsel deneyimini hafızalardan kazıma yolunda bir hayli başarılı oldu. Böylece sosyalizm, genelde genç kuşaklara kötü ve başarısız bir düzen, yaşamda gerçek karşılığını bulamayacak geçersiz bir düşünce olarak kavratıldı. Hayat boşluk tanımayacağına göre de, işçi ve emekçi kitlelerin moral dünyası burjuva ideolojisinin aşıladığı çeşitli saçmalıklarla zehirlendi. Neticede işçi sınıfı, kendisinde potansiyel olarak var olan örgütlenme, mücadeleye atılma, sınıf kardeşleriyle dayanışma gibi güzel ve devrimci hasletlerden kuşku duyan bir kimliksizlik durumuna sürüklendi. Ancak bu tablo sadece genel bir durum tespitinden ibaret. Bugün dünyanın pek çok noktasında işçiler bu karanlık tabloyu parçalamaya giriştiği gibi, yarın isyan dalgasının daha da yükseleceğinden kimsenin kuşkusu olmasın. Ama değişim hiçbir zaman durduk yere gerçekleşmiyor. Eğer işçi sınıfının devrimci temellerde şaha kalkması arzulanıyorsa, bu arzuyu yüreğinde hisseden her işçi önce kendi çapında bir silkiniş yaşamalı. Ve küçük bir örgütlü işçi çevresinin bile, isyan ateşini tutuşturacak kıvılcımları pekâlâ diğer işçilere saçabileceğine inanılmalı. İşçi sınıfı yeniden kendi gücünü hissetmeli, bu güce güvenmeli. Burjuva ideolojisinin, devrimci mücadele dönemlerinin artık geri gelmeyecek biçimde kapandığı veya işçi sınıfı diye bir şey olmadığı yolundaki yalanları tarihin çöp sepetine fırlatılıp atılmalı. İktisadi mücadeleden siyasi mücadeleye, işçi sınıfı yaşamın tüm alanlarında tarihin bir numaralı öznesi olarak yerini almalı. Bugünün işçileri, geçmiş dönemlerde sınıflarının gücünün nelere kadir olduğunu bilince çıkartacak örgütlü çabaları ellerinin tersiyle bir kenara itme lüksüne sahip değiller. İşgücünden başka satacak bir şeyleri olmayan yoksul kitleleri koyu bir cehalete, akıl almaz bir yozlaşmaya, zorbalığın egemen olduğu bir dünyaya hapsetmeye çalışan burjuva düzen karşısında sessiz ve hareketsiz kalınamaz. İşçi sınıfı kendisini, patronundan burjuva siyasetçisine, sendika bürokratına dek her türlü düzen gücü karşısında, boynu bükük ve sürünen bir köle konumuna düşüremez. Kendi gücüne güvenmeyi öğrenmeyen, kazanmanın hazzını da hiçbir zaman tadamaz. Unutulmasın, tehlikeli olan örgütlü mücadeleye atılarak ayağa dikilmek değildir. Pasif bir köle gibi sürünerek ölmektir asıl tehlikeli olan. Sınıf mücadelesi, sınıf dayanışması, devrimci paylaşım gibi yüce değerlerin bugünün küresel piyasasında beş para etmediği palavralarıyla beyin yıkayan burjuva ideolojisinin defterini dürmenin zamanı gelmedi mi?

Tarihsel örnekler

Geçmişini bilmeyenin geleceği de olamaz derler. Ne kadar doğrudur. İşçi sınıfının mücadele tarihi de işte öylesine önem taşıyor. Bu tarih, bugün işçilere varılması imkânsızmış gibi görünen hedeflere, geçmişte devrimci örgütlü mücadele sayesinde nasıl varılabildiğini çeşitli örneklerle gözler önüne seriyor. İşin çarpıcı yönü, proleter mücadelenin yükseldiği dönemlerde işçilerin ve devrimcilerin, ulusal sınırları aşıp giden enternasyonal sınıf birliğinin ve dayanışmasının göğüs kabartıcı örneklerini yaratmış olmalarıdır. Burada bu bağlamda birkaç önemli örneği kısaca hatırlatalım. 1864 yılında kurulan Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal), üzerinden uzun yıllar geçmiş olmasına rağmen bugün de büyük bir tarihsel önem taşıyor. Çeşitli ülkelerden işçileri bağrında toplayan Birliğin Londra kuruluş kongresinde seçilen merkez yöneticileri arasında Marx da vardır. Marx ve Engels tarafından Komünist Manifesto’da dillendirilen uluslararası eylem çağrısı, Birliğin örgütlenmesi sayesinde sınıf içinde fiilen yansımasını bulmuş gibidir: Bütün ülkelerin işçileri birleşin! Kuruluşundan itibaren Avrupa’da gelişen grevleri ve çeşitli işçi eylemlerini destekleyen Birlik, çocuk ve kadın işçiler başta olmak üzere işçi sınıfının ücret ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş saatlerinin kısaltılması için militan bir mücadele yürütmüştür. Paris Komününde de etkili olan Uluslararası İşçi Birliği’nin çeşitli ülkelerdeki işçileri kucaklayan üye sayısı, 1871 yılında The Times gazetesinin belirttiğine göre 2,5 milyona ulaşmıştır. Uluslararası İşçi Birliği’nin Kuruluş Çağrısı’nda Marx, işçilerin en önemli başarı unsurunun sayıları olduğuna dikkat çeker. Ama bu sayı, ancak güç birliği ile birleştiğinde ve bilgi ile yönetildiğinde terazinin kefesinde bir ağırlık haline gelebilmektedir. Değişik ülkelerin işçileri arasında bulunması gereken ve kurtuluş için verdikleri bütün mücadelelerinde onları sıkı sıkıya bir arada durmaya teşvik eden kardeşlik bağının önemi asla küçümsenemez. Bu yaşamsal bağı görmezden gelmenin ortak bir bozgun ile cezalandırılacağı açıktır. Tarihsel deneyim, Marx’ın vurguladığı bu hususların yakıcı önemini defalarca kanıtlamış bulunuyor. İşçi sınıfının kurtuluşu, enternasyonal mücadele bilinci ile harekete geçen ve kardeşçe kenetlenen işçilerin kendi eseri olabilir ancak. Uluslararası İşçi Birliği’nin Genel Tüzüğünde belirtildiği gibi, işçi sınıfının kurtuluş mücadelesi, eşit haklar ve görevler ve her türlü sınıf egemenliğinin kaldırılması uğruna mücadele anlamına gelmektedir. Emeğin kurtuluşu, ne yerel ne de ulusal bir sorun olmayıp, modern toplumu içeren bütün ülkeleri kucaklayan ve örgütlü işçilerin teorik ve pratik işbirliğine dayanan toplumsal bir sorundur. İşçi sınıfı hareketinin başarısı, uluslararası birlik ve dayanışmanın gücü dışında başka bir şeyle sağlanamaz. Yine Marx, Birliğin 1866 Eylülünde Cenevre’de toplanan Birinci Kongresine gönderdiği talimatlarda çok önemli bir hususa değinir. Değişik ülkelerin işçilerinin, emeğin kurtuluş ordusu içinde kendilerini kardeş ve yoldaş olarak hissetmekle kalmayıp, böyle hareket etmelerini sağlamak, Uluslararası İşçi Birliği’nin başta gelen amaçlarından biri olmalıdır. İşçi sınıfının tarihsel Birinci Enternasyonal deneyiminden miras kalan bu ilkesel açılım ve yaklaşımlar, bugün de sınıf mücadelesinde takipçisi olacağımız devrimci kurallardır. Uluslararası İşçi Birliği’nin yaktığı devrimci meşale, haksız savaşlar karşısında işçilerin burjuvaların oyununa gelmeyip birbirlerine kardeşlik elini uzatmaları bakımından da yolu aydınlatmıştır. 1870 Fransız-Alman savaşı esnasında Enternasyonal’in yolunu tutan işçiler, “kendi” burjuvalarına karşı ortak bir mücadeleyi örgütlemek için çaba sarf ederler. Devrimci Fransız işçilerinin enternasyonal mücadele ruhuyla yüklü çağrılarına, Almanya’dan 50 bin Saksonya işçisini temsil eden bir delegeler toplantısından yine aynı mücadele aşkını yansıtan yanıt gelir: “Fransa işçilerinin bize uzattıkları kardeşçe eli sıkmakla mutluyuz. Uluslararası İşçi Birliği’nin Bütün ülkelerin proleterleri, birleşiniz! sloganına saygılı, bütün ülkelerin işçilerinin dostlarımız ve bütün ülkelerin despotlarının da düşmanlarımız olduklarını hiçbir zaman unutmayacağız!” İşçi Paris, 1871 yılında sınıfın bu enternasyonal mücadele yolundan ilerler. Paris Komünü, egemen güçlerin kışkırttığı savaşlarda işçilerin ellerine tutuşturulan silahları sınıf kardeşlerine yöneltmeyip, kendilerini ezen burjuva iktidarlara çevirmeleri bakımından tarihsel bir örnek sunar. Paris Komünü aynı zamanda, işçi sınıfının ilk kez kendi öz istemleri ile siyaset sahnesine girdiği unutulmaz bir deneyimdir. Bu deneyimi yaratanlar, Marx’ın “göğü fethe çıkan komünarlar” diye selamladığı Paris’in yiğit kadın ve erkek işçileridir. Proletaryanın kurtuluşa erişmek bakımından henüz yolun başında bulunduğu bir tarihsel kesitte yaşanan Paris Komünü, yine de nelerin yapılması ya da yapılmaması gerektiğine dair son derece önemli dersler vermiştir. 1871 Martında dünyaya gözlerini açan bu ilk işçi iktidarı, ancak yetmiş iki gün yaşayabilmiş ve burjuvazinin kudurgan saldırısı altında can vermiş olsa da, proletaryanın insanlığı özgürlüğe kavuşturabilecek bir sınıf olduğunu dosta düşmana kanıtlamıştır. Komün’ün yenilgisi bile, tarihin ilerleyişi içinde neticede kazanan tarafın işçi sınıfı olacağı gerçeğini dünyaya haykırır. Marx’ın sözleriyle: “İşçi Paris, Komünü ile birlikte, yeni bir toplumun şanlı öncüsü olarak her zaman yüceltilecektir. Şehitlerinin anısı, işçi sınıfının büyük yüreğinde sevgi ve saygı ile korunmuştur. Kıyıcılarına gelince, tarih onları daha şimdiden sonsuz bir teşhir direğine çivilemiştir, ve rahiplerinin tüm duaları onların günahlarını bağışlatamayacaktır.” Devrimci işçiler, büyük toplumsal devrimin şafağı olan Komün deneyimine sahip çıkmışlar ve işçi Paris’in göğe yükselen çağrısı o günden bugüne nice ülkede, nice mücadeleler içinde yankılanmıştır: Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için! Keza yıllardır dünya işçilerinin devrimci coşkusunun ve devrimci mücadele azminin ifadesi olan Enternasyonal marşının sözleri de, Komünarların saflarında dövüşen ve Komün’ün örgütlediği Kamu Hizmetleri Komisyonu’nun üyesi olan işçi kökenli Eugene Pottier’in armağanıdır. Parisli işçilerin yiğit mücadelesi, dünya işçi sınıfının bu ilk siyasal iktidar deneyimi tek örnek olarak kalmayacak ve 1917 Ekiminde kızıl bayrak Rusya işçilerinin ellerinde dalgalanacaktır. Ekim Devriminin ateşini yansıtan bilinen bir yaşam öyküsüdür, kaba saba giyimi içinde ayağa dikilen bir işçi, Bolşeviklerin yanlış yol tuttuğu doğrultusunda kendisine ders vermeye kalkışan bazı ukala üniversite öğrencilerine şöyle seslenir: “Ben onu bunu bilmem; iki sınıf var: burjuvazi ve proletarya. Ya birinden yanasındır ya da diğerinden”! İşte dünyayı yerinden oynatacak güç bazen sıradan bir işçinin bilincine vardığı bu gerçeklikte, bu yalın sözcüklerde gizlidir. İşçi sınıfı Ekim Devrimi örneğiyle, tarihsel görevinin üstesinden gelebileceğini Paris Komünü deneyimini de aşan biçimde ortaya koymuştur. Bu devrimin tutuşturduğu yangın, o gün bugündür dünya işçilerinin devrimci enternasyonal mücadelesinin büyük esin kaynağı olmayı sürdürüyor. Dünya işçilerinin uluslararası devrimci mücadele geleneğinin en önemli halkasını oluşturan Üçüncü Enternasyonal (Komünist Enternasyonal) ise, başta Ekim Devrimi olmak üzere işçi sınıfının çeşitli ülkelerdeki devrimci kavgasının ürünü ve bu kavganın taçlanmış ifadesi oldu. Onun harcı, Lenin önderliğinde azimli bir mücadeleyi sürdüren Bolşeviklerin alın teriyle ve son nefeslerinde bile “Yaşasın Devrim!” diye haykıran Rosa gibi devrimci Marksist savaşçıların ölümsüz çabalarıyla karıldı. İşçi sınıfının bu enternasyonal örgütünün kuruluş kongresine, çeşitli ülkelerdeki örgütlenmeleri temsilen 51 delege katılmıştı. Kongrece kabul edilen Manifesto, bütün ülkelerin kadın ve erkek işçilerini, emperyalist barbarlığa, burjuva devlete ve burjuva mülkiyetine, toplumsal ve ulusal baskının her türüne karşı enternasyonalin kızıl bayrağı altında birleşik mücadeleye çağırmaktaydı. Komünist Enternasyonal’in İkinci Dünya Kongresinin Manifestosu, sınıfın öncü kesimleriyle geri safları arasındaki ilişkiyi ele alıyor ve bazı yanlış kavrayışların önüne geçmek amacıyla öncünün tarihsel rolüne vurgu yapıyordu. Manifestoda belirtildiği üzere, kapitalist düzen insanlığı sefalet ve cehalet denilen dipsiz bir okyanusa sürüklemekteydi. Bu derinliklerden yüzeye çıkmayı başaran her tabakanın ardından, aynı çabanın içine girecek bir başka tabaka belirmekteydi. Öncü, devrimci kavgayı başlatmak için bu geri saflardaki kitleyi bekleyemezdi. En geri tabakaların uyandırılması, eğitilmesi ve harekete geçirilmesi görevini yerine getirecek olan esasen bizzat devrimin kendisiydi. Ekim Devriminin çok canlı şekilde tanıtladığı üzere, devrim geride duranları harekete geçirmiş ve işçi kitlelerini tarihin öznesi konumuna yükseltmişti. Ekim Devriminin önderlerinden Troçki, ilerleyen yıllar içinde kaleme aldığı Rus Devriminin Tarihi adlı eserinde, sıradan işçilerin iktidara yükselişi karşısında hayretle sızlanan bir Rus generalinin şu sözlerini aktaracaktı: “Bir mübaşirin veya bir Adalet Sarayı kapıcısının aniden sulh hakimleri kurulunun başkanı olabileceğine kim inanırdı? Bir berberin yüksek düzeyli bir memur, dünün asteğmeninin başkomutan ya da dünün uşağı veya seyisinin vali olacağına kim inanırdı? Kim inanırdı dünün çilingirinin bir atölyenin başına geçeceğine?” Troçki’nin aynı yerde yanıtladığı şekilde, “buna inanmamazlık edilemezdi, çünkü asteğmenler generalleri yenmişlerdi; eski seyis yeni vali dünün efendilerini sigaya çekmişti; vagon tekerleklerini yağlayanlar nakliye işlerini üstlenmişlerdi; çilingirler müdür olarak sanayiyi şaha kaldırmıştı”! Sovyetler iktidarı sayesinde yeni bir dünyaya gözlerini açan proletarya, daha sonra devrimin geri bir ülkede yalıtılması neticesinde uç veren bürokratik karşı devrimin üstesinden ne yazık ki gelemedi ve iktidarını yitirdi. Böylece Üçüncü Enternasyonal de egemen bürokrasinin çizmeleri altında can çekişmeye başladı. Ama proletaryanın enternasyonal örgütlenme çabası bir yandan Troçki gibi devrimci önderler eliyle sürdürülmeye çalışılırken, öte yandan Ekim Devriminin esin bayrağı bundan sonra da dünyanın çeşitli ülkelerinde işçilerin elinde yükselmeye devam etti. 1936-39 İspanya İç Savaşı, faşizme karşı mücadelede devrimci sınıf güçlerinin sergilediği enternasyonal dayanışma ve mücadele azmiyle unutulmaz bir örnektir. Çeşitli ülkelerden binlerce gönüllü, direnen kızıl Madrid’i faşizmin saldırılarına karşı son nefeslerine dek savunmak için İspanya’daydılar. Ortak düşmana karşı İspanya işçi sınıfıyla yan yana dövüşmeye gönüllü bu devrimcilerin oluşturduğu Uluslararası Tugaylar, işçi dayanışmasını ete kemiğe büründüren ve proletarya enternasyonalizmini ölümsüzleştiren bir örnek olarak sınıf belleğine kazındı.

Mücadele en iyi okuldur

İspanya’da ya da bir başka ülkede işçilerin ve devrimcilerin kahramanca mücadeleleri siyasal önderliklerin ihaneti nedeniyle yenilgiye uğramış olsa da, tarihin bir kuralı değişmiyor. Dövüşerek yenilen ordular, zafere ulaşabilmek için neyi eksik veya yanlış yaptıklarının dersini zamanla çıkartabiliyorlar. Ayrıca da, uzun yıllar boyunca yürütülmüş olan devrimci ve anti-faşist mücadeleler toplumsal hafızada derin izler bırakıyor. Bu tür deneylerin okulundan geçmiş işçi sınıfı, bir dönem gerilese ve uykuya yatsa da tekrar uyandığında mücadeleye sıfırdan başlamıyor. Mücadelenin yeniden canlanmasıyla birlikte, tarihsel hafızaya kayıtlı deneyimlerin etkisi kendini hissettiriyor ve güncel mücadelede sıçramalara neden olabiliyor. İşçi sınıfının bu tür kazanımları ulusal sınırları aşıp evrensel etkiler yaratan bir güce sahiptir. Yine de bir deneyimi doğrudan yaşamakla, yaşanmış başka deneyimlerden dersler çıkartmak aynı şey değildir. Türkiye örneğinde olduğu gibi, bizzat devrim deneyimlerinin okulundan geçmemiş bir işçi sınıfının tarihsel hafızası zengin değildir. Keza faşizme karşı diyelim İspanya’daki gibi bir devrimci mücadele yürütülmemiş olan Türkiye’de, faşist rejimin yarattığı tahribat bu nedenle çok daha derin ve uzun süreli olmuştur. Bugün dünya işçi hareketinin yakıcı ihtiyaçlarına ek olarak, Türkiye’de işçi sınıfının bir de 12 Eylül faşist rejiminin yarattığı toplumsal karabasanın izlerinden kurtulmaya ihtiyacı var. Sendikal hareketteki muazzam gerilemeden tutun da siyasi mücadeledeki tıkanıklığa dek, Türkiye’de katmerlenerek birikmiş olan sorunlar ancak mücadele sayesinde aşılabilecektir. Yalnız bu noktada da işçileri çok yakından ilgilendiren bir başka sorunu göz ardı edemeyiz. Mücadeleden söz açıldığında, işçilerin genelde solda birlik olmadığından yakındığı biliniyor. İşçi sınıfının birlik arzusu ne denli anlaşılabilir bir olgu olsa da, Türkiye’de bu konunun biraz da mücadeleden geri durmayı haklı çıkartacak bir bahane olarak kullanıldığını vurgulamak gerek. Çeşitli vesilelerle değindiğimiz üzere, tüm solu kucaklayan siyasal bir birlik arzusunun gerçek yaşamda karşılığı olmayan boş bir düş olduğu bilinmeli. Zira hiçbir kapitalist toplumda tek bir çeşit sol anlayış bulunmuyor. Tersine, burjuva solundan küçük-burjuva sol anlayışlara, devrimci işçi örgütlerinden reformist burjuva işçi partilerine dek, sol siyaset arenası aslında alacalı bulacalı geniş bir yelpaze gibidir. Bu tür gerçekleri işçilerin bilincine çıkartacak ve mücadeleci işçileri kendi deneyleri temelinde devrimci sınıf siyaseti altında birleştirecek olan da son tahlilde mücadele okuludur. Devrimci mücadele deneyiminde zayıf bir tarihsel geçmişi olan Türkiye’de, bu temel gerçeklerin algılanıp kabul edilmesi bakımından da işçi sınıfının çeşitli zaaflara sahip olduğunu unutmayalım. Bilindiği gibi, geçmişin izi olumlu ve olumsuzuyla gelecek kuşakların üzerine düşmektedir. Bizim Asyatik köklerimiz ve devletçi geleneğimiz de, genel olarak toplumda, farklı sınıfsal tutumlardan kaynaklanabilecek siyasal çeşitliliğe pek de sıcak bakmayan bir monolitiklik anlayışı yerleştirmiştir. Ayrıca aynı gelenek, sosyal kazanımlardan tutun örgütsel birliklere dek her şeyin tepeden olup bitmiş biçimde önüne konmasına alıştırmıştır insanları. Diyelim Avrupa ülkelerinde bilinçlenmekte olan işçi, genelde mücadeleye, “bu haklı kavgayı yürütecek olan da benim, doğru düşünceleri yaşama geçirecek olan da ben” diye yaklaşmaya daha yatkınken, bizim ülkemizde durum biraz farklıdır. Bizde ilk adımı önce başkasının atmasını bekleme zihniyeti oldukça yaygındır. Bu nedenle de atılması gereken o ilk adımlar kolay kolay atılamaz. Geçmişin tarihsel izleri bugünkü kuşakların üzerine hâlâ düşüyor olsa da, öte yandan artık dünyaya çok daha fazlasıyla açılan ve dünyadaki gelişmelerden çok daha fazlasıyla etkilenen bir Türkiye söz konusu. Bu nesnelliğin etkileri, geçmiş işçi kuşaklarıyla kıyas kabul etmez derecede kentli ve eğitimli genç işçilerde bir zihniyet değişikliğinin önünü açabilir. Ne var ki bu bağlamda olumlu sıçramaların yaşandığını henüz söyleyemiyoruz. Bunun bir nedeni son tarihsel kesitte genci ve yaşlısıyla işçi sınıfını sersemleten baskılarsa, diğer bir faktörü de burjuva ideolojisinin örgütsüz emekçi kitlelerin yaşamını esir alan çok yönlü aldatmacaları teşkil ediyor. Bu engeller de kendiliğinden değil, sınıfın öncü unsurlarının doğru mücadele hattında harekete geçirilmesi ve böylece giderek kitlenin de kendine güvenmeyi öğrenmesi sayesinde aşılacak. Hüner, sendikalı sendikasız veya işli işsiz ayrımlarına takılmadan, sınıfın dinamik, mücadeleye yatkın ve militanlık vadeden unsurlarını harekete geçirebilmekte. Zirveye ulaşmak için atılan adımlar başlangıçta küçük ve zirve muazzam uzaklıkta görünse de, azmin elinden hiçbir şey kurtulmuyor. Küçük örneklerden büyük örneklere bu böyle. İşçiler fabrikalarda, işyerlerinde kendi taban örgütlülüklerini sağladıklarında sendika bürokrasisinin etkisinin kırılmaya başladığını görecekler. Bitişikteki fabrikada grev patlak verdiğinde dayanışma örgütleyen işçiler, yalnızca tek bir işyerine sıkışıp kalan kader ortakları olmadıklarını anlayacaklar. Bir işkolundan diğer bir işkoluna direnişteki işçiler için örgütlenen destek, işçilere büyük bir sınıfın evlatları olduklarını öğretecek. Başka ülkelerdeki işçilerin haklı mücadelelerinin ateşini yüreklerinde hisseden işçiler, uluslararası dayanışmayı örgütlemek için kolları sıvayacaklar. Mücadele küçüğünden büyüğüne en iyi okuldur. Sınıf birliği mücadele içinde örülür, sınıf dayanışması mücadele içinde gelişir. Unutmayalım: birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için… Selam olsun, uluslararası işçi dayanışmasını güçlendirmek ve sınıfın mücadele birliğini ilmek ilmek örmek için ter akıtan günümüz işçilerine! Yaşasın İşçi Sınıfının Enternasyonal Mücadele Birliği! Yaşasın Uluslararası İşçi Dayanışması!

24 Haziran 2006
İşçi Sınıfı ve Mücadelesi
Devrimci Örgütlenme Sorunu
Proleter Devrim
Share

Sendikal Mücadelede İlkeli Tutum

metal_umutsen-2_1.jpg

Sendikal mücadeleye yaklaşım konusu, siyasi anlayışlardaki farklılıklara bağlı olarak her zaman önemli tartışmalara neden oldu. Bu konu günümüzde de öneminden bir şey yitirmiş değildir. Hele işçi hareketinde yaşanan gerileme koşulları hesaba katılırsa, bugün sınıfın her alanda olduğu gibi sendikal alanda da militan bir mücadeleyi güçlendirecek görüş ve değerlendirmelere ihtiyacı olduğu çok açıktır. Bu bakımdan kuşkusuz yolun başında bulunmuyoruz. Devrimci Marksist gelenek, pek çok sorunda olduğu gibi sendikal mücadeleye yaklaşım konusunda da doğru görüş ve taktiklerle donanmayı mümkün kılıyor. Dünya işçi sınıfının uzun yıllar içinde biriken mücadele deneyiminin dersleri, işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesine gönül verenlerin yolunu aydınlatıyor. Ancak, ideolojik, örgütsel ve siyasal alanda yaşanan gerileme dönemi, işçi hareketinin militanlık düzeyinde çok ciddi bir irtifa kaybına yol açtı. Devrimci geleneğin günümüzde de sahip çıkılması gereken pek çok önemli yönü unutuldu veya bulanıklaştı. Bu durum, sendikal mücadele konusunda da kendisini fazlasıyla hissettiriyor. İşçi hareketinin her alanda güçlendirilmesi için, sınıf içinde doğru bir mücadele anlayışının ve çalışma tarzının kök salması gerekiyor. Devrimci teorinin önemini yadsıyan küçük-burjuva dar görüşlülüğünü bir tarafa bırakalım. Ama bunu yapmakla sorunlar sona ermiyor. Devrimci teorinin önemi kabul edilse bile, geçmişten günümüze uzanan teorik doğruları hazır reçeteler gibi algılama hatasına sürüklenenlerin sayısı az değildir. Kuşkusuz teoriyi fiili güce dönüştürecek sihir, örgütlü mücadeledeki yükseliştir. Proleter mücadelenin gereksindiği kadro birikimi de buna bağlı olarak gelişir. Genç kadrolar devrimci geleneğin doğrularını, sınıf içinde örgütlü mücadele temelinde layıkıyla kavrayabilir ve içselleştirebilirler. Bu açılardan varolan ciddi eksiklikler nedeniyle, devrimci geleneğin işçi sınıfının sendikal mücadelesine ilişkin mirasına da tatmin edici biçimde sahip çıkılamıyor. Bu geleneğin başlıca unsurlarını, Marksizmin kurucularının attıkları temel, Ekim Devrimi önderlerinin konuya ilişkin deney ve açılımları, Lenin dönemi Komintern kongrelerinde alınan önemli kararlar oluşturuyor. Bunlar kâğıt üzerinde günümüze taşınıyor veya söz düzeyinde defalarca yineleniyor olsalar da, ne yazık ki içeriklerine derinlemesine vakıf olunduğunu ve gerekleri doğrultusunda harekete geçildiğini söyleyemiyoruz. Ne var ki yukarda değindiğimiz gibi, bu durum anlaşılmaz değildir. Devrimci geleneğin yapıtaşlarını ölü formüller düzeyine indirgenmekten kurtarıp yaşayan etkin taktiklere dönüştürecek olan faktör, doğru bir mücadele anlayışı ve çalışma tarzı temelinde sarf edilecek örgütlü ve kolektif emektir. Bu uğurda akıtılacak terin boşa gitmemesi için, gerileme dönemlerine özgü hastalıklara karşı bünyeyi güçlendirmeye, farklı uçlara savrulan sağlıksız siyasi yaklaşımlara prim vermemeye özen göstermeliyiz. Yanlış ve sağlıksız siyasal yaklaşımlar, işçi sınıfının sendikal mücadelesinin sorunları çerçevesinde sıklıkla karşımıza çıkıyor. Bir uçta, sendikaların içinde bulunduğu berbat durumu gerekçe göstererek sendikal mücadeleye gereken önemi vermeyenler yer alıyor. Diğer uçta ise, sendikal mücadelenin önemini abartanları ve mevcut sendikal hareketin kuyruğuna takılanları görüyoruz. Bu tabloya, iki uç arasında kararsız biçimde salınan geniş merkezci görüşler yelpazesini de ekleyebiliriz. Böylece, salt sendikal mücadeleye yaklaşım gibi bir konuda bile ne denli derin bir karmaşanın egemen olduğu aşikârdır. İşte yüz yüze bulunduğumuz bu gerçekler, sendikal mücadeleye yaklaşımda devrimci ilkelere sadakatle sahip çıkılmasını zorunlu kılmaktadır.

Ekonomik mücadele, siyasal mücadele ayrımı

İşçi sınıfının ekonomik ve siyasal mücadelesi arasında ayrım yapmak ne kadar gerekliyse, ikisi arasındaki tarihsel ve diyalektik ilişkiyi göz ardı etmek de o kadar büyük bir yanılgı olur. Devrimci siyasal hareketin amacı, iktidarın işçi sınıfı tarafından ele geçirilmesi ve sınıflı-sömürülü toplum düzenine son verilmesidir. Ama bunun için işçi sınıfı nesnel ve öznel açıdan belirli bir gelişme aşamasına ulaşmış olmalıdır. Tarihin hiçbir kesitinde ve hiçbir ülkede işçi sınıfının siyasal hareketi ve örgütlülüğü birdenbire ortaya çıkmamıştır. İşçi sınıfı içindeki devrimci siyasi canlanma, genelde işçilerin ekonomik mücadelelerine bağlı bir uyanışın ve bunun ifadesi olan bir ön örgütlülüğün yarattığı elverişli zemin üzerinde yükselmiştir. Diğer yandan, ekonomik hak elde etme mücadelesinin bizzat kendisi de siyasal bir mücadele doğurmuştur. Örneğin, herhangi bir işyerinde çalışma saatlerinin düşürülmesi için yürütülen kavga ekonomik mücadele kapsamındadır. Fakat bu tip mücadeleler bu noktada durmamış ve diyelim işçilerin ülke genelinde çalışma saatlerinin düşürülmesi için siyasal iktidarları yasa çıkartmaya zorladıkları bir siyasal hareket boyutu kazanmıştır. Bu husus Marx’ın önemli bir mektubunda vurgulanır. “Ve işte böylece işçilerin her yerde birbirinden ayrı iktisadi hareketleri siyasal bir hareket doğurur, yani kendi çıkarlarını, genel bir biçimde gerçekleştirmek, toplumsal olarak zorlayıcı genel bir güce sahip olan bir biçim gerçekleştirmek üzere bir sınıf hareketi doğururlar. Bu hareketler belli bir ön örgütlenmeyi varsayarlarsa da, kendileri de, bir o kadar, bu örgütlenmeyi geliştirmenin araçlarıdırlar.” (Marx’tan F. Bolte’a, 23 Kasım 1871) Kapitalizmin tarihi incelendiğinde, işçilerin mücadelesinin patronlara karşı yürütülen iktisadi mücadeleler düzeyinde kalmadığı ve giderek genel bir sınıf hareketi düzeyine yükseldiği görülecektir. Bununla kastedilen kuşkusuz sınıf hareketinin gelişiminin tarihsel kökleridir. Zira işçi hareketindeki devrimci dönüşüm ve devrimci siyaset, asla iktisadi mücadele alanıyla sınırlı kalmamıştır ve kalamaz da. İşçi hareketinin tarihsel ilerleyişi içinde siyasi mücadele öncelik kazanmış, ama bu gelişme sendikal mücadele gereğini ortadan kaldırmamıştır. İşçi sınıfının sendikal hareketini küçümseme eğilimi, daha Birinci Enternasyonal döneminde önemli tartışmalara yol açmış bulunmaktadır. Yanlış tutum takınan seksiyonlara Enternasyonal Genel Konseyinin yönelttiği eleştirilerde, sendikaların işçi hareketinin beşiği olduğu vurgulanır. Mevcut sendikalara yardım etmenin yanı sıra, onlara doğru bir yön vermenin ve onları enternasyonalleştirmenin bir görev olduğunun altı çizilir. Marksizm başından beri işçi sınıfının sendikal örgütlerine önem vermiş, fakat bu konuya esasen onları mücadeleci örgütler düzeyine yükseltme görevi açısından yaklaşmıştır. Birinci Enternasyonal’in 1866’daki kongre kararında, sendikaların dikkatlerini yalnızca sermayeye karşı günlük mücadeleyle sınırlamamaları, işçi sınıfının genel politik ve sosyal hareketinden uzak kalmamaları, dar amaçların peşinden koşmakla yetinmemeleri ve baskı altındaki milyonlarca işçinin kurtuluşu için çalışmaları gerektiği belirtilir. Sınıfın ekonomik mücadelesiyle siyasal mücadelesi arasındaki diyalektik ilişkiyi sağlıklı tarzda kuran yaklaşım yalnızca Marksist yaklaşım olmuştur. Bu yaklaşımın somutlandığı tarihsel belgelerden biri de, Birinci Enternasyonal’in 1871 yılında toplanan Londra Konferansında kabul edilen karardır. Marx ve Engels’in kaleme aldığı İşçi Sınıfının Siyasal Eylemi başlıklı karar metninde, işçi sınıfının militan mücadelesi durumunda onun ekonomik hareketi ile siyasal faaliyetinin birbiriyle kopmaz bir bütün oluşturacağı belirtilir. İşçi sınıfının çıkarları gereği, komünistler, hem sendikal mücadeleye önderlik ederek onu ileriye çekmeli hem de ekonomik taleplerle siyasal talepleri ustaca birleştirerek sınıf hareketine devrimci doğrultuda yol aldırmalıdırlar. Ekonomik, siyasal, ideolojik, kısacası çeşitli alanlarda yürüyen mücadelenin bu farklı yönleri, aslında sınıfsal nitelikleri bakımından bir iç uyum ve bütünlük arz ederler. Bu nedenle, burjuva ideolojisinden etkilenen sol siyasetlerin sendikal mücadele bağlamında da sınıf işbirlikçi ve uzlaşmacı yaklaşımlar sergilemesi kaçınılmazdır. Keza, sendika-siyaset ilişkisi gibi önemli bir konuda üniversite kürsülerinden yayılan görüşler veya akademisyenlerce yayınlanan çalışmalar genelde burjuva bakış açısını yansıtırlar. Oysa soruna işçi hareketinin devrimcileştirilmesi açısından yaklaşıldığında, sendika siyaset ilişkisinden anlaşılması gerekenin, işçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle devrimci siyasal mücadelesi arasındaki diyalektik bağ olduğu görülecektir. Bunun somutlandığı yer ise, işçi sendikaları ile sınıfın devrimci partisi arasındaki ilişkiler alanıdır.

Parti ve sendika

Sınıf mücadelesinin ekonomik ve siyasal boyutları arasındaki ayrım, örgütsel planda da karşılığını bulmak zorunda. İşçilerin sendikal örgütlere olduğu kadar, siyasal mücadeleye önderlik edecek devrimci bir partiye de ihtiyaçları var. Bu iki farklı düzeydeki örgütsel ihtiyacın birbirine karıştırılması zararlı neticeler doğuracaktır. En devrimcisi bile olsa bir sendikaya siyasal öncülük misyonunun yüklenmesi ya da devrimci siyasal örgütlülüğün sendika gibi davranması, işçilerde muazzam bir bilinç çarpılmasına ve mücadelenin fazlasıyla güç kaybetmesine neden olur. Proleter mücadelede önderlik niteliği taşıyan siyasal örgütlülüğün yani devrimci partinin, işçiler arasında bilinç ve militanlık düzeyi bakımından varolan farkı dikkate alarak örgütlenmesi şarttır. Çünkü parti, sınıfın ileri ve devrimci bilinçle donatılmış öncü unsurları üzerinde yükseldiği takdirde amaca uygun bir araç niteliği taşıyabilir. Ancak böyle bir parti, işçilerin çeşitli alanlardaki mücadelesine layıkıyla önderlik edebilir ve işçi sınıfını iktidara ilerletebilir. İşçi sınıfı partisinin işçilerin tüm kitlesini içerebileceği düşüncesi, hangi niyetle ileri sürülürse sürülsün, özünde yanlış bir düşüncedir. İşçi sınıfının devrimci mücadele deneyimi, parti ve sınıf kavramları arasında kesin bir ayrım yapma gereğine işaret ediyor. Proletarya, diğer sınıflardan bağımsız örgütlenen ve işçilerin tümünü değil ama devrimci teori ve devrimci eylem bilinciyle donanmış unsurlarını birleştiren bir partiye sahip olduğu takdirde tarihsel görevini yerine getirebilir. Zaten sınıfın geniş kitlesini kapitalist düzene karşı etkin bir mücadelenin içine çekmek de ancak bu sayede mümkün olabilmektedir. Komintern İkinci Kongre kararlarında da vurgulandığı gibi, işçi sınıfı kendisine ait bağımsız bir politik partiye sahip olmaksızın devrimini başaramaz. Burada yeri gelmişken önemli bir hususa değinebiliriz. Komünist mücadele ve örgüt anlayışı, aydınların veya iktidar hırsıyla yanıp tutuşan birtakım muhteris kişilerin işçileri alet etmek istedikleri bir fantezi değildir. Bilimsel komünizm, sömürü ve baskı koşullarına isyan eden işçi ve emekçilerin tarihsel çabalarının içinden süzülüp gelen bir dünya görüşü, eylem ve örgüt anlayışıdır. Komünistlerin amaç ve ilkelerinin dünya işçilerine ilan edildiği Komünist Manifesto’da belirtildiği üzere, komünistlerin işçi sınıfının çıkarlarından bağımsız hiçbir çıkarları yoktur ve olamaz da. Sınıfsız ve sömürüsüz bir dünya uğruna yürütülen tarihsel mücadeleye önderlik edecek parti, bizzat işçilerin devrimci eylem ve mücadele potansiyelinin örgütlü güç katına yükseltilmesi demektir. Böyle bir parti esas olarak işçilerin partisidir, devrimci teoriden kaynaklanan sağlam bir siyasal bilinçle donatılmış işçilerin örgütlülüğüdür. Devrimci parti, sınıfın dışında oluşan bir varlık değildir. O, sınıfın bir parçasıdır. Ama herhangi bir parçası olmayıp, gerçekten mücadeleye önderlik etme niteliğine sahip devrimci parçasıdır. Farklı içerikteki sol siyasal eğilimleri bünyesinde toparlayan bir işçi kitle partisi ise, işçi sınıfının kapitalizmden kurtuluşu için gereken devrimci parti ihtiyacını karşılayamaz. Bu tür şemsiye partiler mücadeleye önderlik edecek nitelikten uzaktırlar. Saflarında işçileri barındıran bir kitle ya da cephe örgütü mahiyetindedirler. Ne var ki, burjuva ideolojisine prim vermeyecek ve burjuvazinin siyasal oyunlarına kanmayacak bir devrimci önderlik olmadan, başarıya ulaşan bir işçi-emekçi kitle mücadelesinin yürütülebildiği de vaki değildir. Sonuç olarak işçi sınıfının hem çeşitli türden kitle örgütlerine, hem de her alanda mücadeleye öncülük ve önderlik edecek niteliğe ve kapasiteye sahip devrimci bir sınıf partisine ihtiyacı vardır. İşçi sınıfının ekonomik mücadele örgütü olan sendikalar ise, işçi sınıfının kitlesini kucakladıkları ölçüde bu mücadelelerini etkin biçimde yürütebilirler. O nedenle sendikal örgütler, işçiler arasında ırk, milliyet, cinsiyet, dil, din, meslek, vasıf düzeyi gibi açılardan hiçbir ayrım yapmaksızın çeşitli siyasal görüş ve eğilimden işçileri bünyelerinde barındırmalıdırlar. Sendikalar yalnızca günlük ekonomik ve demokratik mücadelenin yürütülmesi bakımından değil, devrimci mücadelenin kitlesel zemininin genişlemesi bakımından da yararlı araçlardır. Ama belirtmek gerekir ki, kitlelerle ilişki kurmak bakımından tek araç sendikalar olamaz. Sendikaların yanı sıra, işçi ve emekçi kitlelerin örgütlülüğünü geliştirecek çeşitli derneklere, taban örgütlerine ihtiyaç vardır.

Sendikalar hâlâ gerekli

Kısaca geçmişi hatırlayalım. Yaşama gözlerini açtıkları dönemlerde, sendikalar, işyerleri ve fabrikalardaki işçilerin fiili mücadelesi içinden doğup ayağa dikilmişlerdi. Bu işçi örgütleri, kapitalist gelişme ve sınıf mücadelesindeki yükseliş bakımından önde giden ülkelerde yoktan var edilip örnek teşkil ettiler ve zamanla genelleştiler, yaygınlaştılar. İşçi yardım sandıklarından sendikalara geçiş dönemlerinde, henüz olumsuz anlamda kurumsallaşıp bürokratlaşmamış, teker teker elden toplanan işçi aidatlarıyla yaşatılan sendika yönetimleri yer aldı. Bu tür dönemlere özgü sendikacılar, burjuvalaşmış modern sendika bürokratlarına benzemiyorlardı. Daha sonra sendikalar olağan burjuva rejimlerin alışıldık kurumlarına dönüştükçe, sendika yönetimleri ile sendika tabanı arasında ciddi bir açı oluşmaya başladı. Geçmiş dönemlerin mütevazı, çoğunlukla işçilikten kopmamış ve tabana yakın duran, sendikacılığa bir meslek olarak bakmayan amatör ruhlu sendikacılarının yerini zamanla bu özelliklerden uzak profesyonel sendikacılar aldı. İşçilerin mücadelesini burjuvazinin çıkarları doğrultusunda engelleme ve yatıştırmada yetkinleşen bu tip yöneticiler, burjuvaziyle iç içe geçmeye ve işçi hareketinde burjuvazinin ajanları rolünü oynamaya soyundular. Emperyalist çürüme çağı, pek çok sendika yönetiminin düzenle bütünleşmesini de beraberinde getirdi. Bu gerçeklik günümüzde daha da çarpıcı hale gelmiştir. Sendikaların tepesine çöreklenen kalantor bürokrasi, her alandaki yozlaşmaya koşut olarak büsbütün yozlaşmaktadır. Bu tür bürokratların kontrolü altına giren sendikalar, burjuva düzenle iyice bütünleşmekte ve mücadeleci işçi örgütleri olmaktan çıkmaktadırlar. Bu tip gelişmeler son derece ciddi tehlikelere işaret ediyor olsalar da, mutlak ve değişmez genellemeler şeklinde kavranmaları zararlı olur. Emperyalizm döneminde sendikal hareketi tehdit eden sorunlara Lenin ve Troçki de değinmişler, ama buradan hareketle sendikalara sırt çeviren tutumları da onaylamamışlardır. Örneğin Lenin, sendikaların zamanla bazı gerici yönlerinin ortaya çıktığını belirtmiştir. Ancak buna rağmen asla göz ardı edilmemesi gereken hususun da altını çizmiştir. Belirttiği üzere, sendikalarla işçi sınıfının devrimci partisi arasındaki karşılıklı eylem olmadan proletaryanın gelişimi hiçbir yerde sağlanmamıştır ve sağlanamaz. İşçi sendikalarının yapılanma özellikleri ve militanlık düzeyi bakımından yaşanan olumsuz gelişmelerin yalnızca son dönemlere özgü olmadığını hatırlatalım. Geçmiş tarihlerde de çeşitli kapitalist ülkelerde sınıf mücadelesinin seyrine bağlı olarak sendikal harekette önemli iniş ve çıkışların yaşandığı biliniyor. Bu durumun yansıması olarak, devrimci yükseliş dönemlerinde militan sendikalara rastlamak mümkünken, yenilgi dönemlerinde sendikaların daha geri bir çizgiye çekildikleri sıkça gözlenmiştir. İngiltere’de 19. yüzyılda gelişen ünlü Çartist işçi hareketi de daha sonra sönümlenmiş ve zamanla pek çok lideri yozlaşarak burjuva düzenle bütünleşmişlerdir. Sendikal hareketin düzenle bütünleşme tehlikesinin aslında yeni bir olgu olmadığı konusunda Amerikan tarzı sendikacılık da çarpıcı bir örnek sunar. Birinci emperyalist savaş öncesinde Amerikan sosyalist hareketinin devrimci önderlerinden Daniel de Leone, “Amerikan Emek Federasyonu”nun satılmış yönetimine ve sendikal harekette yaşanan çürümeye dikkat çekmiştir. Sendika bürokrasisini, “kapitalistler sınıfının işçi teğmenleri” diye niteleyen ilk o olmuştur. Ve daha 19. yüzyılın sonunda Leone, sendika bürokrasisinin işçi hareketinin sağ kanadı olarak değil, burjuvazinin sol kanadı olarak değerlendirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Ancak emperyalizm çağında bile olsa, devrimci yükseliş dönemlerinde sendikal mücadelede olumlu ilerlemeler kaydedilmiştir ve bu yine böyle olacaktır. Dolayısıyla, meselenin bu yönünü tamamen unutanların kapıldığı kötümserliğin bilimsel temellere sahip olduğunu söyleyemeyiz. Ayrıca da vurgulayarak belirtmeliyiz ki, gerileme dönemlerinin olumsuz koşullarına dayanamayanlar, geleceğe yönelik olarak da küçük-burjuvaca umutsuzluğa kapılırlar. İşçi sendikalarından ve işçi sınıfının sendikal mücadelesinden tamamen umut kesmek Marksist bir tutum olamaz. İşin aslında, söz konusu yanlış tutumlar mevcut geriliğe pasifçe boyun eğmek anlamına gelir.

Sendikalar bağımsız olabilir mi?

Sendikaların bağımsız olmaları gerektiği çerçevesinde bugüne dek pek çok tartışma yürütüldü, değişik fikirler ortaya atıldı. Bu konuda sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için her şeyden önce bağımsızlıktan ne anlaşıldığı ifade edilmeli. Şayet tartışılan konu sendikaların siyasal partilerden, diğer işçi örgütlerinden idari işleyiş bakımından bağımsızlığı ise, bu tür bir tartışmayı uzatmanın anlamı yok. Çünkü belirli amaçlar etrafında örgütlenmiş demokratik kitle örgütleri olarak, kuşkusuz sendikaların da kendi bağımsız iç işleyişleri, üyelerinin söz ve karar haklarını yansıtan seçim ve denetim mekanizmaları ve bu temelde biçimlenmiş özerk yönetim kuralları olmalıdır. Herhangi bir siyasi partinin, bir sendikada üyelerin demokratik haklarını çiğnemesi, tehdit, rüşvet, hile veya seçim oyunları gibi yöntemlerle yönetimi ele geçirmesi ya da kendi siyasal eğilimi doğrultusunda tabana dayatmacılık yapması, sendikanın iç işleyişine haksız müdahalelerdir. Fakat sendikaların siyasi açıdan bağımsız olup olmayacakları tartışması ise tamamen farklı bir nitelik taşıyor. Çeşitli siyasal parti ve eğilimlerden fazlasıyla etkilenen işçi sendikalarının siyasi bakımdan nötr veya tarafsız olacağını tasavvur etmek bütünüyle saçma olur. Hiçbir demokratik kitle örgütü aslında siyasetten kopuk, siyasetten bağımsız bir yapı değildir. Sorunun özü dikkatle düşünülürse yalın gerçek rahatlıkla kavranır. Devrimci siyasetten etkilenmeyen sendikalar, kaçınılmaz olarak sağ ve sol burjuva ya da küçük-burjuva siyasetlerin hegemonyası altına girerler. Bu durum kapitalist yaşamın bir kuralı olduğuna göre, asıl sorunu, şu veya bu sendikanın hangi siyasetin etki alanına girdiği oluşturuyor. Ve irdelenmesi gereken yön de, bu durumun işçi sınıfının çıkarlarıyla bağdaşıp bağdaşmadığı olmalı. Devrimci siyasetin gerekliliğini kavramamış işçilerin, işçi eylemleri, grev ve direnişler dönemlerinde, sol örgütlerin kendileriyle ilişki kurmalarından bazen rahatsızlığa kapıldıklarını biliyoruz. Henüz geri düzeyde duran işçilerin, devrimci çevrelerin sözlü ve yazılı propagandalarını, “bunlar bizi bölüyorlar” diye değerlendirmeleri sıkça karşılaşılan bir durum. Bu işçiler böyle yapmakla, aslında bilinçsizlikleri nedeniyle meydanı sendika bürokratlarına ve burjuva partilerine teslim etmiş oluyorlar. Bu gibi yanılgıları ortadan kaldıracak doğru bir çalışma tarzı tutturmanın ne denli elzem olduğu ortada. İşçilerin yanlış tutumlarını değişikliğe uğratmak ve onların önyargılarını kırmak içinse, onlara sabırla yaklaşmayı, uygun dil ve araçları bulup kullanmayı bilmek şart. Politika uygun taktikleri bulup uygulama sanatıdır. Henüz hazır durumda olmayanların eline, en doğru içeriğe sahip bir yayını da tutuştursanız bu teşebbüsünüz geri tepebilir. Geride duranlar açısından değişim, zamana ve kitle hareketindeki yükselişe bağlı bir sorundur. Ancak, yanlış ve sabırsız davranışlarda bulunmamak ne denli gerekliyse, geriliğe prim vermemek, geri işçilerin düşünce ve davranışlarına adapte olmamak da o denli gerekli. Şu da bir gerçek ki, demokratik haklardan yararlanma ve bu hakları kullanma bilincinin geliştiği toplumlarda, devrimci çevrelerin kendi siyasal görüşlerinin propagandasını yapması ve bu görüşler doğrultusunda örgütlenmeye çalışması çok daha fazla sayıda işçi tarafından doğal bir hak kabul ediliyor. Bu gibi açılardan Türkiye’deki durumun ne denli farklı ve geri olduğu ise aşikâr. İşçi sendikalarının burjuvaziden ve işbirlikçi siyasetlerden bağımsızlaşmasını savunmak büyük önem taşıyor. Fakat sendikaların siyasi örgütlerden tam ve kayıtsız şartsız bağımsızlığını istemek ise tamamen yanlış noktalara varabiliyor. Kimi “bağımsızlık” yanlılarının yaklaşımları, devrimci örgütlerin siyasi etkisine düşmanca tutum takındıkları ölçüde son derece yanlış ve mücadeleye zarar verici yönler içermektedir. Sendikaların devrimci sınıf siyasetine tarafsız kalmalarını istemek işçilere yarar sağlayacak bir istem olamaz. Zira bu gibi istemler nihayetinde burjuvazinin ve sendika bürokrasisinin işine gelmektedir. Bürokratlar her zaman sınıfın devrimci öncüsünün denetim ve müdahalesinden kurtulmaya çalışırlar. Burjuvazi ise sendikaları devrimci siyasetten uzak tutmak, işçileri dar kapsamlı bir sendikal mücadelenin çerçevesine hapsetmek için her araca başvurur. Sendikaların bağımsızlığı konusunda sergilenen yanlış tutumlara bir örnek anarko-sendikalist yaklaşımdan verilebilir. Anarko-sendikalistler, devrimci bir önderliğin sendikal sorunlara müdahale etmesini ve sendikalar içinde devrimci mevziler kazanmasını, sendikaların bağımsızlık hakkının çiğnenmesi şeklinde yorumlamakta ve buna karşı çıkmaktadırlar. Bu gibi tutumlar, niyet ne olursa olsun, işçi sınıfına bir hayrı dokunmayan eğilimlerdir. Ne var ki madalyonun diğer yüzünde, Türkiye’de yaygın biçimde yaşanan bir başka sakat yaklaşımın yer aldığı da unutulmamalı. Küçük-burjuva sol çevrelerin sendikalara yönelik faydacı, dükkâncı yaklaşımlarına ve sendikaların idari bağımsızlığını hiçe sayan dayatmacı tutumlarına karşı çıkılmalıdır. Bu ikinciler birincilerin eline fazladan koz vermekte ve sendikal alanda doğru bir tutum sergilemeye çalışan gerçek komünistlerin çalışmasını sekteye uğratmaktadırlar. Burjuva siyasal partilerin işçi sınıfının çıkarlarına tamamen aykırı biçimde sendikaları etkilemeleri, denetim altında tutmaları ve kendi siyasal görüşleriyle sakatlamaları bir gerçeklikken, sendikaların devrimci siyasal fikir ve çalışmalardan uzak tutulmasını istemek, sendikaların bağımsızlığını savunmak değil en âlâsından bir sınıf işbirlikçiliği olurdu. Devrimci Marksistler her zaman sendikal mücadeleyi militanlaştırmaya çalışırlar ve bunun sendikaların iç işleyişine haksız biçimde burnunu sokmakla hiçbir alâkası yoktur. Siyasi yol göstericilik ile siyasal dayatmacılık tamamen farklı tutumlardır. Sendikal mücadelenin devrimci tarzda desteklenmesi sendikaların bağımsız gelişimini durdurmaz, tam tersine geliştirir. Fakat öte yandan devrimci örgütlülüğün çıkarlarıyla sendikal örgütlülüğün çıkarları özdeş değildir ve bu gerçeklik doğrultusunda davranmaya özen gösterilmelidir. Sendikal mücadelenin kitleselliğine zarar verecek tutum ve davranışlardan kesinlikle kaçınılmalıdır. Devrimci örgütlerin, sendikal alanı da kapsamak üzere işçi sınıfının çeşitli sorunlarında görüş ve çözüm önerileri ortaya koymalarına karşı çıkanlar işçi mücadelesine büyük kötülük yapıyorlar. Bu duruma sürüklenen işçiler bilinçsizliklerini, “aydınlar” ise devrimci düşünce ve faaliyete gizli ya da açık düşmanlıklarını sergilemiş oluyorlar. Üstüne üstlük, Türkiye’de genelde siyasal örgütlenme özgürlüğüne düşmanca bakan bir devletçi gelenek var ve özelde devlet güdümlü sendikacılığın derin kökleri bulunuyor. O yüzden de dikkat çektiğimiz sorunlar bu topraklarda katmerlidir. Dolayısıyla, sendikalarda doğru ve devrimci tarzda çalışma yürütenleri, “sendikaların bağımsızlığı” savunusunun ardına gizlenerek baltalamaya çalışan görüşlere ve bu tür görüşleri savunan kişi ve çevrelere en ufak bir ödün verilmemeli. İşçi sınıfının bütününün çıkarlarını savunmada en dürüst ve tutarlı tutumu takınan devrimci unsurlar, “sendikaların iç işlerine karışıyorlar” suçlaması gelecek diye devrimci hak ve görevlerinden vazgeçmeyecekler. Örneğin önemli grevler ve direnişler gerçekleştiğinde, mücadele içindeki kitlelerin önderliği, sendika tüzükleri öyle gerektiriyor diye sendika bürokratlarına terk edilemez. Komünistler bu gibi durumlarda işçileri aydınlatma ve ikna etme çalışması yürüterek, mücadeleci işçilerden grev ve eylem komitelerinin seçilmesine çaba sarf ederler.

İlkelere sahip çıkılmalı

Üzerinde durduğumuz ilkesel yaklaşım, devrimci geleneğimizin bugün de sahip çıkılması gereken kurallarını içeriyor. Ancak dünya genelinde işçi hareketinde yaşanan gerileme döneminin yarattığı tahribat büyüktür. Bu tahribatın izlerinin yok edilmesi ve işçi hareketinde yeni bir sıçramanın gerçekleştirilmesi için unutulan ve unutturulan temel hususlar yeniden ve sıklıkla gündeme getirilmeli. Bu bağlamda tekrar tekrar altını çizmeliyiz ki, işçi sınıfının devrimci önderliği sınıf mücadelesinin tüm alanlarında işçilerin kitle örgütlerine ve mücadelesine yol gösterici olmakla yükümlüdür. Bu nedenle Lenin’in de defalarca dikkat çektiği gibi, komünistler işçi sınıfının sendikal mücadelesine uzak duramaz, yabancı kalamaz ve düşmanca bir tutum takınamazlar. Belirtmemiz gereken diğer bir ilke, komünistlerin sendikaları bölmeyeceğidir. Komünistler işçileri sabırla kendi siyasal görüşlerine kazanmaya çalışırlar. Uzun soluklu bir mücadeleye adanmış olduklarından, aceleci ve sekter tutumlarla kitle örgütlerinde istenmeyen bölünmelerin yaşanmasına karşıdırlar. Sol siyasal çevrelerin kendi görüş ve programlarına, eylem çizgilerine, sendikalar da dahil çeşitli demokratik kitle örgütleri içinde taraftar bulmaya çalışmaları en doğal haklarıdır. Bu durumun uzantısı olarak, tüm bu zeminlerde değişik siyasal görüşler arasında ideolojik ve siyasal bir mücadele de yürüyecektir. Ne var ki işçi sendikaları doğrudan siyasal örgütler değildir, sınıfın kitlesel örgütleridir. O halde, her bir siyasal akımın bölünme yaratarak kendi sendikasını kurması asla arzulanan bir sonuç olamaz. Çünkü böyle bir durum, işçi sınıfının sermayeye karşı yürütmesi gereken birleşik kitle mücadelesinin parçalanmasına ve dolayısıyla başarısızlığa neden olacaktır. Diğer yandan, bazı durumlarda sendikaların kitlesini kapsayan bir bölünmenin zorunlu hale gelebileceğini de asla göz ardı edemeyiz. Yeni sendikaların ve konfederasyonların kurulması, mevcut olanlar içinde mücadelenin artık olanaksız hale geldiği durumlarda ve tabandan yükselen, işçileri daha ileri bir çizgide toparlayan örgütlü bir mücadelenin neticesi olduğunda haklı ve yararlı bir tarihsel adım olabilir. Sendikaların genelde işçi sınıfının ancak belirli bir bölümünü kapsayabildiği ortada. Oysa sendikalar işçi sınıfının bütününün mücadeleci örgütleri düzeyine yükseltilebilmeli. Bu hedef doğrultusunda, sendikalara üye işçileri daha mücadeleci kılmak, sendikasız ve işsiz işçilerin de sendikalı olmalarını sağlamak için aktif bir mücadele yürütülmesi elzemdir. Ayrıca, kadınları, gençleri, göçmen işçileri sendikalara çekmek için özel bir çaba sarf edilmelidir. Bütün bu çalışmalar boyunca, sendikaların rolünü fazlaca abartma ve devrimci örgütler yerine ikame etme eğilimlerine karşı da uyanık olunması gerekiyor. Sendikaların kendi başlarına bir amaç olamayacağı, yalnızca sınıfın kitlesel mücadele araçlarından biri olduğu unutulmamalı. Sendikaları, salt kendi mesleki çıkarlarını, maddi ayrıcalıklarını savunan aristokrat işçilerin bencilce yaklaşımlarından kurtarmak ve oturdukları koltuklara yapışan sendika bürokratlarının kontrolünden çıkartmak başlıca görevlerden biridir. İşçi sendikaları onları var eden üyelerine ait olmalıdır, işçi sınıfının bu kitle örgütleri bir avuç bürokratın çıkar kapısı olamaz. İşçi sendikalarını üyelerinin sahip çıktığı ve toplumun tüm emekçi kesimlerinin saygı duyduğu mücadele örgütleri haline getirebilmek için, sendikal demokrasi uğruna ter akıtmak büyük önem taşıyor. Tabanın iradesini yansıtmak koşuluyla, değişik siyasi görüşlerden olanların sendikalara üye olma ve yönetici organlara seçilme hakkı ellerinden alınamaz. Sendikaların, siyasal görüşleri nedeniyle üyeleri üzerinde baskı ve tecrit politikası uygulamasına izin verilemez. Her düzeyden sendika temsilci ve yöneticisini taban seçmeli, işçilerin seçtiklerini denetleme ve isterlerse geri çağırma hakkı olmalıdır. Sendika yöneticilerinin içinden çıktığı işçilere yabancılaşıp bürokratlaşmaması için, yönetici aylıkları ortalama vasıflı işçi ücretini geçmemelidir. Sendika fonları üyelerin aidatlarıyla oluşur ve bu fonların tümüyle sendikal mücadeleye tahsisi gerekir. Bu fonları uyanık bir kapitalist mantığıyla değerlendiren veya bireysel çıkar kapısı olarak gören bürokratları sendikalardan defetmek zorunludur. Sendikalar gerek genel konulara ilişkin tartışmaları gerekse toplu iş sözleşmesi görüşmelerini tabandan gizli yürütmemeli, tabana bilgi verilmelidir. Sendika üst kuruluşlarının üyelerine hesap vermesi ve üyelerine karşı açıklık ilkesine uyması için mücadele edilmelidir. Sendikal çalışma dendiğinde, komünistler bundan esasen militan bir taban çalışmasını anlarlar. Sendikal çalışma bahanesiyle yalnızca üst makamlara göz diken, koltuk sevdasına kapılan, tabanın söz ve karar hakkını çiğneyerek sendika üst yönetimlerine tepeden inmeyi marifet addeden fırsatçı tutumlar hoş görülemez. İşçilere devrimci tarzda öncülük edebilmek, kerameti kendinden menkul iddialarla gerçekleşmiyor. Öncülük veya önderlik, işçi sınıfı içinde yürütülen azimli, sağlam, enerjik ve fedakâr çalışmaların sonucunda, işçilerce buna layık görülenler tarafından kazanılabiliyor. Bu doğrultuda ilerleyebilmek için, sınıfın tüm mücadelelerinde ve sendikal hareketlerinde yer alınmalı ve iş saatleri, ücretler, çalışma koşulları gibi somut talepler uğruna mücadelelere de öncülük edilmelidir. İşçilerin sahip çıkacağı açık ve anlaşılabilir güncel talepler ileri sürmek önemlidir. Ama bu taleplerin hangi tarzda yükseltildiği ve ne tarz bir mücadele ile yaşama geçirilmeye çalışılacağı da bir o kadar önemlidir. Mücadele etmeksizin kalıcı hiçbir şey kazanılamayacağını işçilerin bilincine yerleştirmek, ücretli kölelik düzeninden kurtuluşun temel koşullarından birini oluşturuyor. Sermayenin işçilerin siyasal, sosyal ve ekonomik haklarına saldırısını küresel ölçekte yürüttüğü ve bu küresel saldırıya ancak işçi sınıfının küresel direnişiyle karşı konabileceği çok açık. Komünistler bu nedenle, tüm işçiler arasındaki dayanışma duygusunun gelişmesine çaba harcar ve işçilerde enternasyonal sınıf bilinci uyandırmaya çalışırlar. Bu amaç doğrultusunda çeşitli düzeyde ve türden işçi eğitim, kültür ve dayanışma derneklerinin kurulması büyük yarar taşımaktadır. Yalnız bu noktada önemli bir hususun altını çizelim. Bu tür dernekler sendikalara alternatif değil, işçilerin bilinç, mücadele ve örgütlülük düzeyini yükseltecek ve dolayısıyla sendikal mücadeleyi de daha nitelikli kılacak araçlardır. İşte Marksist tutum, tüm bu konularda son derece ilkeli ve özenli davranmayı ve sendikal birliğin mücadeleci temellerde sağlanmasına çaba sarf etmeyi gerektiriyor.

Bürokrasiye karşı tabandan mücadele

Troçki sendikalar üzerine kaleme aldığı bir yazısında, kapitalist devletlerde bürokratizmin en canavarca biçimlerinin sendikalar içinde görüldüğüne değinir. Kapitalizmin Avrupa’da ve özellikle İngiltere’de bekasını, büyük ölçüde sendika bürokrasisine borçlu olduğunu söyler. Sendika bürokrasisi, İngiliz emperyalizminin belkemiğidir. İşçi hareketini sendika bürokrasisi sayesinde mücadeleden geri tutma noktasında İngiltere örneği zamanla genelleşmiş ve bu bürokrasi tüm kapitalist ülkelerde işçi sınıfının baş belâsı olmuştur. İşçilerin yükselen eylemlerinin burjuva yasal çerçeveye sığmadığı ama kitleler nezdinde meşruiyet kazandığı durumlarda, burjuvazinin imdadına her yerde önce sendika bürokrasisi yetişmektedir. Devrimci işçiler kitleleri ileriye çekmeye çalışırken, sendika bürokrasisi, onları, patronların koyduğu yasalara kayıtsız koşulsuz itaat etmeye zorlar. Bir bürokrat mevki ve makamına, ona ömür boyu ayrıcalıklı bir yaşam sunacak kaynak olarak bakar ve bu kural sendika bürokratı için de geçerlidir. Seçildiği pozisyon sendika bürokratı açısından işçilere hizmet sunması gereken bir görev alanı değil, burjuva düzenle bütünleşmiş bir yaşam fırsatı sunan mevkidir. İşçilerin oyuyla seçilmiş olsalar bile büyük ayrıcalıklara kavuşan ve işçiler tarafından denetlenemeyen sendika yöneticilerinin bürokratlaşması neredeyse kaçınılmaz olmaktadır. Ve böyleleri konumlarını güvenceye almak için sınıfa her türlü ihanete açık hale gelmektedirler. Sendikal mücadelenin gerilemesinde sendika bürokrasisinin rolü ve bürokratların ihanetleri hiçbir zaman hafife alınamaz. Ancak bu bürokrasiye karşı başarılı bir mücadele yürütülebilmesi için, bazı hususlar doğru kavranmalı. İşçi sendikalarını hepten gözden çıkaran ve sendikal mücadeleye gereken önemi vermeyen sol eğilimler, sendika bürokrasisi olgusuna da doğru yaklaşmıyorlar. Sendika bürokrasisine karşı mücadele, gerçekten de bu kavramın içeriği üzerinde özenle durmayı gerektiriyor. Soruna sosyolojik açıdan yaklaştığımızda, çeşitli düzeydeki sendika yöneticileri arasında, alt, orta ve üst düzey memurlar arasındaki sınıfsal ayrıma benzer biçimde farklılıklar olduğunu görüyoruz. Sendika işyeri temsilcileri ve tabana yakın duran şube yöneticileriyle, siyasal açıdan burjuva düzenle bütünleşmiş üst bürokratlar arasında ayrım yapmaksızın sendika bürokrasisine karşı başarılı bir mücadele yürütülemez. İşçi sınıfının çıkarları için mücadele etmek isteyen ve tabanın desteğini hak eden işçi temsilcilerini ve şube yöneticilerini militanlaştırmanın koşulları vardır ve bunu yapmak gerekir. Fakat burjuvaziyle bütünleşmiş sendika üst bürokrasisini sözde sola itme adına, onlara “kızıl gömlekler” giydirme eğilimi ise bütünüyle yanlıştır. Sendikal işleyişe bakıldığında, gerçekte iplerin asıl olarak üst yönetimlerin elinde olduğu görülür. Sendika üst bürokrasisi genelde sınıftan tam anlamıyla kopmuş, burjuvalaşmış, mevki ve makam ayrıcalıklarının maddi manevi getirilerine müptela olmuş profesyonel unsurlardan oluşur. Şubeler düzeyinde seçilmiş yöneticiler ise bunlara oranla daha küçük düzeyde “memurlardır” ve tümünün işçilerden kopan yöneticiler olduğunu söylemek doğru olmaz. Pek çoğu görevlerini amatör yöneticiler olarak yerine getirmekte, yaşamlarını delege olarak seçildikleri işyerleri ve fabrikalarda çalışmaya devam ederek sürdürmektedirler. Ancak kuşkusuz, sınıf hareketindeki gerilemenin ve sendikaları esir alan genel yozlaşmanın yalnızca üst bürokrasiyi değil, alt düzeydeki sendika yöneticilerini de etkilediğini asla inkâr edemeyiz. Ne var ki bu tür bir etki aslında sınıfın bütününü pençesine almaktadır ve buna rağmen işçiler bilinçlendikçe mücadeleye atılmak isteyenlerin sayısı artacaktır. Bu tür hususların doğru biçimde değerlendirilmesi, sınıf içinde devrimci çalışma yürütenlerin sendika bürokrasisine karşı mücadelede yol alabilmeleri bakımından önem taşıyor. Sendikal bürokrasiye karşı mücadelede, devrimci çizginin, reformistlerin sendikal alandaki uzlaşmacı tutumlarından tamamen farklı olduğu da son derece önemli bir nokta. Reformizm, her alanda olduğu gibi sendikal mücadele alanında da işini burjuvaziyle işbirliğine dayanan yöntem ve taktiklerle yürütüyor. Bu nedenle reformist sol çevreler, sendikalara, işçi sınıfını daha mücadeleci kılacak hedeflere ulaşılması açısından değil, kendi pozisyonlarını güçlendirme kaygısıyla yaklaşıyorlar. Reformist ve oportünist unsurlar, tabanda işçiler arasında kazanılmış sağlam mevzilere dayanmayan ilkesiz seçim ittifaklarıyla sendika üst yönetimlerine tepeden inme arzusuna sahipler. Bu tür tutumların onaylanabilecek hiçbir yanı yoktur. Mücadeleyle kazanılmayan sözde mevziler sendika bürokrasisi belâsını defedemez, olsa olsa ona sol görünümlü yeni unsurlar ekleyebilir. Kuşkusuz böylesi durumların işçiler üzerinde büsbütün kafa karıştırıcı ve moral bozucu bir etki yaratacağı da asla unutulmamalı.

Sol sekterlik

Devrimci Marksizmden esinlenmiş gibi görünse de onu tam anlamıyla içine sindiremeyen küçük-burjuva devrimciliği, işçi hareketine uzandığı ölçüde burada çeşitli sol savrulmalara neden oluyor. Bu nitelikteki savrulmalar geçmişten günümüze çeşitli siyasal biçimler altında kendini ifade etti ve etmeye de devam ediyor. Ne var ki hemen hepsinde ortak olan yön, söz düzeyinde egemen olan keskin devrimcilik, bir başka deyişle devrimci lafazanlıktır. Somutlamak için kısa bir örnek verebiliriz. Diyelim işçilerin güncel talepleri uğruna mücadelenin küçümsenmesi ve yalnızca nihai devrimci hedeflerden söz edilmesi, bunu yapana söz düzeyinde daha keskin bir devrimci görünüm kazandırabilir. Ama işin gerçeğinde bu tutum illâ da daha mücadeleci olmak anlamına gelmez. Hatta tam tersine, bu tür tutumlar çoğunlukla pasifizmin üzerini örten bir kılıf işlevi görürler. Sendikal mücadele alanını ilgilendiren sorunlar bağlamında sol sekter tutumların çeşitlemelerine defalarca tanık olmuşuzdur. Sendikal mücadele denildiğinde görüş ufkunu Türkiye’de işçi sendikalarının içinde bulunduğu müflis durumla sınırlayan ve bu durumun değiştirilmesi için çaba sarf etmeyen yaklaşım tipik bir örnek oluşturur. Bu tür yaklaşımların tarihin hiçbir döneminde işçi mücadelesini başarılı kıldığı görülmüş değildir. Tersine, zaten varolan gerilemeyi ve küçük-burjuva karamsarlığını daha da derinleştirmektedirler. Sekterler daima çeşitli bahanelerle kendilerini haklı çıkartmaya çalışırlar. Yine bir örnekle somutlayalım. Sınıfın siyasal mücadelesinin birincil derecede önem taşıdığı ve devrimciliğin ekonomik mücadele sınırları içine hapsedilemeyeceği kesinlikle doğrudur. Ancak bu doğrudan hareketle, sendikal alanda yürütülmesi gereken militan mücadelenin küçümsenmesi noktasına savrulmak tamamen yanlıştır. Ne var ki, bir doğrudan bir yanlış türetmek küçük-burjuva solcuların belki de en önde gelen marifetlerinden biridir. Oysa devrimci geleneğimizin vazgeçilmez bileşenlerinden biri olan Bolşevik çalışma tarzı, sol sekterlerin bir türlü kavrayamadıkları hususlara işaret ediyor. Bolşeviklerin işçi sınıfı içinde önderliği kazanabilmiş olmalarının en önemli nedeni, işçi-emekçi kitlelerin büyük küçük demeksizin tüm can yakıcı sorunlarına sahip çıkmalarıydı. Bir de meselenin asla göz ardı edilemeyecek diğer yönü, devrimci siyasi görevlerin çarpıtılmadan kavranması gereği var. Herkes için açık olmalıdır ki, devrimci parti işçiler arasında sendikal çalışma yürütmekle inşa edilemez. Marksist teoriyle donanmış ve eylem deneyimiyle çelikleşen kadrolar temelinde bir öncü devrimciler örgütü yaratmaya girişmeden de, parti inşa faaliyetinden bahsetmenin zaten bir anlamı yoktur. Bunlar son derece önemli sorunlardır. Ve bu tip sorunlar yalnızca tartışarak, laf üreterek değil, doğrusunu yapmaya çalışarak çözüm yoluna konabilirler. İşçi sınıfı içinde çalışma adına kendini ağırlıklı olarak sendikal mücadeleye kaptıran bir faaliyet tarzı, burada özetlemeye çalıştığımız temel siyasal görevi küçümsüyor demektir. Sol sekter tutumlara karşı mücadeleyi elden bırakmamak ne denli elzemse, temel siyasi görevleri küçümseyen sendikalizm eğilimini hoş görmemek de o denli zorunludur. Yanlışlara savrulmamak için, bazen tam olarak kavranamayan kimi hususlar üzerinde dikkatlice düşünmenin büyük yararı var. Örneğin, Bolşevik tarzda çalışma yürüten bir devrimciler örgütünün disiplinine bağlı olarak ve onun denetimi altında işçiler arasında sendikal faaliyete katılmanın sendikalizm sapmasıyla bir ilgisi yoktur. Bu husus iyi anlaşılmazsa, sol sekterliğe karşı eleştiri yürütenlerin bizzat kendilerinin sol sekterizme sürüklenmeleri kaçınılmaz hale gelir. Bazen devrimci dönüşüm geçirmeye başlayan işçilerin, çalıştıkları işyerlerinde kendilerini diğer işçilerden yalıttıkları ve siyasal çalışmaya önem verme adına sendikal mücadeleden uzak durdukları görülür. Oysa siyasal çalışma, işçiler arasında çeşitli düzeylerde yürüyen mücadeleden kopuk ve soyut bir olgu değildir. Siyasi anlamda yetkinleşmeyi, kendini diğer işçilerden soyutlayıp kişisel bilgi edinme hazzıyla yetinme şeklinde algılamak tam bir gaflete sürüklenmek anlamına gelir. Bu duruma düşenler, çalıştıkları fabrika ve işyerlerinde örgütlenme mücadelesinde bir işe yaramayan sekter unsurlara dönüşürler. Devrimci bir örgütlülük içinde yer alan ve devrimci teoriyle donanmaya başlayan bir işçinin, çevresindeki işçi arkadaşlarını geri bulduğu için onlardan uzaklaşmaya başlaması affedilmez bir hata olur. Bolşevik tarzda devrimci faaliyetin en önemli unsurlarından biri, ileriye çıkanın, henüz geride duranlara her alanda önderlik edebilme azmine ve yetisine sahip olmasıdır. Devrimci unsurların en önemli görevi, işçilerle her zaman en yakın temas halinde bulunmak ve çevrelerinde çeşitli düzeyden örgütlü işçi halkaları oluşturabilmektir. İşçi kitlesinin kitaplardan değil kendi deneyimlerinden öğrendiğini biliyoruz. Fakat devrimci kadrolar da saksıda yetişmez, devrimci nitelik taşıyan bir mücadele içinde eğitilir ve eylemler içinde olgunlaşıp pişerler. İşçilerin sınıf çıkarlarını savunma noktasında kendi haklılığına ve gücüne güvenen bir devrimciler örgütü, bu vasıflarını fiilen işçi çalışması içinde kanıtlamakla yükümlüdür. İşçiler küçük-burjuva devrimcilerden ve aydınlardan farklı olarak, kişileri ya da örgütlü çevreleri onların devrimci laflarının keskinliğine bakarak değil, canlı yaşam içindeki tutum ve davranışlarına göre tartıp değerlendirirler. O nedenle, ajitasyon ve propagandanın ve kadroların davranış tarzının işçiler tarafından doğru bir şekilde kavranması için özen gösterilmesi büyük önem taşır. Devrimci mücadelenin başlangıç dönemlerinde veya genç unsurlar arasında sol sekter tutumlara sürüklenenlerin sayısı hiç de az değildir. Lenin bu tür “çocukluk hastalıkları” üzerinde durmuş ve bu hastalıklara yakalanan devrimcileri eleştirmiştir. Sendikaların işçi aristokrasisi ve bürokrasisi nedeniyle içine sürüklendikleri durumu gerekçe göstererek, sendikalardan çekilme çağrısı yapan Alman solları bu duruma örnektir. Sendikalar işçi kitlesiyle birlikte bir tarafta dururken, gerici oldukları bahanesiyle bu sendikalarda çalışmayı reddetmek netice olarak zor koşullarda mücadele yürütmekten kaçmak anlamına gelmektedir. Bolşevik tarzda mücadelenin temel kurallarından biri de, kitleler neredeyse orada çalışma yürütmeyi bilmektir. Mevcut kitlesel sendikalar içinde mücadeleden vazgeçip temiz ama ufak yeni işçi birlikleri kurmayı düşlemek, sendikaların tabanındaki işçileri bürokratların ve burjuvazinin etki alanına terk etmek olur. Son olarak bir başka önemli noktaya değinelim. İşçi kitlesi arasında gerek duyulan örgütlenme biçimlerini belirleyecek olan esasen sınıf mücadelesinin ulaştığı düzeydir. Devrimci durumlarda fabrika komiteleri, işçi konseyleri gibi farklı türden işçi örgütlenmelerine ihtiyaç doğar ve sendikaların varlığı bu ihtiyacı ortadan kaldırmaz. Ama şu da bilinmeli ki, olağan dönemlerde bu tür örgütlenmeler için yapılan doğrudan çağrılar zamansız kaçar, istenen sonuca hizmet edemez ve havada kalırlar. Kuşkusuz, işçilerin devrimci bilincini ve ufkunu geliştirmek amacıyla bu konular ele alınmalı, bunlara dair eğitici propaganda her zaman yürütülmelidir. Fakat somut taktiklerin belirlenmesi söz konusu olduğunda, değinmeye çalıştığımız farklı düzeyler arasındaki ayrım atlanamaz. Zamanı ve zemini bakımından uygun olmayan eylem çağrıları yarardan çok zarar getirir, başarılı olamadığı için gereksiz yere moral bozar ve devrimci hedefleri sıradanlaştırıp laçkalaştırır.

Kendiliğindenliğe tapınma

İşçi sınıfının ekonomik mücadelesiyle siyasal mücadelesi farklı içeriklere sahipler, ama nihayetinde birbirlerinden tamamen kopuk da değiller. Zaten politikanın son tahlilde yoğunlaşmış ekonomi anlamına geldiği biliniyor. İşçiler ekonomik mücadele temelinde yalnızca tekil patronlarla karşı karşıya gelmekle kalmıyor, daha kapsamlı ekonomik hak talepleri için yürütülen eylemler onları patronlar sınıfıyla ve bu sınıfın devletiyle karşı karşıya getiriyor. Bu nedenle sınıfın sendikal mücadelesi kaçınılmaz olarak siyasi alana doğru uzanmaktadır. İşçi mücadelesinin ekonomik ve siyasal boyutları arasındaki ilişkinin doğru tarzda kavranması, bu ilişki alanından türeyen pek çok önemli sorunun aydınlatılması bakımından da önem taşıyor. Bu bağlamda, Marksist literatürde sıkça değinilen kendiliğindenlik olgusunu ele alabiliriz. Sınıfa dıştan planlı bir siyasi müdahale olmasa bile, işçiler arasında kapitalist düzene karşı kendiliğinden bir öfke ve tepkinin doğması doğaldır. Zaten bu “kendiliğinden unsur”, özünde tohum halindeki bir bilinçlenmedir; aslında bilincin ilk biçimidir. Sınıfın bağrından kopup gelen ilkel düzeydeki başkaldırmalar, işçilerin düzene karşı birlikte mücadelenin önemini hissetmeye başladıklarını ortaya koyar. Aslında bu ön mayalanmalar fevkalâde önem taşır. Çünkü belirli düzeyde kendiliğinden gelişen sınıf duygusu olmadan, işçiler arasında devrimci bilinç ve örgütlülüğün kök salmaya başlaması da olanaksızdır. Bu nedenle Lenin, kendiliğinden patlama niteliği taşıyan bir iktisadi grevin bile siyasal açıdan önem taşıdığına dikkat çekmiştir. Zira daha önce atalet içinde debelenen işçilerin, örgütlenmede ve mücadelede ilk adımları atmaları önemli bir gelişme demektir. Komünistler işçilerin kaydedeceği bu tür sıçramalara asla kayıtsız kalmamışlardır ve kalamazlar da. Parçalanmış ve birbirleriyle rekabet eden işçilerin artık ortaklaşa hareket etmeye başlamalarının ileriye doğru atılmış bir adım olduğuna ve bu yüzden sendikaların işçiler için bir dayanışma okulu işlevi görebileceğine Marx da dikkat çekmiştir. Aslında mutlak anlamda kendiliğinden, yani siyasetten ve siyasi çevrelerden hiç etkilenmeyen bir eylem ya da eylemlilik hali düşünülemez. O nedenle, kendiliğindenlik olgusunu daha kapsamlı siyasi içeriğiyle kavramak doğru olacaktır. Böyle yaklaştığımızda, kendiliğindenlik, devrimci siyasal bir örgütün önderlik etmediği eylem türünü veya böyle bir önderlik olmasa da her halükârda sınıfın içinden fışkırabilecek mücadele düzeyini anlatır. Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, 15-16 Haziran Direnişi son tahlilde kendiliğinden bir işçi direnişidir. Fakat burada meselenin asıl üzerinde durmak istediğimiz yönü, işçi sınıfının devrimci siyasal eylemine kıyasla ekonomik mücadelenin taşıdığı kendiliğindenlik özelliğidir. Devrimci Marksizmin kendiliğindenlik olgusu çerçevesinde boğuştuğu sorun, kapitalist düzene karşı işçilerin kendiliğinden gelişen tepki ve eylemleri olamaz. Yanlışlık, bu kendiliğinden eylemlerin yeterli görülmesi noktasında başlıyor. Çünkü kendiliğinden işçi hareketi nihayetinde sendikalizmden öteye geçemiyor veya burjuva sol siyasetlerin esiri oluyor. Kendiliğindenliğin önünde kölece boyun eğenler, devrimci siyaset ve devrimci örgütün gereğini ve işçi sınıfına devrimci bilincin taşınması görevini küçümsüyorlar. Bu çeşit yaklaşımlar zaman içinde belli başlı bazı siyasi akımlar da doğurmuştur. Bunlardan biri, işçi hareketinde anarşist düşüncenin etkisini yansıtan anarko-sendikalizmdir. Bir diğeri ise, ekonomik mücadelenin kendisini bir siyaset katına çıkaran trade-unionizm yani sendikalizm veya Türkçe’de yerleşmiş deyişle ekonomizmdir. Tarihsel kökleri bakımından anarko-sendikalizm, Marksist düşünceye karşı çıkan Proudhon ve Bakunin gibi siyasetçilerin düşünceleriyle biçimlenmiş bir sol eğilimdir. Fransa’da defalarca örneklendiği gibi, bu siyasi eğilim aydın çevreler içinde yaygınlaştığı durumlarda militan sınıf mücadelesinden kopuk bir nitelik taşır. Fakat İspanya İç Savaşı döneminde görüldüğü üzere, militan işçilerce savunulduğunda devrimci proleter özellikler sergilemesi de vakidir. Hemen belirtmek gerekir ki, İspanya benzeri örnekler aslında devrimci sınıf mücadelesinden, yani komünizmden etkilenen mücadeleci işçilerin yarattığı istisnalardır. Genelde ise, işçi sınıfının devrimci mücadelesine ters düşen anarko-sendikalizm en çok anarşizmin özellikleriyle bezelidir. Anarşizm, siyasal iktidarın işçilerce ele geçirilmesini ve bir işçi devletinin kurulmasını reddeden ve bu nedenle kapsamlı bir siyasal mücadelenin gerekliliğini yadsıyan bir siyasal akımdır. İşçilerde politik eyleme ve devrimci politikaya karşı kayıtsızlık uyandıran anarko-sendikalizm, bir başka uçta gibi görünen kardeşi ekonomizmle gerçekte pek çok benzerliklere sahiptir. Marksist kavrayışa aykırı bu iki siyasal eğilim, farklı içerik ve yöntemlerle de olsa, neticede sendikal mücadeleyi zararlı biçimde fazlasıyla ön plana çıkarmaktadır. İşçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinin gerektirdiği devrimci siyasal önderliğin yaratılması görevinden kaçan anarko-sendikalizm, işçi sendikalarının önemini abartır. Sendikaların bağımsızlığını savunma adına, devrimci siyasal önderliğin sendikalara yol göstermesi ihtiyacına karşı çıkar. Aslında kendi görüşleri temelinde fiilen bir siyaset güden anarko-sendikalistler, iktidar mücadelesinin insanı kirleteceği gerekçesiyle işçileri devrimci siyaseti küçümseme ve ekonomik mücadeleyi yeterli görme batağına sürüklemektedirler. Bu akımın savunucuları, sendikaların ve kendiliğinden mücadelenin neredeyse burjuvaziyi devirmek ve sınıfsız-devletsiz toplumu kurmak için yeterli olacağı görüşünü geliştirmişlerdir. Siyasal iktidarın işçi sınıfı tarafından devrimci zor yoluyla ele geçirilmesi görevi bu çevrelerce küçümsenir ve burjuva düzeni devirmede genel grev silahının önemi yüceltilir. Özetle vurgulayacak olursak, icabında keskin devrimci nutukların ardına saklanmış bir kendiliğindenliğe tapınma arzusu anarko-sendikalistlerin tipik özelliğidir. İşçi hareketinin tarihi, işçi sınıfını devrimcileştirme çabasından kopuk küçük-burjuva devrimci radikalizminin sonunda diğer uca, reformizme savrulduğunu kanıtlayan sayısız örnekle dolu. Nitekim Avrupa ülkelerinde birinci emperyalist savaş öncesinde radikal söylem düzleminde keskinleşen ve Marksizmi yeterince devrimci bulmayan anarko-sendikalistlerin büyük çoğunluğu, emperyalist savaş patlak verdiğinde sınıf işbirlikçilerinin örgütü Sosyalist Enternasyonal’in peşinden gitmiş ve uzlaşmacılık batağına saplanmıştır.

Ekonomik mücadeleyle sınırlı siyaset

Yine kendiliğindenliğin önünde boyun eğen ve ekonomik mücadelenin önemini abartarak bizzat bu mücadeleyi reformist bir siyaset kalıbına döken akım ise trade-unionizm diye adlandırılıyor. Esasen İngiltere’de doğmuş bulunan trade-unionizm akımı adını trade union yani sendika sözcüğünden almıştır. Bu bakımdan Türkçe’deki karşılığının da aslında sendikalizm olması daha doğrudur. Ne var ki trade-unionizm sözcüğü genelde dilimize ekonomizm diye çevrilmiş ve o şekilde yerleşmiştir. İşçi sınıfının kitlesel mücadelesinden kopuk küçük-burjuva sol sektlerin tersine trade-unionizm sendikal mücadele içindeki işçilere uzanmış, ekonomik mücadele ve reform talepleriyle sınırlı bir siyaset yaratmış ve bu temelde kitlesel bir güç haline de gelmiştir. Bu durumun en çarpıcı örneğini, bizzat işçi sendikalarının üzerinde yükselmiş bulunan İngiliz İşçi Partisi sunuyor. Bu örnek, işçilerin siyasal ve sendikal örgütleri arasında bağ kurmanın ve bu temelde kitleselleşmenin tek başına yeterli olmadığını, sonucun iyi ya da kötü oluşunu içeriğin (yani reformist mi yoksa devrimci mi) belirlediğini ortaya koyuyor. İngiliz örneğindeki bütünleşme, İşçi Partisini devrimci mücadeleye hayrı dokunacak bir önder durumuna getirmedi, sendikaları ve sendikalı işçileri bir burjuva işçi partisi niteliğiyle partileştirdi. Açıkça görülmektedir ki, işçilerin burjuva reformist siyasetin temsilcisi olan bir işçi partisinde toparlanmaları, işçi sınıfını kitlesel biçimde burjuva reformizminin kuyruğuna takmaktan başka da bir anlama gelmiyor. İngiliz İşçi Partisi veya Avrupa ülkelerindeki benzerleri (sosyal-demokrat ya da sosyalist adını taşıyan partiler), sendika bürokrasisi ile parti bürokrasisinin iç içe geçtiği bir durumu yansıtmaktadırlar. Bu özellikleri nedeniyle, hem bu partilerin taban örgütlerini oluşturan sendika branşlarındaki işçi kitlesi üzerinde bürokrasinin basıncı artmakta, hem de işçiler arasında burjuva reformist yanılsamalar katmerlenerek büyümektedir. Vaktiyle Çarlık Rusya’sında yaşanan deneyim de bir başka örneği oluşturuyor. O dönemlerde Avrupa’nın ileri kapitalist ülkelerinde doğan sendikal veya siyasal akımlar yalnızca kıta Avrupa’sını etkilemekle kalmamış, zaman içinde etki alanlarını fazlasıyla genişletmişlerdi. Böylece, sendikal mücadelenin rolünü abartan ve özü sendikalizm olan bir siyaset, burjuva demokratik hakların olmadığı Çarlık Rusya’sında da uç vermişti. 1890’ların Rusya’sında işçileri uyandıran grev dalgasının etkisi, Lenin’in eleştirilerine konu olan ekonomizm hastalığını yaygınlaştırmıştı. Rusya’da ekonomizm, hatalı yaklaşımlar düzeyinde kalmamış ve Marksist temellerde yükselen devrimci hareketin karşısına dikilen belli başlı siyasal akımlardan biri olmuştu. İşçi yığınlarının uyanmaya başladığı ve sınıf bilincinin geliştirilmesinin son derece yakıcı bir önem kazandığı bir dönemde, ekonomistler sınıfa devrimci bilinç taşımak isteyen siyasal çevrelerin etkisini kırmaya çalışmışlardı. Lenin bilinç unsurunun küçümsendiğini kanıtlamaya çalışırken, ekonomistler bunun karşısına “gelişmenin kendiliğinden unsurunun önemi”ni çıkartıyorlardı. Ekonomizm diye adlandırılan siyasal akımın başlıca iddiasını “ekonomik mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak” şeklinde özetleyebiliriz. Fakat bu noktada bir yanılgıya düşmemek için önemli bir hususa da dikkat çekelim. “Ekonomik mücadeleyi siyasallaştırma” gibi vurgular bazen bilinçli olarak ekonomizmi savunmak anlamında değil, tam tersine zorunlu bazı görevlere işaret etmek için kullanılabiliyor. İşçilerin sendikal mücadeleyle yetinmelerinin önüne geçmeyi amaçlayan bir “siyasallaştırma” vurgusunun yanlış olduğu söylenemez. Ekonomizme düşmeme kaygısıyla kaskatı kesilmek, sendikal mücadeleyi siyasal mücadeleden tamamen kopukmuş gibi yorumlamak ve sendikal alanda siyasallaşma propagandasından geri durmak son derece zararlı bir eğilimdir. Ekonomistlerin anlayışı olan “iktisadi mücadelenin kendisine siyasi bir nitelik kazandırmak” yaklaşımı ise tamamen farklı bir içeriğe sahiptir. Ekonomistler işçi sınıfının mücadelesini, ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının iyileştirilmesiyle sınırlı bir siyasete indirgemektedirler. Ama böyle bir siyaset, zaten işçi sendikalarının her zaman yapmakta oldukları işten ibarettir. Siyasi mücadele adına bu tür görüşler ileri sürmek, aslında işçi sınıfını sendikal siyaset düzeyine hapsetmekten öte bir anlam taşımaz. Ekonomistlerin sloganının, siyasal eylem alanında kendiliğindenliğe boyun eğmeyi çok çarpıcı biçimde ifade ettiğini söyler Lenin. Zira sendikal mücadele, devrimci unsurların müdahalesi olmadığı takdirde zaten egemen sınıfın egemen fikirlerinin etkisiyle kendiliğinden siyasi bir niteliğe bürünmektedir. Bunun şu ya da bu türden bir burjuva partisinin siyaseti olduğu ise çok açıktır. Bilindiği gibi, proleter devrimci mücadele reform mücadelesini, güncel talepler uğruna mücadeleyi dışlamıyor. Dolayısıyla komünistleri reformistlerden ayırt eden yön, yalnızca nihai hedeflerin propaganda edilmesi değil, reformların veya mütevazı görünen bir gündelik talebin bile işçilerin gözünü açacak, onları mücadeleye sevk edecek yöntemlerle elde edilmeye çalışılmasıdır. Oysa ekonomizm akımı, kapitalist düzeni devrimci yoldan yıkmayı değil de ekonomik iyileştirmelerle onu katlanabilir kılmayı amaçlayan reformist bir siyaset yaratmıştır. İşçilere bu burjuva siyasetini taşıyan ekonomistler, öncü işçilere devrimci bilincin taşınması için çabalayan Marksistleri kitleye önem vermemekle suçlamışlardır. Devrim kaçkını ekonomistlerin “işçi yığınlarına ağırlık vermeliyiz” gibi gerekçelerle kendilerini haklı çıkartmaya çalıştıkları bilinir. Buna benzer yaklaşımlara her dönemde olduğu gibi günümüzde de rastlamak mümkündür. Oysa işçi hareketi içinde çalışma yürütürken, kitleselleşme adına geri bilinç düzeyine sahip işçilere ayak uydurmak marifet değil, uvriyerizm yani işçi kuyrukçuluğudur. Geride duranları ileriye çekmek yerine onların nabzına göre şerbet vermek devrimci çalışma tarzıyla bağdaşamaz. Bu tür tutumlar, çevrede belirli işçilerin yığışmasını sağlayarak belirli bir başarı elde etmiş gibi görünebilir. Ama devrimci siyaset bakımından bunlar sakat temellerde elde edilmiş sözde başarılardır, ekonomistler açısından ise makbul siyasetin ta kendisidir. Ekonomik mücadele elbet önemlidir, fakat bu mücadelenin sınırlı bir etkisinin olduğu da asla unutulmamalı. Bu nedenle Marx, Ücret, Fiyat ve Kar adlı çalışmasında, işçilerin bu günübirlik mücadeleden elde edilecek başarıyı abartmamaları gereğine işaret eder. Bu mücadele düzeyinde işçiler, kapitalizmin yarattığı belli sonuçlara karşı çıkmaktadırlar. Ama bu sonuçları ortaya çıkaran nedenlere, yani kapitalist düzenin varlığına son verecek darbeleri henüz indirememektedirler. Bir başka deyişle, yalnızca acı dindirici ilaç kullanmakta ama hastalığı iyileştirememektedirler. İşçiler, sermayenin hak gasplarına ve düşen ücretlere karşı sürekli mücadele yürütmeli, fakat bu günlük mücadele içinde kaybolmamalı, bu kadarıyla yetinmemelidirler. Zira onların belini büken ve yoksulluk içinde süründüren kapitalist düzen, aynı zamanda ondan kurtuluşu sağlayacak maddi koşulları da yaratmıştır. Dolayısıyla, sendikalizmin ve burjuva liberalizminin, kapitalizm altında “adil bir ücret” gibi istemlerin gerçekleşebileceğine dair işçilerde yarattığı yanılsamalara kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Unutulmamalı ki, asıl kötülüğün kaynağında ücretlerin şu ya da bu düzeyde oluşu değil kapitalist ücret sisteminin ta kendisi yatıyor. Bu gerçeği teşhir etmeyen bir propaganda, sömürüyü gözlerden gizler. O nedenle işçiler mücadele bayraklarının üzerine “Adil bir ücret” biçiminde tutucu sloganlar yazmak yerine, “Ücretli kölelik sisteminin ortadan kaldırılması” şeklinde devrimci bir slogan yazmalıdırlar. İşçilerin mücadelesinin devrimci doğrultuda ilerletilebilmesinde, yürütülecek propaganda ve ajitasyonun niteliği gerçekten de büyük önem taşıyor. Lenin komünistlerin işçi sınıfı içinde yürütecekleri propaganda ve ajitasyonda uyulması gereken kurala dikkat çekmişti. Amaçlanan, işçilerin yalnızca kendilerine yönelik baskı ve haksızlıklara tepki vermekle yetinmemeleri ve kapitalist düzenin çeşitli kesimleri ilgilendiren çok yönlü saldırılarına karşı çıkmalarıdır. İşçi sınıfı içinde gerçek devrimci siyasal bilinç ancak bu yöndeki çabalarla geliştirilebilir. Ancak bu noktada, yalnızca sabırlı bir çabayla aşılacak engeller olduğunu da göz ardı edemeyiz. Sınıf içinde çalışma yürüten herkesin tanık olduğu gibi, sendikal mücadele alanına hapsolmuş işçiler daha ziyade ücretle, çalışma saatleriyle, sosyal haklarla ilgili talepler etrafında dönen ajitasyon ve propaganda faaliyetine sıcak bakmaktadırlar. Bunun dışında, söz konusu faaliyet örneğin ezilen ulusa ya da ezilen cinse yönelik baskılara karşı çıkmaya yöneldiğinde, aynı durumdaki işçiler tarafından fazla radikal veya fazla “siyasi” bulunmaktadır. Ama durum böyledir diye, varolan bilinç düzeyine teslim olanlar da haklı görülemez. Zira sınıfın mücadele düzeyi, burjuva düzenin işçilerin zihninde oluşturduğu bu engelleri kırmakla, siyasal ajitasyonu sendikal mücadele alanının sorunlarıyla sınırlandırmamakla ilerletilebilir. Oysa ekonomizm, sendikal sorunlar etrafında dönüp duran bir bilinçlendirme çalışmasının işçi sınıfının eğitiminde en etkili ve yararlı araç olduğunu iddia ediyor. Yanlış eğilimlere bir başka örnek daha verelim. İşçilerin yalnızca fabrika içinde cereyan eden sorunların ajitasyonu temelinde uyandırılmaya çalışılması da neticede bir çeşit sendikalizmdir. Lenin Rusya’da yaşananlardan hareketle, işçi sınıfının uyanışı döneminde “fabrika bildirileri” yazım ve dağıtımına dayanan bir “gerçekleri teşhir etme” tutkusunun ortalığı sarabileceğine dikkat çekmişti. Fabrika bildirileri esasen fabrika sistemini teşhir ediyor ve işçiler arasında bu doğrultuda bir faaliyet isteği uyandırıyorlardı. Bu bakımdan genel uyanış dönemlerinde önemli bir işlevleri de olmaktaydı. Ne var ki bununla yetinmek veya bu noktada çakılı kalmak işçiler arasında devrimci siyasal bilinç ve örgütlülüğü asla geliştirmeyecektir. O yüzden de tamamen yanlış bir siyasal yaklaşımdır. Vaktiyle Lenin’in dikkat çektiği bu yanılgılara Türkiye’de tanık olmuşuzdur ve aslında tanık olmaya da devam ediyoruz. Ekonomik taleplere veya fabrika içi sorunlara hapsolan bir ajitasyon tarzı, küçük çevrelere sınıf içinde çeşitli bağlantılar kurma olanağı sağlasa da, bu çalışma tarzı sendikalizmdir. Böyle bir yol tutanlar en iyi ihtimalle devrimci sendikacılık yapmaya çabalıyor demektir, daha fazlası değil. Geçmiş deneyimlerin de ortaya koyduğu üzere, amatörlük sonunda ekonomizme sürükleyen bir faktördür. İşçi sınıfı içinde çalışma yürütmek isteyen dar grupların, birkaç küçük işletmede, bazı işyeri sorunları çerçevesinde dönen basit düzeyde bir ajitasyon faaliyetini abartmaları tam anlamıyla amatörlüktür. Devrimci örgütlülüğün inşası için gerekli ön hazırlık, bilgi ve deneyime sahip olmadan, salt bu tarz amatörce “fabrika çalışması” yürütmeyi Bolşevik tarz çalışma diye lanse etmek ise, gülünçlüğü bir yana düpedüz ekonomizmdir. Bu noktada Marx’ın bir toplantıda (Brüksel Komünist Haberleşme Komitesinin toplantısı) söylediği sözleri unutmak olmaz: “Bilimsel kesinlikte bir düşüncen ve sağlam bir öğretin olmadan işçilere hitap etmek, propaganda oyunu oynamaktır. Bu, bir yanda sanki kendisine vahiy inmiş bir peygamber, öte yanda da onu ağzı açık dinleyen birtakım eşekler bulunduğunu varsayan hilekârca boş bir oyundur. Cehalet hiçbir zaman kimsenin yarasına merhem olmamıştır!” Henüz yeterli donanımdan yoksun genç kadrolar, işçiler arasında sarf ettikleri amatörce çabalar nedeniyle bazen istemeden ekonomizme sürüklenebilirler. Bu konuyu biraz açalım. Bolşevik tarzda örgütlenmeye çalışan bir çevrenin başlıca görevinin, işçiler arasında devrimci aydınlatma ve devrimci tarzda örgütlenme faaliyeti yürütmek ve bu işçileri siyasal örgütlülüğe kazanmak olduğu bilinir. Bunu başarmanın yolu, karşılıklı güven tesisi temelinde işçileri sabırla devrimci mücadele konularına çekmekten geçer. Ne var ki bazı deneyimsiz örgütçüler bunu yapmak yerine, işçilerle daha yakın ve dostane ilişkiler kurmak adına bizzat kendilerini sendikal alana hapsedebilirler. Bir de, sendikal mücadele içinde kazanılan deneyimi yeterli görme ve devrimci önderliğin direktif ve denetimini gereğince dikkate almama yanılgısına sürüklenenler vardır. Bu durum sendika aktivistlerinin sıklıkla düştükleri bir hatadır ve tüm bu yalpalamaların adı da sendikalizmdir. Çeşitli tarihsel örnekler incelendiğinde, sendikalar içinde çalışma yürüten komünistlerin kendilerini tamamen ve yalnızca bu alan çalışmasına adapte etmelerinin her zaman oportünist sapmalara yol açtığı görülecektir. Sendikalizme sürüklenme, kitlelerin ruh halini ve onların mücadele kapasitesini giderek bir sendika sekreteri gibi değerlendiren bir kadro tipolojisi de yaratır. Bu noktaya kayanların, sınıfın devrimci mücadelesiyle ekonomik mücadelesi arasındaki ilişkiyi tersyüz edilmiş biçimde algılamaları neredeyse kaçınılmazdır. İçinde çalıştıkları alanın bindirdiği basınca dayanamayanlar sonuçta o basınç altında eğilip bükülmeye başlarlar. Böylece sözde komünist ama gerçekte sendikacı politikacılar türer. Devrimci örgütlenme çabasının gereklerini başa alacak yerde sendikal çalışmanın içinde boğulan, sendikal alanın kendi yasası vardır mantığıyla tüm çalışmaları sendikanın tüzüksel kurallarına, sendika bürokrasisinin direktiflerine göre yürütmeye başlayan “devrimci” sayısı az değildir.

Muazzam bir silkiniş gerekli

Tarih, sınıf mücadelesinde kaçınılmazlıkla çeşitli gelgitlerin yaşanabileceğini gözler önüne seriyor. Nitekim işçi sınıfının devrimci hareketinde önemli gerileme dönemleri yaşanmış ve bu tür dönemlerin olumsuz etkileri sendikal mücadele alanına da fazlasıyla yansımıştır. Son tarihsel kesitte dünya genelinde ve Türkiye özelinde yaşanan siyasal gerileme döneminin, sendikal harekette ve sendikal mücadeleye yaklaşım konusunda ciddi hasarlara neden olduğunu yadsıyamayız. İşçilerin kazanılmış haklarına ve mücadelelerine karşı sermaye cephesinin yürüttüğü genel saldırı bir yana, Türkiye’de 12 Eylül faşizm döneminin karşı-devrimci etkisi çok büyük olmuştur. Türkiye’de sendikal hareketteki gerileme bu durumu açıkça gözler önüne seriyor. Dünya genelindeki neoliberal saldırılara bağlı olarak çeşitli kapitalist ülkelerde de sendikalı işçi oranında ve daha da önemlisi sendikal mücadelenin militanlık düzeyinde önemli bir düşüş yaşandı. Ne var ki Türkiye’de yaşanan gerileme çok daha muazzam boyutlarda oldu. Ayrıca unutulmamalı ki, işçi hareketi son dönemlerde diğer kapitalist ülkelerde yer yer belli bir toparlanma kaydediyor. Hatta bazı ülkelerde daha da önemli düzeylerde yükselişler yaşanabiliyor. Ama Türkiye’ye baktığımızda, solda hatalı yaklaşımların yıllar içinde biriktirdiği sorunlar bir yana, esasen 12 Eylül faşizminin sonucu olan koskoca bir enkaz ortada öylesine duruyor. Faşizm ve gericilik yılları boyunca işçi sınıfı siyasi yaşama indirilen darbelerden fazlasıyla nasibini aldı, devrimci bilinç ve örgütlülük düzeyinde endişe verici bir düşüş yaşandı. Daha sonra burjuva rejimde görece bir olağanlaşma kaydedilmiş ve devrimci çevrelerde yeniden bir toparlanma çabası gözlenmişse de, Türkiye’de işçi hareketinin gerek siyasal gerek ekonomik mücadele açısından belini doğrultabildiğini henüz söyleyemiyoruz. Böylesi durumlarda sıklıkla karşılaşıldığı gibi, sınıfın sendikal ve siyasal mücadelesi arasındaki ilişkinin devrimci tarzda kavranışı bakımından da esaslı bir gerileme ve çarpılma mevcut. İşçi sendikalarının durumu ise gerçekten de insanı isyan ettirecek düzeyde. Ama şu da bir gerçek ki, sorunları müzminleştiren faktör esasen siyasal alandan kaynaklanıyor. İşçi sınıfının devrimci siyasal örgütlülüğü geliştirilmedikçe, sendikal hareketi anlamlı düzeyde ileriye çekmek ve sendikaları militanlaştırmak da mümkün olamayacak. Geçmiş dönem unutulmasın. Tüm eksikliklerine ve hatalarına karşın, ‘80 öncesinde Türkiye’de devrimci örgütlerin sendikal mücadeleye militanlaşma doğrultusunda bindirdiği önemli bir basınç vardı. Bu faktör hiçbir şekilde göz ardı edilemez. Günümüz ortamı ise, siyasi yaşamda sistematik baskıların sonucu oluşan pörsüme, işçilerin aktif siyasete yabancılaşması, işsizlik kırbacının korkusuyla en ufak hak arama eyleminden bile uzaklaşma gibi olumsuzluklarla belirginleşiyor. Bu tablo 12 Eylül 1980 öncesiyle kıyaslandığında, adeta karanlıklar çağına dönüş gibi görünüyor. Bugün gerileme döneminden çıkabilmek için işçi hareketinde muazzam bir silkinişe, siyasal yaşamda köklü niteliksel dönüşümlere ihtiyaç var. Çürümüş ve ipliği pazara çıkmış kimi burjuva partilere karşı kendini işçi-emekçi kitlelere yeni bir umut diye satan burjuva partilerin yarattığı siyasallaşma, çarpık ve sözde bir siyasallaşmadır. Dolayısıyla mevcut olumsuzluğu asla ortadan kaldırmamaktadır. AKP örneğinin kanıtladığı bir gerçek var. Beyler, paşalar, patronlar saltanatının hüküm sürdüğü bu dünyada, kitlelerin dini inançlarını istismar ederek, onlara “katlanmayı”, “isyan etmemeyi”, “boyun eğmeyi” öğütleyen bir burjuva partisinin işçi sınıfının yeniden uyanışına hiçbir hayrı dokunamaz. İşçi-emekçi kitlelerin sorunları, sözümona yeni görünümlü burjuva partilerle çözümlenemez. Kapitalizmin yarattığı yoksulluk, işsizlik, haksız savaşlar ve toplumsal yozlaşma bataklığından kurtulabilmek için, işçi sınıfının devrimci bir siyasal örgütlenmeye ihtiyacı var. Devrimci siyasetin işçi kitlelerini hareketlendiren rüzgârı ve buna bağlı olarak sendika tabanlarından sendika bürokrasisine yönelen mücadele olmaksızın, sendikal alandaki bataklığın kurutulması mümkün olmayacak. Bu çözümleme, işçi sınıfının kendiliğinden mücadelesindeki canlanmanın da devrimci mücadeleye ivme kazandırabileceğinin yadsınması anlamına gelmiyor. Devrimci çabaların işçi hareketinde yaratacağı ilerleme ile kendiliğinden silkinişler arasında, her düzeyde dönüp birbiri üzerinde etkide bulunan canlı bir diyalektik ilişki var. Bu ilişkiyi yok sayan ve hareketlenmenin kendisini tek yönlü tasavvur eden yaklaşımlar skolastik mantığa hizmet ediyorlar. Yine de birincil derecede önemli olan faktörü belirtmeliyiz. Devrimci örgütlenmenin kırbacını hissetmeyen sendikal mücadele, burjuvazinin yedeğine koşulmaktan asla kurtulmamıştır ve kurtulamaz da. İşçi sınıfının devrimci mücadelesinin yükseliş kaydettiği dönemlerde daha geniş kitlelerce ve daha kolay biçimde kavranan bazı temel yaklaşımlar, siyasal gericilik dönemlerinde genelde çok yönlü çarpılmalara maruz kalıyor veya unutuluyorlar. Sendikal mücadeleye devrimci yaklaşımın nasıl olması gerektiği konusu da buna örnek teşkil ediyor. Sınıf mücadelesinde işçiler aleyhine cereyan eden gerileme dönemleri, yalnızca işçi örgütlerini değil devrimci düşünce ve yaklaşımları da daha önce kazanılmış mevzilerden bir hayli gerilere savurabiliyor. Böylece geçmişte kaldığı sanılan hastalıklar yeniden bünyeyi sarabiliyorlar. Eski hastalıkların her yeni tarihsel aşamada bir dönem yeniden nüksedebileceği zaten Marksizmin işaret ettiği bir gerçektir. Böylesi dönemlerde, geçmişte neredeyse herkesin bildiği varsayılan en basit gerçekleri bile bıkıp usanmaksızın yeniden gün yüzüne çıkartmak zorunlu hale gelmektedir. Üstelik boğuşmak zorunda kalınan sorunlar yüzeyde değil, derinlerdedir. Örneğin, sol sekterlik ve sendikalizm diye niteleyebileceğimiz farklı mahiyetteki iki önemli savrulmanın izlerine bugün Türkiye’de Marksist geçinenler arasında da pekâlâ rastlayabiliyoruz. Nükseden bu hastalıkların zararlı etkileriyle mücadele önemli ve güncel bir görev niteliği taşıyor. Kısacası, sınıf mücadelesini ilgilendiren hangi soruna el atarsak atalım, çözüm aynı yerden geçmektedir. Tüm enerjiyi ve çabaları, işçilerin devrimci örgütlenme ve mücadelesini güçlendirmeye hasretmek dışında bir kurtuluş yolu bulunmuyor. Sendikal mücadelede militan bir silkiniş de ancak bu sayede mümkün olacaktır. Mevki ve makam düşkünlüğü, koltuk sevdası olmaksızın sınıf içinde devrimci çalışma yürütenler için sendikal mücadelede başarı ölçütü, işçileri daha örgütlü ve mücadeleci kılabilmek dışında başka bir şey olamaz. Tüm kapitalist ülkelerde sendikalı işçi sayısının düşüklüğü hesaba katılırsa, günümüz dünyasında güçlü bir sendikal mücadele için örgütsüzleri kazanmaya çalışmanın ne denli büyük bir önem taşıdığı da kolayca anlaşılır. Bu bakımdan, sendikasız işçilerin sendikalaşması, sendikalı işçilerin işyerleri ve fabrikalarda sendikalarına fiilen sahip çıkacak ve onları denetleyecek tarzda örgütlenmeleri için çaba sarf etmek gerektiği açıktır. İşçi aristokrasisini besleyecek mesleki çıkarlar savunusuna, küçük işyerlerinin sendikacılar tarafından gözden çıkartılması eğilimine, vasıfsız işçilerin küçümsenmesine karşı azimli bir mücadele yürütülmeli. Sendikal demokrasiyi, militan sınıf sendikacılığını, mücadeleci taban örgütlenmesini en azimli ve ilkeli biçimde savunanlar komünistler olmalı. İşçi sınıfının mücadele birliğini sağlamak üzere, haksız savaşa, sermayenin baskılarına ve sosyal hak gasplarına karşı işçilerin ortak eylemini örgütlemeye göz dikilmeli. Muazzam bir silkiniş hiçbir alanda kendiliğinden gerçekleşmeyecek. Yeni mevziler, temel görevler yerine getirildiği ölçüde tırnakla sökülüp kopartılacak.

Ekim 2006
İşçi Sınıfı ve Mücadelesi
Marksizm Dışı Sol Eğilimler
Share

Source URL:https://en.marksist.net/node/2308