Published on Marksist Tutum (https://en.marksist.net)

Home > Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar

1.bölüm

12-eylull-1.jpg

Kürt sorununda statükocu-liberal ittifakı!

30 Ekim 2007 tarihinde kaleme aldığımız “Savaş Çığırtkanlığı, Emperyalist Emeller ve İktidar Kavgası” başlıklı yazımızı, özetle şu saptamayı yaparak bitirmiştik: “Yaşanan bunca tarihsel tecrübeden sonra, Türkiye’de kapitalizmin gelişimine ve burjuvazinin tarihine ilişkin olarak şu gerçekliği hiç akıldan çıkarmamak gerekiyor: Türkiye’de kapitalizmin savunucusu olan burjuva güçler, cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olabilmek ve böylece iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanabilmek için, bir yandan kendi aralarında iktidar kavgasını sürdürürlerken, diğer yandan ortak çıkarları söz konusu olduğunda ya da sömürü düzenleri şu ya da bu biçimde tehlikeye girdiğinde domuz topu gibi birleşmekte ve emekçi sınıflara karşı ortak bir saldırı başlatmakta hiç tereddüt etmemektedirler. Cumhuriyet tarihi boyunca bu hep böyle olmuştur ve bundan sonra da böyle olacaktır!” Nitekim olayların bugünkü gelişimi de bu saptamayı doğrular nitelikte olmaktadır. ABD’nin Irak’ı işgalinden bu yana bölgede yaşanan gelişmeler Türkiye’yi doğrudan etkilemekte ve egemen sınıfın temsilcilerini ortak çıkarlar etrafında birleşmeye ve giderek birlikte hareket etmeye zorlamaktadır. Düzenin savunucusu ve temsilcisi konumunda olan güçler (asker-sivil bürokrasi ve burjuva siyasetçiler) kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaları ikinci plana itmeye ve temsilcisi oldukları sömürü düzeninin ortak çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda politikalar üretmeye yönelmektedirler. Daha düne kadar devletin doruğunda iktidar kavgasına tutuşan ve bu amaçla birbirlerine çeşitli tuzaklar kuran statükocu asker-sivil bürokrasi ile iktidar partisi AKP, bölgedeki gelişmelere ve Kürt sorununa yönelik olarak giderek “aynı ağızdan” konuşmaya ve “birlik-beraberlik” gösterilerinde bulunmaya başlamışlardır. Öte yandan, son dönemdeki gelişmelere baktığımızda, Avrupa Birliği (AB) yanlısı liberal aydınların tutumunun da iktidardaki “İslamcı-liberal” AKP’ninkinden çok farklı olmadığını, hatta örtüştüğünü görmekteyiz. Bu ülkede demokrasi ve özgürlükler konusunda soyut nutuklar atmaya bayılan liberal aydınlar ve siyasetçiler, sıra Kürt halkının somut ulusal-demokratik taleplerini savunmaya geldiğinde hep yan çizmişlerdir ve bugün de öyle yapmaktadırlar. Bu liberal aydın ve siyasetçilerin “laik” tandanslısı da, “İslami” tandanslısı da Kürt sorununun çözümü konusunda, yani bu ülkede demokrasinin gerçekten uygulanması konusunda tam bir ikiyüzlü tutum sergilemektedir. Liberallerin esas istediği, özel kapitalist sermaye düzeninin “serbestçe” gelişmesi ve Avrupa sermayesiyle bütünleşme sürecinin pürüzsüz yürümesidir. Onlara göre, Kürt ulusal hareketinin bu süreci sekteye uğratacak şekilde çıkışlar yapması ve ulusal demokratik taleplerini yükseltmesi zinhar kabul edilemez bir şeydir ve şiddetle eleştirilmelidir! Bunlar için, Türkiye’de demokrasinin genişlemesi ancak AB ile bir bütünleşme sağlandıktan sonra mümkün olabileceğinden, Kürtlerin demokratik talepleri de tam olarak ancak bu aşamadan sonra düşünülebilecek bir şeydir. Bu nedenle liberaller, zamanı gelinceye değin Kürtlerin uslu durmalarını ve şimdilik birtakım hak kırıntılarıyla yetinmelerini vazetmektedirler. Buna karşı çıkan ve parlamentoda seslerini yükselten DTP’li milletvekillerine ise adeta terörist muamelesi reva görülmektedir. Esasen bunda şaşılacak bir yan yoktur. Çünkü devrimci mücadeleye ve devrimci demokrasiye her zaman düşmanca bir yaklaşım içinde olan liberal demokrasi, bu nedenle Kürt hareketinin devrimci demokratik mücadelesine ve taleplerine de düşmanca yaklaşmaktadır. Burjuva liberaller de tıpkı statükocular gibi davranmakta ve Kürt hareketini daha baştan “terörizm”le suçlayarak, kamuoyu önünde mahkûm etmeye çalışmaktadırlar. Özellikle 11 Eylül’den sonra, tüm dünyada olduğu gibi bizdeki liberallerin ağzında da bu “terörizm” kavramı, her türlü devrimci faaliyeti karalamak için kullanılan bir “yafta” haline getirilmiştir. Bu nedenle, Kürt sorununda yaşanan son gelişmeler, yalnızca statükocuların demokrasi karşıtlığını ya da faşizan eğilimlerini sergilemekle kalmıyor, aynı zamanda “İslamcı liberaller” ile “laik liberallerin” demokrasi anlayışlarının da ne denli sığ ve samimiyetsiz olduğunu açıkça ortaya koyuyor. AB’ye katılım gündeme geldiğinden bu yana, Türkiye’nin sorunlarının ancak burjuva demokrasisi çerçevesi içinde liberal iktisat ve siyaset politikaları izlenerek çözümlenebileceğini geviş getirircesine tekrarlayıp duran liberal ekâbir takımı, sıra Kürt sorununun barışçı ve kalıcı çözümü için acil ve somut adımların atılmasına geldiğinde, ayakları geri gitmeye ve söylediklerini bir bir yutmaya başladılar. Bunlar, kendilerinden bekleneceği üzere, çok sinsi bir oportünizme başvurarak ve çeşitli bahaneler üreterek, militarizmle uzlaşma yoluna gittiler. Yani bu kez de Kürt sorunu, kendilerini liberal ve de ılımlı İslam olarak tanıtan politika esnafının elinde çok tehlikeli bir çözümsüzlüğün girdabına sokulmuş oldu. Bugün İslamcı-liberal AKP hükümetinin “yeni çözüm önerileri” diye elinde salladığı sopa, bildik-tanıdık olan o “eski sopa”dan başka bir şey değildir. Ağızlarının içinde ne denli eveleyip geveleseler de, AKP hükümetinin ve bir kısım liberal aydının bugün “çözüm” diye gösterdikleri yol, otoriter devletçi anlayışın yıllardan beri “çözüm” diye öne sürdüğü geleneksel inkârcı ve imhacı yaklaşımdan bir adım öteye geçmemektedir. Çünkü liberaller de statükocular gibi, sorunun aslında bir “ulusal sorun” olduğu gerçeğini itiraf etmekten köşe bucak kaçmaktadırlar. Nitekim kaçtıkları içindir ki, Kürt ulusal sorununu inkâr etmekte ve “aslında bu sorun ekonomik, sosyal, kültürel boyutları olan bölgesel bir sorundur” diye ağızlarının içinde eveleyip gevelemekte, ya da “aslında Kürt sorunu yoktur, terör ve terörle mücadele sorunu vardır” deyip militarizme göz kırpmaktadırlar. Böylece, Kürt ulusal sorununun gerçekten “adaletli, barışçı ve kalıcı bir çözümü” için gerekli politik adımları atmaya, bugünkü “İslamcı-liberal” AKP hükümetinin de mecalinin olmadığı anlaşılmış oluyor. Çünkü bu parti de diğer burjuva partiler gibi, geleneksel statükocu güçlere ve resmi “devlet” ideolojisine karşı kararlı bir mücadeleyi göze alabilecek politik cesaretten ve gerçek demokratlıktan yoksundur. Dolayısıyla, lafa gelince “demokrasisinin sınırlarının genişletilmesi, hak ve özgürlüklerin savunulması” konusunda bolca nutuk atan ve vaatlerde bulunan “İslamcı-liberal” AKP yöneticilerinin ve onların siyasal destekçisi konumunda olan liberal aydınların söylemleri kimseyi aldatmamalıdır! İşin gerçeğinde, AKP’nin de kendinden önceki liberal burjuva partilerden (Bayar-Menderes’in DP’si, Özal’ın ANAP’ı vb. gibi) hiçbir farkı yoktur. Bugün kendilerini “İslami duyarlılığı yüksek” liberal politikacılar olarak takdim eden AKP’nin burjuva yöneticileri de, tıpkı kendilerinden önceki burjuva liberaller gibi aynı sınıf kumaşından imal edilmişlerdir. Bunların hepsinin ortak özelliği, demokrasiyi yalnızca kendileri için istemeleridir. Dolayısıyla, AKP’nin savunduğu “demokrasi” de tıpkı kendinden önceki liberal partilerinki gibi, sınırlı bir burjuva demokrasisi olmaktan öteye geçemez. Ama bunda şaşılacak bir yan da yoktur. Çünkü bu ülkede demokrasiyi, hak ve özgürlükleri “savunma” propagandalarıyla siyaset sahnesine fırlamış olan burjuva liberallerin (ister İslami tandanslı, isterse laik tandanslı olsunlar) demokrasi anlayışı hep aynı olmuştur. Bunlar her zaman, kendileri için geniş ama Türk ve Kürt emekçi halkı için dar olan bir burjuva demokrasisi uygulamayı tercih etmişlerdir ve bugün de bu anlayışlarında değişen çok bir şey yoktur. Öte yandan, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren, bu ülkede burjuva düzenin “liberal” savunucularıyla “statükocu” savunucuları arasında bir iktidar kavgasının yürüdüğü de görülmesi gereken bir gerçekliktir. Bu kavgada statükocu kesim (Kemalist bürokrasi), kendi iktidarını zayıflatacağını düşündüğü her durumda, liberal-demokratik açılımlara ve değişim taleplerine (bu talepler bu ülkenin egemenlerinden, yani burjuvaziden gelmiş olsa bile) hep karşı durmuş ve statükonun yılmaz savunucusu kesilmiştir. Buna karşılık, siyasal iktidarda ve ülke ekonomisinde daha fazla söz sahibi olmak isteyen burjuva liberaller ise, zaman zaman statükoculara karşı çıkarak, ekonomik ve siyasal alanda liberalizmi ve demokratikleşmeyi savunur görünmüşlerdir. Statükoyu savunan burjuva kesim ile liberalizmi savunan burjuva kesim arasında cumhuriyet tarihi boyunca sürüp gelen bu kavga, kesinlikle emekçi halkın çıkarlarıyla ilgili olmayan ve onun gerçek taleplerini hiçbir biçimde dikkate almayan bir kavgaydı. Fakat bu kavgada her iki kesim de bir “oy deposu” olarak gördükleri emekçi halkı kendi peşlerine takabilmek için, kendilerini hep halktan yana göstermişler ve sürekli halk dalkavukluğu yapmışlardır. Özetle söyleyecek olursak, TC’nin kuruluşundan itibaren kendini devletle özdeşleştirmiş olan egemen sınıfın bir kesimi (devletçi-statükocu kesim), birey karşısında daima devletin çıkarlarını üstün tutarken, sözümona statükoculuğa karşı çıkan ve demokrasiyi savunurmuş gibi yapan bir diğer kesim (liberal burjuva kesimi) ise, demokrasiyi yalnızca burjuvazi için istemiştir. Yalnızca burjuvazinin ekonomik ve siyasal özgürlük alanını genişletmek için statükoya karşı “mücadele” vermiştir. Egemen sınıf içinde, statükocular ile liberaller arasında bugün yaşanan çatışma da bundan farklı bir şey değildir. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana geçen 85 yıllık zaman diliminde, bu ülkede burjuva demokrasisinin tamamen rafa kaldırıldığı ya da sınırlarının alabildiğine daraldığı dönemler çok olmuştur. Ama buna karşılık, bu ülkede Batıdaki gibi normal işleyen bir burjuva demokrasisi dönemi hiç olmamıştır. Bu ülkede bir burjuva demokrasisinin işlediği sanılan dönemler ise, gerçekte burjuva demokrasisinin sınırlarının geçici olarak bir parça genişlediği istisnai dönemlerdir. Türkiye’de burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlediği bu istisnai dönemler, genellikle burjuvazinin bu genişlemeden çok fazla bir rahatsızlık duymadığı, hatta yarar umduğu dönemlerdir. Böylesi dönemlerde statükocu-otoriter burjuva eğilim siyasal düzlemde geri plana çekilirken, öne çıkan hep liberal burjuva eğilim olmuştur. Burjuvazinin çıkarları demokrasinin sınırlarının daraltılmasını ya da tümden ortadan kaldırılmasını gerektirdiği dönemlerde ise bunun tersi olmakta ve böylesi dönemlerde burjuva liberal eğilim siyaset sahnesinde geri plana çekilirken, bu kez öne çıkan statükocu-otoriter eğilim olmaktadır. TC’nin kuruluşundan bugüne kadar yaşanan tüm siyasal süreçlerde, defalarca tekrarlanmış bir olgudur bu. Yaptığımız bu saptamanın yerinde olup olmadığını anlamak için, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar burjuva siyasal rejimde yaşanan belli başlı değişim dönemlerine kısaca bir göz atmak yeterli olacaktır sanırız.

Cumhuriyetin kuruluşundan bugüne egemenlerin geleneksel iktidar dansı

Tek parti (CHP) diktatörlüğü altında geçen burjuva cumhuriyetin ilk 23 yılık dönemi (1923-46), Batıdaki gibi bir burjuva demokrasisinin hiç işletilmediği bir dönemdir. Bu yıllar, genelde kır-kent emekçi sınıflarının, özelde ise Kürt halkının demokratik haklarının hiçe sayıldığı, ekonomik-sosyal taleplerinin hiçbir biçimde karşılanmadığı ve can yakan sorunlarının hiçbirine gerçek çözümlerin getirilmediği yıllardır. İşin ilginç yanı, gerek Türk işçi ve emekçi kitlelerin, gerekse Kürt halkının her türlü demokratik çıkışının genelde statükocu bir tepkiyle karşılandığı ya da şiddetli bir saldırganlıkla bastırıldığı bu yılların, gerçeklerle adeta alay edercesine, resmi tarihin sayfalarına “ilerici-devrimci yıllar” olarak kaydedilmiş olmasıdır. Oysa ne yönetici kadroların eylemleri, ne de yapılan işlerin niteliği bakımından bu yılları “ilerici-devrimci yıllar” olarak nitelemek mümkündür. Bu ülkede Tanzimat’la başlayıp cumhuriyetle devam eden “çağdaşlaşma-batılılaşma-modernleşme” projesinin “mimarlığını” ve fiili uygulayıcılığını yapan kadroların, despotik-devletçi geleneği çok güçlü bir kaynaktan, yani Osmanlı askeri bürokrasisinden geldiği bir sır değildir. Milli Mücadele’ye önderlik eden ve cumhuriyetin kuruluşundan sonra da siyasal iktidar tekelini elinden bırakmayan bu burjuvalaşmış bürokrat kadrolar, iktidarlarını hiçbir dönemde halka dayandırma yanlısı olmamışlardır. Bunlar gerçek anlamda halk devrimcisi değil, çökmüş bir imparatorluğun devlet aygıtından gelen ve tıpkı kendi öncelleri gibi “Batılılaşma, modernleşme” özlemi içinde olan birer burjuva reformisttiler yalnızca. Dolayısıyla bunlar, Osmanlı’dan miras kalan kurum ve yapıları köklü bir halk devrimiyle ortadan kaldırmak yerine, bu yapıların pek çoğunu yeni kurulan cumhuriyet rejimine uyarlayarak muhafaza etme yolunu tutmuşlardı. Öte yandan, cumhuriyeti kuran ve “devrimci” olduğunu iddia eden bu “öncü” kadro, iktidarı bütünüyle ele geçirdikten sonra da, burjuva demokratik devrim açısından zorunlu olan devrimci dönüşüm adımlarını atmaktan özellikle kaçınmıştır. Kemalist iktidar, tarihsel bakımdan gerici bir konumda olan pre-kapitalist unsurları (toprak ağaları, şeyhler, mütegallibe vb.) tasfiye edecek yerde, bu unsurlarla uzlaşma yoluna gitmiş, hatta uzun süreli ittifaklar yapmıştır. Nitekim böyle yapıldığı içindir ki, cumhuriyet rejimi gelişiminin hiçbir evresinde, pre-kapitalist unsurlara karşı gerçek anlamda ilerici-devrimci bir rol üstlenememiş ve bu bakımdan, burjuva anlamda bile demokratik bir rejim olamamıştır. Yıllar yılı “Batılılaşma, çağdaşlaşma, modernleşme” söylemlerinin ardına saklanarak her türlü anti-demokratik uygulamaya başvuran bu rejim, gerçekte çağdaşlaşmaya da demokratikleşmeye de pek değer vermediğini ve bu konuda da samimi olmadığını defalarca göstermiştir. Emperyalist işgal güçlerine karşı kazanılan askeri zaferin ardından kurulan yeni devletin (TC’nin) merkezi çekirdeğini oluşturan askeri ve siyasi kadrolar (Kemalistler), bir yandan kendilerini daha yeni gelişmekte olan Müslüman-Türk burjuvaziye dayandırmaya çalışırken, diğer yandan da bizzat kendileri devlet olanaklarından yararlanarak burjuvalaşmaya çalışıyorlardı. Ama öte yandan bu kadrolar, Osmanlı’nın geleneksel “devlet” anlayışı içinde yetişmiş olmalarından kaynaklı olarak, kendilerini hâlâ “devletlû” bir sınıf gibi görme ve devletin “aslî sahibi” sayma eğilimindeydiler. Cumhuriyet rejimini yöneten siyasal kadronun bu öznel eğilimi, Milli Mücadele sürecinde kurulan “kent burjuvazisi-eşraf-bürokrasi” ittifakı içinde giderek esaslı bir çelişki yaratacaktı. Çünkü Kemalist bürokrasi kendini her ne kadar Osmanlı’daki gibi “devletlû” bir sınıf olarak hissetse de, artık ne devlet o eski Osmanlı devletiydi, ne de toplum o eski tebaa toplumu. Kapitalizm yönünde gelişen yeni toplum, esasen bir burjuva toplumu olma yolunda ilerliyordu ve bunun da burjuvazi ile “kurucu” bürokrasi arasında bir çelişkiye yol açması kaçınılmazdı. Nitekim yeni kurulan cumhuriyet rejiminde kentli büyük burjuvazi iktisaden gelişip güçlendikçe, bu sınıfın devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olma isteği de giderek artacaktı. Bu durumda, iktisaden güçlenen mülk sahibi burjuvazi ile devlet yönetimini tekelinde tutan Kemalist bürokrasi arasında giderek bir zıtlaşmanın doğması da kaçınılmaz olacaktı. İşte Kemalist bürokrasi ile mülk sahibi burjuvazi arasında Milli Mücadele yıllarında kurulan siyasal birlikteliğin (iktidar bloğu), yıllar ilerledikçe “çelişkili ve çatışmalı” bir birlikteliğe dönüşmesinin gerçek nedeni budur. Bu ülkede askeri bürokrasinin tutumu, cumhuriyetin ilanından başlayarak, burjuva düzenin gelişim evrelerini derinden etkilemiştir. Cumhuriyetin ilanından sekiz ay önce (17 Şubat 1923’de), yeni yönetimin izleyeceği iktisat politikalarını belirlemek amacıyla İzmir’de bir İktisat Kongresi toplanmıştı. Bu kongre, siyasal iktidarı fiilen elinde tutan milliyetçi askeri bürokrasiyi, İstanbul ve İzmir’in Müslüman-Türk burjuva çevrelerini, Anadolu eşrafını ve büyük toprak sahiplerini bir araya getiren bir organizasyondu. M. Kemal’in önderliğindeki milliyetçi askeri bürokrasi ile Müslüman-Türk burjuvazisinin birlikte oluşturdukları yeni iktisat politikasının ana hedefi bu kongrede açıkça belirtilmişti: Devlet aracılığıyla ve devlet imkânlarıyla, kapitalist temeller üzerinde ulusal bir ekonomi inşa etmek! Kongre ayrıca, Osmanlı Devleti’nden devralınan liberal iktisat politikalarında ve yabancı sermayeye karşı tutum konusunda köklü bir değişiklik yapılmayacağına dair de Batılı emperyalist güçlere güvence veriyordu. Siyasal iktidarı fiilen elinde bulunduran Milli Mücadele’nin askeri ve siyasi önder kadrosu, bu kongrede, kapitalist üretim biçimine mümkün olduğu kadar hızlı bir geçişi sağlamak amacıyla sermaye birikimini yerli burjuvazinin yararına hızlandırmayı taahhüt ediyordu. Kemalist iktidar, elinde bulundurduğu yasama ve yürütme gücünü bu hedefe ulaşmak üzere kullanacak ve özel bir vergilendirme yoluyla emekçi halkın sırtından çekip alacağı birikimleri burjuvaziye aktaracaktı. Böylelikle devlet, Kemalist bürokrasinin yönetimi altında, “milli” kapitalist gelişmenin ve dolayısıyla “milli” burjuvazinin hizmetine koşulmuş oluyordu. Tabii, Kemalist bürokrasi uygulayacağı bu “milli” iktisat politikasını, “cumhuriyetçilik”, “milliyetçilik”, “halkçılık”, “devrimcilik”, “anti-emperyalistlik” vb. olarak lanse edecekti halka! Dolayısıyla, 1923’den 1930’a kadar süren bu dönem, “milli iktisat politikası” adı altında yerli burjuvaziye devlet aracılığıyla sermaye birikimi sağlamaya çalışmaktan öteye geçmeyen bir dönem olmuştur. Sözümona bu yolla, kapitalist sanayileşme hamlesi başarılacak ve ulusal kalkınma sağlanacaktı. Ne var ki evdeki hesap çarşıya uymadı. Devlet aracılığıyla yerli burjuvaziye aktarılan sermaye birikimleri, sanayi yatırımlarına değil, esas olarak ticari faaliyetlere, özellikle de burjuvazinin kısa zamanda servet yapabileceğini umduğu ithalat ve ihracat işlerine ve yabancı şirket komisyonculuğuna yöneldi. Sonuç olarak, cumhuriyetin bu ilk yıllarında, “kapitalist sanayileşme” yoluyla bir milli kalkınma başarılamadı. Bu dönemde ne “milli” burjuvazi denen kesimin ne de ona hamilik eden Kemalist bürokrasinin, emperyalist sermayeye karşı çıkmak gibi bir tutumu asla olmadı. Aksine “milli” burjuvazi bu dönemde, emperyalist şirketlerin ülke içinde komisyonculuğunu üstlenmeyi ve eski komisyoncuların (gayri Müslim azınlıklardan oluşan komprador burjuvazinin) yerini almayı çok arzulamış ama bu arzusu gerçekleşmemiştir. Çünkü emperyalist devletler Kemalist iktidarın bu konudaki tüm girişimlerini yanıtsız bırakacak ve bu yıllarda Türkiye’ye herhangi bir yabancı sermaye girişi olmayacaktı. Yerli burjuvazi, 1923-30 yıllarının ekonomik yalıtılmışlık koşulları içinde kendi yağıyla kavrulmak zorunda kalmış ve elindeki imkânlar ve araçlar dahilinde, ülke içinde yaratılan artı-değeri (en başta da tarım ürünlerinin ihracı yoluyla köylülerin artı-değerini) sömürerek palazlanmaya çalışmıştır. “Milli” burjuvazi, bu sömürü mekanizmasının organize edilmesinde en büyük yardımı tabii ki Kemalist devletten görmüştür. Bu dönemde devlet gücünü elinde bulunduran ve bir anlamda “milli” burjuvazinin de hamiliğini yapan Kemalist bürokrasi, ülkeye yabancı sermaye girişinden umudunu tamamen kesmiş olduğundan, kapitalist birikimin ancak ülke içi kaynakların hızlanan bir sömürülmesiyle sağlanabileceğini ve bunun vazgeçilmez aracının da devlet olduğunu görmüş bulunuyordu. O nedenle Kemalist bürokrasi, devleti hem servetlerin oluşturucusu hem de dağıtımcısı konumuna getiren bir ekonomik politikayı gecikmeksizin uygulamaya koydu. Uygulanan bu ekonomi politikası sonucunda, yüksek mevki sahibi Kemalist bürokratlar (bürokratik elit) kısa zamanda toplumsal ve siyasal yaşamın en etkili figürleri haline geldiler. Çünkü bir grup insanı (yeni yetme burjuvaziyi) zengin edecek siyasi kararları alan ya da bu kararların alınmasında etkin bir rol oynayan onlardı. İşte uzun yıllar Kemalist bürokratik eliti yerli burjuvazinin gözünde vazgeçilmez kılan ve onu bir “hami” konumuna yükselten, aslında Türkiye’nin mevcut koşullarından başkası değildi.  

Ocak 2008
Kemalizm
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar / II

2.bölüm

39.jpg

Kemalist bürokrasi ve onun vesayet cumhuriyeti

Geçmişte sömürge ya da yarı-sömürge konumunda olup, sonradan kapitalist ülkeler arasında yerini alan ülkelerin siyasal tarihine baktığımızda, bunlardan pek çoğunun ulus-devlet kurma aşamasında benzer gelişmeler sergilediğini görmekteyiz. Bu ülkelerde ulus-devletin kurulması aşamasında kendilerini anti-emperyalist, halkçı, devrimci vb. olarak lanse eden iktidarların pek çoğunun, gerçekte örgütlü halk güçlerine dayanmadığı ve gerçek bir halk iktidarını temsil etmediği, yaşanarak kanıtlanmış bir gerçekliktir. Genel kabul görmüş bir adlandırmayla, “ulusal devrimci” olarak kategorize edilen bu iktidarların pek çoğu, aslında bir halk hareketinin sonucunda kurulan iktidarlar olmayıp, milliyetçi bürokratik seçkinlerin hegemonyası altında kurulan tepeden inmeci iktidarlardır. Bu bürokratik seçkinci iktidarlar, gerçek sınıf doğalarını, yani burjuva karakterlerini halktan gizleyebilmek için, iktidarları süresince genellikle demagojiye başvurmuşlardır. Bu tip iktidarların devrimciliği ve halkçılığı, genellikle söylem düzeyinde kalmış ve gerçek yaşamda hiçbir zaman eyleme dönüşmemiştir. Dolayısıyla bu iktidarların egemenlik sürdürdüğü ülkelerin ekonomik ve sosyal yaşamında, halk kitlelerinin örgütlü devrimci eylemine dayanan gerçek anlamda devrimci dönüşümler yaşanmamıştır. Fakat öte yandan, bu ülkelerde iktidar tekelini uzun yıllar elinde bulunduran bürokratik seçkinci iktidarlar, kapitalizm açısından yapılması zaten zorunlu hale gelmiş reformları yaptıklarında da, bu uygulamalarını sanki bir “devrim” gerçekleştiriyorlarmış gibi sunmuşlardır toplumlarına. Tarihteki “ulusal devrimci” iktidarlardan biri olan Kemalist bürokrasinin tepeden inmeci iktidarı da aynen böyle davranmıştır kendi toplumunda. Daha baştan emekçi halk sınıfları (işçi, küçük ve yoksul köylü, küçük esnaf vb.) üzerinde otoriter-bürokratik bir baskı rejimi kurmuş olan bu bürokrat-burjuva iktidar, bu niteliğini halktan gizleyebilmek için, kendini “halkçı, devrimci” modern bir cumhuriyet rejimi olarak takdim etmiştir topluma. Resmi tarihin de yıllar boyunca “anti-emperyalist, halkçı, devrimci” bir iktidar olarak kategorize ettiği Kemalist bürokrasinin iktidarı, gerçekte bürokratik seçkinlerin hegemonyası altında kurulmuş azgelişmiş ülke burjuva diktatörlüklerinin ilk örneklerinden biriydi aslında. Türkiye’yi çağdaş Batı uygarlığı düzeyine ulaştırmayı, yani Batı’daki gibi kapitalist bir toplum kurmayı amaçlamış olan Kemalist bürokrasi, siyasal rejimi de daha baştan bu amaca uygun bir biçimde yapılandırmaya çalışmıştır. Nitekim iktidarda kaldığı sürece, bir yandan “milli” bir burjuva sınıfı yaratmaya çalışırken, diğer yandan da emekçi sınıflar üzerinde otoriter-bürokratik bir baskı rejimi kurmayı hiç ihmal etmemiştir. Fakat buna rağmen Kemalist bürokrasi, gene de kendi sınıf doğasını ve tarihsel misyonunu halktan gizleyebilmek için, her türlü demagojiye başvurmaktan geri durmamış ve yıllar boyunca kendini kitlelere “anti-emperyalist, devrimci, halkçı” olarak empoze etmeye çalışmıştır hep. Hatta bu rejimin önderi konumunda olan M. Kemal bu konuda daha da ileri gitmiş ve kendi iktidarları altında artık Türkiye’de sınıfların var olmadığını ve Türk milletinin “imtiyazsız, sınıfsız, kaynaşmış bir kitle” oluşturduğunu ilan etmiştir cümle âleme! Oysa Kemalist bürokrasinin 1923 yılında kuruluşunu ilan ettiği bu “halkçı” ve de “devrimci” cumhuriyet rejimi, aslında etnik bir grubun burjuvazisinin, yani “milli” diye tanımladığı Türk burjuvazinin (tüccar-eşraf-bürokrasi) çıkarlarını koruyup kollamayı esas alan ve kendini bütünüyle bu amaca uyarlamış olan halisinden bir milliyetçi burjuva sınıf diktatörlüğü idi. Nitekim bu dönemde Kemalist bürokrasinin hegemonyası altında kurulmuş bütün cumhuriyet hükümetleri, daha önce büyük tüccar, eşraf ve bürokrasi ittifakının İzmir İktisat Kongresinde almış olduğu kararlar doğrultusunda hareket edecek ve tüm çabalarını, devlet eliyle bir “milli” burjuva sınıfı yaratmakta yoğunlaştıracaklardı. Üstelik bu konuda öncülüğü de bizzat Cumhurbaşkanı M. Kemal’in kendisi yapacaktı. Örneğin, bu dönemde, onun koyduğu 250 bin lira ödenmiş sermayeyle Türkiye İş Bankası’nın kuruluşu gerçekleştirilecekti. İş Bankası’nın yönetim kurulunda, İstanbul, Ankara ve İzmir’in büyük tüccarları ve Anadolu eşrafından gelen kimselerin yanı sıra, yüksek bürokrasiden (Milli Mücadelenin askerî, idarî ve siyasî kadrolarından) gelen kimseler de yer alacaktı. Milli Mücadele önderlerinin ve cumhuriyet dönemi bürokrasisinin kapitalizm karşısındaki tutumunu, M. Kemal’in bu konudaki “teorik” ve “pratik” yönelimi en açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 1923’te yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Kaç milyonerimiz var. Hiç. Binaenaleyh biraz parası olanlara da düşman olacak değiliz. Bilakis memleketimizde birçok milyonerin, hatta milyarderlerin yetişmesine çalışacağız…”[1] Nitekim M. Kemal, Milli Mücadele zaferle sonuçlanıp TC kurulunca, kapitalist girişimcilik konusunda da ilk örneği kendisi oluşturacak ve yaptığı yatırımlarla “örnek bir kapitalist müteşebbis” olduğunu herkese kanıtlayacaktı. Ölümünden bir süre önce hazineye bağışladığı şahsi malvarlığının dökümü, onun sağlığında gerçekten de “örnek bir kapitalist müteşebbis” olduğunu göstermektedir. M. Kemal’in malvarlığının dökümü özetle şöyleydi: Toplam 154.720 dönüm tarım arazisi ve mera, 51adet bina, bira fabrikası, malt fabrikası, buz fabrikası, soda ve gazoz fabrikası, deri fabrikası, ziraat aletleri ve demir fabrikası, iki süt fabrikası, şarap imalathanesi, elektrikle işleyen değirmen, İstanbul’da bir çelik fabrikasının yüzde kırk hissesi, ayrıca Ankara ve Yalova’da tavuk çiftlikleri, peynir ve yağ üretmeye elverişli iki imalathane, 16 adet traktör, 13 adet harman ve biçerdöver, deniz motoru, 5 adet kamyon ve kamyonet, 2 adet otomobil, çiftliklerin genel servislerinde çalıştırılan 19 adet binek ve yük arabası, ayrıca canlı demirbaş olarak: 13.000 baş koyun, 433 baş sığır, 69 at, 2450 tavuk vb.[2] M. Kemal’in sahip olduğu bu varlıkların toplam değeri, o dönemin koşullarında ancak büyük bir kapitalistin sahip olabileceği bir sermaye büyüklüğüne işaret etmektedir hiç kuşkusuz! Ama o dönemde bürokrasiden “kapitalist müteşebbis”liğe terfi eden yalnızca M. Kemal değildir. Milli Mücadeleye katılmış ve yeni rejimde de askerî, idarî ve siyasî görevler üstlenmiş pek çok üst düzey bürokrat ve milletvekili de çok geçmeden kapitalist müteşebbisler arasında yerini alacaktı. Yeni rejimin zenginleşme çabasındaki yönetici kadrolarının pek çoğu, Ankara’da arsa spekülasyonu yaparak büyük paralar kazanmışlardı. Milli Mücadelenin bu nüfuzlu kişileri, Ankara’nın bir başkent olarak imarı döneminde spekülasyon amacıyla Ankara Belediyesinden pek çok arsa satın almışlardı. Belediyeden bu arsaları zamanında metrekaresi bir liradan satın alan bu nüfuzlu kişiler, daha sonra aynı arsaları devlete metrekaresi yüz liradan satacaklardı. Devlet eliyle zengin olmanın, ya da “milli” burjuvalığa terfi etmenin yollarından yalnızca biriydi bu arsa spekülatörlüğü. Pek çoğu bürokrat kökenden gelen bu arsa spekülatörleri, elde ettikleri paralarla gene devlet ihalelerine katılarak ve devletin müteahhitlik işlerini üstlenerek kısa zamanda daha da zenginleştiler. Ankara, devlet katındaki pozisyonlarını ve siyasal nüfuzlarını özel çıkarları için kullanarak kısa zamanda zenginleşen bu “iş bilir” faydacı insanların (aferistler) mekânı olacaktı. Bu dönemde İş Bankası ile Sanayi ve Maden Bankası, devlet eliyle birey zengin etmenin öncülüğünü yapan başlıca kuruluşlardı. Tıpkı bugün olduğu gibi, o gün de bankalar etrafında çıkar grupları oluşmuş ve bunlar bankanın adıyla anılır olmuşlardı. Öte yandan, cumhuriyet devleti bu dönemde, tıpkı Osmanlı devletinin yaptığı gibi birtakım imtiyazlar ve tekeller oluşturup, bunların işletme hakkını milletvekilleri ve işadamlarının ortaklaşa kurdukları şirketlere devrediyordu. Örneğin, İstanbul ve İzmir limanlarını işletme imtiyazı, kibrit tekeli, şeker ithalatı, petrol-benzin ithalatı tekeli, alkollü içki ve ispirto üretim tekeli vb., Kemalist devletin özel sektörü beslemek için oluşturduğu tekellerden bazılarıdır. Devletin bu türden destekleri sayesinde, hem bürokrat kökenli işadamları hem de Ankara’yla yakın ilişkiler içinde olan tüccar ve eşraftan kimseler zenginleştikçe zenginleşeceklerdi. Fakat bu dönemde, gerek bürokrat kökenli yeni zenginlerin elinde biriken servetler gerekse de büyük kent tüccarlarının elindeki sermayeler hiçbir biçimde sanayi üretimine yönelmeyecektir. Çünkü kapitalist bir sınai işletmenin hemen kâra geçemeyeceğinin bilincinde olan bu zenginler, bu nedenle sanayi alanında yatırım yapmaya hiç hevesli değillerdi. Kendilerine “milli” ya da “Türk” işadamı denmesinden pek hoşlanan bu yeni yetme burjuvalar, genellikle kolay ve kısa yoldan tatlı paralar kazanmaya alışık olduklarından, daha çok iç ve dış ticarete ilgi duymakta veya yabancı firmaların ülke içinde temsilciliğini üstlenmeye ve daha önce bu alanda faaliyet gösteren gayrimüslim azınlıkların yerini almaya hevesliydiler. Nitekim “milli” burjuvazinin yabancı şirketlerle ortaklık kurma arzusu, Türkiye’de faaliyetini durdurmuş olan yabancı sermayeli firmaları da yeniden harekete geçirecekti. Faaliyetlerini tekrar başlatmak isteyen yabancı sermayeli firmalar, bunun için Müslüman Türk iş adamlarını ya firmalarına ortak etmeye ya da temsilci olarak atamaya başlamışlardı. Yani, sermayenin “milli”si ile “gayrimilli”si pek güzel anlaşabildiklerini böylece ortaya koymuş oluyorlardı. Bir ulusal kurtuluş savaşıyla ülkeden kovulduğu iddia edilen emperyalist sermayedarlar (yabancı firmalar), bu kez “milli” sermayedarlarımızın arzusu ve milli devletin himmetiyle, Türkiye’de faaliyetlerine yeniden başlamak üzere harekete geçiyorlardı. Cumhuriyetin ilk yıllarında dış ticaret servet yapmanın esas yolu olarak benimsenince, ihraç ve ithal ürünlerinin ticareti de önem kazanmaya başlayacaktı doğal olarak. Türkiye’nin o dönemde ihraç edebileceği ürünler ise, tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi tarım ürünleri ve hammaddeden başkası değildi. 1929 yılında Türkiye’nin genel ihracatının %88’ini tarım ürünleri ve hammaddeler oluştururken, ithalatının %85’ini mamul maddeler (tüketim eşyası ve besin maddeleri) oluşturacaktı. Aslında bu oranlar, Osmanlı’nın 1914 yılındaki ihracat ve ithalat oranlarıyla hemen hemen aynıydı. Yani aradan geçen 15 yıla rağmen, yeni rejimin iktisadî gelişmişlik düzeyi de hâlâ aynı yerde sayıyordu. Çünkü devletin dolaylı vergiler yoluyla emekçi halktan alıp “milli” burjuvaziye aktardığı kaynaklar, sanayi ve tarım alanında üretken yatırıma değil, bütünüyle tüketime dayalı dış ticarete ve burjuvazinin özel harcamalarına gidiyordu. Bu durumda dış ticaret açığı her geçen gün daha da büyüyecekti. Örneğin, Türkiye’nin 1923’de 60 milyon TL olan dış ticaret açığı, 1929 yılında 101 milyon TL’ye yükselecekti. Özetle söylersek, yerli burjuvazinin çeşitli imtiyazlarla beslenip palazlandırıldığı 1923-30 yılları, işçi ve emekçi kesimler için tam bir yoksulluk ve yoksunluk yılları olmuştur. Bu yıllarda her açıdan baskı altında tutulan emekçi halk sınıfları (işçi, yoksul köylü, küçük esnaf), siyasal, ekonomik, demokratik haklarından tamamen mahrum bırakılmış, ağır vergiler altında bunaltılmış, yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşatılmışlardır. Oysa bu dönemdeki devlet uygulamalarından ne kentli burjuvazi, ne toprak ağaları ne de Anadolu eşrafı fazla bir rahatsızlık duymuştur. Tersine, Kemalist devletin koruyucu kanatları altında kendilerini pek güvende hisseden bu egemen sınıf kesimleri, kendisine burjuva parlamentarizmi süsü vermiş olan otoriter-bürokratik rejimden pek şikâyetçi olmamışlardır. Devleti, burjuvaziyi zenginleştirmenin ve kapitalist sermaye birikiminin bir aracı olarak kullanan Kemalist bürokrasi, öte yandan siyasal iktidarın ve devlet mekanizmasının yürütümünü tümüyle kendi tekeline almış bulunuyordu. Cumhuriyetin bu ilk evresinde, mülk sahibi burjuvazinin devleti doğrudan kendisinin yönetmesi bir yana, iktidar mekanizması içinde etkin bir siyasal rol oynaması bile söz konusu değildi. Bu dönemde burjuvazi iktisadi aktör rolünü üstlenirken, bürokratik elit de siyasal aktör rolünü üstlenecekti. Bunun anlamı ise şuydu: Kemalist cumhuriyet rejiminin bu ilk evresinde, burjuva demokrasisinin temel koşulu olan siyasal liberalizm ve siyasal demokrasi hiçbir biçimde işlemeyecektir. Bu dönemde İstanbul, İzmir gibi büyük kentlerin burjuvazisi, Anadolu eşrafı ve toprak ağaları, doğrudan kendi siyasal partilerine sahip olmayacaklar ve siyasal faaliyetlerini Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) içinde yürüteceklerdi. CHF aslında Milli Mücadeleyi yürüten ve cumhuriyeti kuran asker-sivil bürokrasinin partisiydi. Ama bu parti aynı zamanda, “kurucu” bürokrasi ile kent büyük burjuvazisi ve eşrafın siyasal ittifakını simgeleyen bir örgüt konumundaydı. O dönemin koşulları içersinde, mülk sahibi burjuvazinin bürokrasiden bağımsızlaşarak ayrı bir siyasal parti kurması ve siyasal iktidara doğrudan talip olması gibi bir durum zaten söz konusu değildi ve olamazdı da. Dolayısıyla, cumhuriyetin bu ilk yıllarında, burjuvaların “demokratlığının” ve “liberalliğinin” sınırlarını ve uygulanacak burjuva demokrasisinin içeriğini, esas olarak burjuvazinin o anki sınıfsal ihtiyaçları ve bu ihtiyaçlar temelinde bürokrasiyle kurduğu ittifakın düzeyi belirleyecekti. Cumhuriyetin bu ilk yıllarında, sermaye birikimi açısından henüz emekleme aşamasında olduğunun ve gelişimini ancak devlet desteğiyle, yani iktidardaki Kemalist bürokrasinin himmetiyle sağlayabileceğinin bilincinde olan cılız “milli” burjuvazi, Kemalist bürokrasinin koruyucu kanatları altına sığınacaktı. Bu koşullar altında “milli” burjuvazinin Kemalist bürokrasinin iktidarına karşı çıkması ve bir siyasal iktidar alternatifi oluşturması söz konusu bile olamazdı. Dolayısıyla, bu dönemde Kemalist bürokrasi ile mülklü egemen sınıflar (büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleri, eşraf) arasında ciddi bir zıtlaşma ya da siyasal krize neden olabilecek ciddi bir politik çatışma yaşanmayacaktı. Daha sonra da değineceğimiz üzere, bu dönemde sözü edilebilecek tek bir iktidar kavgası, daha ziyade Milli Mücadelenin önder kadrosu içinde yaşanan ve M. Kemal’in siyasal gücünün pekişmesiyle sonuçlanacak olan kavgadır.

Tek partili burjuva diktatörlüğüne giden yol nasıl döşendi?

Cumhuriyet ilan edildiğinde Meclis’teki tek parti Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF) idi. Bu parti, kendini cumhuriyetin kurucusu ve tek hamisi olarak gören Kemalist bürokrasinin bir iktidar aracıydı. Bu partinin kurucusu M. Kemal, daha parti kurulmadan önce, parti konusundaki düşüncelerini şöyle ifade ediyordu: “Bu milletin siyasî partilerden çok canı yanmıştır. Şunu arzedeyim ki, başka ülkelerde partiler mutlaka iktisadî maksatlar üzerine teessüs etmiş ve etmektedir. Çünkü o memleketlerde muhtelif sınıflar vardır. Bir sınıfın menfaatini muhafaza için teşekkül eden siyasî bir partiye karşılık diğer sınıfın menfaatini muhafaza maksadıyla bir parti teşekkül eder. Bu pek tabiidir. Güya bizim memleketimizde de ayrı ayrı sınıflar varmış gibi teessüs eden partiler yüzünden şahit olduğumuz neticeler malûmdur. Halbuki Halk Fırkası dediğimiz zaman, bunun içinde bir kısım değil, bütün millet dahildir.”[3] Bu söylenenlerden anlaşılıyor ki, M. Kemal ve kadrosunun kafasında, daha baştan sınıfların ve sınıf karşıtlıklarının varlığını reddeden ve tüm sınıfları sözümona kaynaştırmayı amaçlayan korporatif bir meclis ve korporatif bir parti anlayışı vardı. Bu anlayışın ardında ise, tabii ki otoriter bir siyasal rejim oluşturma arzusu yatıyordu. Nitekim cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra, siyasal rejim bu yönde evrilme işaretleri vermeye başlayacaktı. Bu dönemde ne liberal görüşlü bir burjuva partisinin siyasal faaliyetine, ne de işçi sınıfının politik ve ekonomik örgütlerinin legal düzeyde temsiline ve faaliyetine müsaade edilecekti. Böyle bir durumun ne anlama geldiği ise çok açıktı: Bütünüyle bürokratik aristokrasinin vesayeti altına girmiş olan burjuva cumhuriyet rejiminde, burjuva demokrasisi hiçbir biçimde işlemeyecek, daha doğrusu işletilmeyecekti. Nitekim bu dönemde yaşanan bir olay, bu gerçekliği açık bir biçimde gözler önüne serecekti. Cumhuriyetin ilanından bir süre sonra, milletvekilleri arasında görüş ayrılığı ortaya çıkmış ve bu ayrılık temelinde Meclis’te bir bölünme yaşanmıştı. CHF içinde liderliğini M. Kemal’in yaptığı dar bir grubun Meclis’teki diktatoryal yönetim tarzına karşı çıkan ve rahatsızlıklarını ortaya koyan bazı milletvekilleri, CHF’den ayrılarak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) adında yeni bir parti kurmuşlardı. Bu partinin programı ve siyasal açılımları her ne kadar liberal burjuvazinin görüşlerini yansıtıyorsa da, gerçekte bu partiyi örgütleyen doğrudan liberal burjuvazinin kendisi değildi. Bu partiyi Milli Mücadelenin önder kadrosu içinde yer alan asker kökenli bürokrat-milletvekilleri kurmuştu. Dolayısıyla, Meclis içinde patlak veren bu kavga, doğrudan mülk sahibi liberal burjuvazi ile bürokratik aristokrasi arasında değil, esas olarak bürokratik aristokrasinin kendi içinde yaşanan bir kavga olacaktı. Kent burjuvazisinin ve Anadolu eşrafının ancak bir kısmı, o da dolaylı yoldan bu kavgada taraf olmuştur. Nitekim TCF’nin kurucularına baktığımızda, bu kişilerin iş dünyasından ya da servet sahibi burjuva kesimden değil, yüksek askerî bürokrasiden, sivil aydınlardan ve eski İttihatçılardan geldiğini ve çoğunun da M. Kemal’in eski silah arkadaşı olduğunu görüyoruz. Örneğin, bu partinin kurucuları arasında ismi geçen ilk dört kişi (Kâzım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele), aynı zamanda Milli Mücadelenin yedi kişilik önder çekirdek kadrosu içinde yer alan asker kökenli kişilerdir. Siyasal ve ekonomik liberalizmi savunan bir programla ortaya çıkan TCF, iktidara muhalif tüm unsurları bağrında toplamaya başladığı gibi, liberal bir ekonomi politikası uygulanmasını arzulayan büyük kent burjuvazisinin bazısının da desteğini almıştı. TCF kuvvetler ayrılığı ilkesini, tek dereceli seçimi, Cumhurbaşkanının fesih ve veto yetkisinin sınırlandırılmasını ve idarî yapıda özerkliği savunuyordu. Yayınladığı kuruluş bildirisinde, diktatörlüğe karşı olduğunu, yönetimin ve hükümetin sıkı biçimde denetlenmesi gerektiğini belirtiyordu. Programında da, Türkiye devletinin halk egemenliğine dayalı bir cumhuriyet olduğunu ve partinin liberal ve demokrat bir çizgi izleyeceğini vurguluyordu. Ayrıca, temel hak ve özgürlüklerin sağlanmasını desteklediğini ve halkın dinî duygularına saygılı olduğunu açıklıyordu. Özetle bu parti CHF’den daha az otoriter ve daha az merkeziyetçi olup, liberal açılımları benimseyen bir parti görünümü sergiliyordu. CHF’nin otoriter bürokratik yönetimine karşı TCF’nin Meclis’te muhalefet yürütmeye başlamasının ardından patlak veren olaylar, iktidar tekelini elinde bulunduran bürokratik aristokrasinin, nasıl da Osmanlı’nın despotik devlet anlayışını aynen sürdürdüğünü ve bu bağlamda, nasıl da demokrasiye tahammülsüz olduğunu çok geçmeden gözler önüne serecekti. Bürokrasinin iliklerine işlemiş Osmanlı’nın despotik devlet anlayışı, Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte hemen ortadan kalkmış değildi ve kolay kolay da kalkacağa benzemiyordu. Çünkü Osmanlı’dan miras kalan bu despotik devlet anlayışı, yeni kurulan devletin (TC) biçiminde ya da dış görünümünde değil, ama o devletin harcını oluşturan ve devlete esas ruhunu veren bürokrasinin kafa yapısında yaşamaktaydı. Nitekim bürokraside içselleşen bu tarihsel geleneğin Cumhuriyet döneminde de nasıl devam etmekte olduğunu, bürokrasinin iki fraksiyonu arasında yaşanan bu kavga açıkça gözler önüne seriyordu. Cumhuriyet Meclisindeki iki siyasal parti (TCF ile CHF) arasında yaşanan “iktidar” kavgası, tıpkı Osmanlı bürokrasisi içindeki eski kavgalara benzer bir biçimde gelişecek ve sonlanacaktı. Meclis’te iktidar gücünü elinde tutan taraf, yani M. Kemal’in etrafında kümelenmiş CHF içindeki bürokratik elit, tam da Osmanlı bürokrasisinin siyasal geleneğine yakışır bir tarzda hareket edecek ve kendisine muhalefet eden tarafı yani TCF’yi siyaseten ve fiziken ortadan kaldıracaktı. TCF’nin Meclis’te başlattığı muhalefet hareketinin giderek genişlemesi ve toplumun çeşitli kesimlerinden destek görmeye başlaması üzerine, hükümeti elinde tutan Kemalist bürokrasi derhal harekete geçecekti. Bu gelişmeler tam da Kürdistan’da bir ayaklanmanın (Şeyh Said ayaklanması) başladığı dönemle çakışmıştı. İkinci kez başbakanlığa getirilen İsmet Paşa, hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan bir kanun teklifini (Takrir-i Sükûn Kanunu) derhal Meclis’e sundu. M. Kemal’in direktifiyle hazırlandığı kesin olan bu kanun teklifi, 4 Mart 1925 tarihinde Meclis’te onaylanarak kabul edildi. Hükümete olağanüstü yetkiler tanıyan bu kanunun yürürlükte kalacağı süre iki yıl olarak belirlenmişti, fakat tam beş yıl yürürlükte kalacaktı. Bu kanun hükümete, “gerici”, “isyancı” ve “ülkenin sosyal düzeni ile huzur ve sükûnunu, güvenlik ve asayişini bozan ya da bozmaya yeltenen” bütün kuruluşları ve bu doğrultudaki yayınları yasaklama yetkisi veriyordu. Ayrıca bu tür girişimlerde bulunanların İstiklâl Mahkemelerinde yargılanması da öngörülüyordu. Bunun yanı sıra, Hıyanet-i Vataniye Kanununa da bir madde eklenerek, dinin siyasete alet edilmesinin “vatana ihanet” suçu sayılması ve bu suçu işleyenlerin idamla cezalandırılması hükme bağlanıyordu. Hükümet Şeyh Said ayaklanmasını iki ay içinde bastırdı. Fakat her iki taraf da bu çatışmada büyük kayıplar verdi. İstiklâl Mahkemesinde yargılanan Kürt isyancılar ağır cezalara çarptırıldılar ve içlerinden 49 isyancı idam edildi. Bu arada Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da “Şeyh Said isyanına destek verdiği” ve “gericiliği kışkırttığı” gerekçesiyle 3 Haziran 1925’te kapatıldı. Liberal görüşlerle ortaya çıkan bu parti ancak yedi ay yaşayabilmişti. Bu süreçte TCF’yi destekleyen dergi ve gazeteler de yasaklandı. Bu partinin önde gelen üyeleri, M. Kemal’e düzenlenen suikast girişimine karıştıkları iddiası ile İstiklâl Mahkemesinde yargılandılar. Yargılama sonucunda partinin bazı eski yöneticileri suçlu bulunarak ölüm ve ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Beraat edenler ise uzun süre siyasetten uzaklaştırıldılar. Tabii, Kemalist iktidarın bu tasfiyeci uygulamaları TCF ile sınırlı kalmadı. Kemalist iktidar bir süre sonra sol eğilimli yayınlara ve o dönemde işçi sınıfının tek siyasal örgütü olan illegal TKP’ye karşı da genel bir saldırı başlattı. Bu partinin yöneticisi ve üyeleri oldukları gerekçesiyle 38 kişi tutuklandı ve Ankara İstiklal Mahkemesinde yargılandı. Aralarında Şefik Hüsnü Değmer, Nazım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı, Şevket Süreyya Aydemir gibi parti yöneticilerinin de bulunduğu pek çok parti üyesi ağır hapis cezalarına çarptırıldılar. Cumhuriyetin ilânından bir yıl sonra Kürt ayaklanmasını bahane ederek olağanüstü baskıcı ve otoriter bir rejimin yolunu döşeyen M. Kemal liderliğindeki CHF iktidarının asıl amacı, kendisine muhalefet eden ve muhalefet etme potansiyeli taşıyan tüm odakları dağıtmak ve böylece hem Meclis’in hem de toplumun üzerinde kendi iktidar tekelini tesis etmekti kuşkusuz. “Halkçılık” sloganını dilinden hiç düşürmeyen Kemalist bürokrasi, gerçekte halka hiç güvenmediğini bu son eylemiyle bir kez daha ortaya koymuş oluyordu. Halka hiç güvenmediği içindir ki, Kemalist bürokrasi cumhuriyeti koruma ve kollama görevinin ve devleti yönetme yetkisinin yalnızca kendi tekelinde kalmasını istemiş ve bu isteğini elde etmek için de her yola başvurarak, burjuva demokrasisinin işlerlik kazanmasını engellemiştir. Bu dönemde kent burjuvazisinin durumuna gelecek olursak; cumhuriyetin bu buhranlı yıllarında “demokrasi”, “siyasal çoğulculuk”, “liberalizm” vb. gibi kavramların burjuvazinin pek umurunda olmadığı görülüyor. Osmanlı dönemindeki gayrimüslim burjuvazinin yerini almaya hazırlanan Müslüman Türk burjuvazi, siyasal iktidar tekelini elinde bulunduran Kemalist bürokrasinin hamiliğini ve siyasal hegemonyasını kabullenmeye çoktan razıydı; yeter ki Kemalist bürokrasi onu devletin imkânlarıyla besleyip palazlandırmayı kesintisiz sürdürsün! Çıkarları devlet tarafından korunup kollandığı ve devlet nezdinde imtiyazlı konumu devam ettiği sürece, burjuva demokrasisinin olmayışı ya da güdük kalması pek rahatsız etmiyordu burjuvaziyi. Dolayısıyla, burjuvazi o koşullar altında ayrı bir parti kurma ihtiyacını hiç hissetmedi. Bu dönemde burjuva liberalizmini savunan Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) adında bir partinin kurulması olayı ise, aslında burjuvazinin dışında gelişen bir olaydır. 1930 yılında bu partiyi kurduran ve başına da yakın arkadaşı Fethi Okyar’ı geçiren M. Kemal’den başkası değildi. M. Kemal’in bu partiyi kurdurmaktaki asıl gayesi, CHF iktidarının uygulamalarına, yani tek parti diktatörlüğüne karşı halkın tepkisini ölçmek ve rejime muhalif unsurları açığa çıkarmaktı. Mustafa Kemal ve ekibi, Milli Mücadele yıllarında uyguladıkları bir taktiğe başvuruyorlardı gene. Milli Mücadelenin devam ettiği yıllarda, Türkiyeli komünistler Bakû’de bir kongre yaparak Türkiye Komünist Partisini (TKP) kurmuşlardı. TKP ülke içinde hızla örgütlenmeye başlamış ve giderek emekçilerin, aydınların hatta 1. Meclis’teki kimi milletvekillerinin de sempatisini kazanmıştı. İşte böyle bir dönemde komünist hareketin güçlenmesinden ve kendi hareketlerine rakip çıkmasından endişeye kapılan M. Kemal ve ekibi, gerçek TKP’yi saf dışı etmek için bir hileye başvuracaklardı. Mustafa Kemal ve kurmayları, hem Bolşeviklere şirin görünerek onların yardımını sağlamak, hem de gerçek TKP’ye yönelebilecek aydınları, gençleri, işçileri kendi denetimleri altında tutabilmek için, 18 Ekim 1920’de sahte bir Türkiye Komünist Partisi kurduracaklardı. M. Kemal’in düşüncesine göre, kendilerinin kurduğu bu “TKP” sayesinde, hem gelişmeler kendi kontrolleri altında olacak, hem de “zararlı” komünist faaliyetler zararsız hale getirilmiş olacaktı. Nitekim gerçek TKP’nin yöneticileri olan Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de boğdurulması, Bolşevizme sempati duyan Yeşil Ordu Cemiyetinin kapatılması, Çerkez Ethem’e bağlı gerilla birliklerinin dağıtılması ve daha sonra 1. Meclis’teki Halk Zümresi grubunun tasfiye edilmesi, hep bu dönemde ve art arda gerçekleşen olaylardır. Bu olayların ardından, tarihsel işlevini yerine getiren sahte “TKP” de sessiz sedasız kendini feshetmiştir. İşte Serbest Fırka’nın 1930 yılında kurulması da gene böyle taktik mülahazalarla olmuştu. Bu parti de tıpkı 1920 Ekiminde M. Kemal’in kurdurduğu sahte “TKP” gibi danışıklı kurulmuş bir parti idi. Amaç, baskıcı otoriter tek parti diktatörlüğünün halkın gözündeki kötü imajını silmek ve sanki iki partili bir parlamenter demokratik sisteme geçiliyormuş gibi bir hava yaratmaktı. Ayrıca da halk kitlelerinin bu liberal partiye göstereceği ilginin derecesini ölçerek, CHP iktidarına duyulan tepkinin boyutlarını, daha doğrusu halk muhalefetinin gücünü kestirmeye çalışıyordu Ankara. Halkın Serbest Fırka’ya gösterdiği ilgi, tahmin edilenin çok ötesinde olmuştu. Halk kitleleri Serbest Fırka’nın çağrılarına büyük bir coşkuyla karşılık vermiş, partinin başkanı Fethi Okyar gittiği her yerde coşkuyla karşılanmış ve tek parti diktatörlüğüne karşı olan tüm muhalefet çevreleri bu partinin etrafında toplanmaya başlamıştı. Fethi Okyar’ın İzmir’e gelişi ise büyük bir kitle gösterisine sahne olmuştu. Bu gelişmeleri, işçi sınıfının yükselttiği militan eylemler ve grevler izlemişti. Hiç beklemediği bu halk tepkisi karşısında şaşıran M. Kemal, gelişen bu halk hareketinin hayra alâmet olmadığını görerek, Serbest Fırka’nın derhal kapatılması emrini verdi. 12 Ağustos 1930’da kurulan bu parti, kuruluşundan üç ay sonra (17 Kasım 1930’da) kendini feshetti. Kemalist iktidarın halkın nabzını ölçmek için sahnelediği bu liberalizm soslu demokrasi oyunu da böylece daha başlamadan son bulmuş oluyordu. Tezgâhlanan bu politik oyun, M. Kemal önderliğindeki otoriter-bürokratik burjuva diktatörlüğünün son manevrası olacaktı. Çünkü 1930’dan 1946’ya kadar bir daha hiçbir legal parti kuruluşuna izin verilmeyecekti. Ülkede bütün muhalefet odakları sindirildikten sonra, artık Kemalist bürokrasinin tek parti (CHP) diktatörlüğü dönemi tam olarak başlamış oluyordu. Serbest tartışma ve eleştiri ortamının yok edildiği ve özellikle işçi ve emekçi sınıfların, Kürt halkının ve azınlıkların sürekli baskı altında tutulduğu bir dönem olacaktı bu tek parti diktatörlüğü dönemi. Kemalist rejim bu dönemde kendisine muhalefet eden örgütlü iki siyasal hareketi özellikle düşman bellemiş ve bu hareketlerin gelişmesini engellemek için her türlü baskı ve yıldırmaya başvurmaktan ve bu amaçla çeşitli provokasyon ve komplolar düzenlemekten geri durmayacaktı. Bu muhalefet hareketlerinden birincisi, sınıf temelinde örgütlenmeyi esas alan ve işçi sınıfı devrimini hedefleyen komünistlerin yürüttüğü toplumsal muhalefet hareketidir. İkincisi ise, esas olarak ulusal temelde örgütlenen ve kendi halkının ulusal-demokratik haklarını savunan Kürt ulusal hareketidir. Kemalist bürokrasinin cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak komünistlere ve Kürt ulusal hareketine karşı takındığı saldırgan tutum, yıllar içinde TC’nin resmî ideolojisi haline geldi. Burjuva devletin günümüzdeki saldırgan anti-komünist ve anti-Kürt politikalarının ideolojik zemininin, esasen Kemalist bürokrasinin tek partili bürokratik burjuva diktatörlüğü döneminde döşendiği çok açık bir tarihi gerçekliktir.

[1]   akt. İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, Cem Yay., Temmuz 1979, s. 262
[2]   age, s.266
[3]   age s.283

27 Şubat 2008
Kemalizm
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /III

3.bölüm

mustafa-kemal-ataturk-vatandasla-renkli.jpg

Devleti kendi mülkü olarak gören bürokrat seçkinlerin ideolojisi: Kemalizm

Türkiye’de 1923 ile 1930 yılları arasındaki dönem, “milli iktisat politikası” adı altında bir ekonomik liberalizmin uygulandığı dönemdir. Yeni rejimin tek hâkim ve yönlendirici gücü olan Kemalist bürokrasi bu dönemde devletin tüm imkânlarını kullanarak, bir “milli” burjuva sınıfı yaratmaya çalışmıştır. Fakat tüm devlet desteğine ve uygulanan ekonomik liberalizm politikasına karşın, ne gerçek anlamda modern bir “milli” burjuva sınıfı yaratılabilmiş, ne de sanayide ve tarımda modern bir kapitalist gelişme sağlanabilmiştir. Dolayısıyla resmi tarihin iddialarının aksine bu dönem, köklü sosyo-ekonomik dönüşümlerin gerçekleşmediği başarısız bir dönem olmuştur. Kemalist bürokrasi, besleme ve asalak bir burjuva sınıf yaratmanın dışında köklü ekonomik ve toplumsal dönüşümler gerçekleştiremedi. Yoksul emekçi halk sınıflarının yaşamında dişe dokunur bir iyileştirme de sağlayamadı. İşte bu bürokrasi, giderek artan toplumsal hoşnutsuzluk karşısında kendi iktidarını sağlamlaştırıcı önlemler almaya yönelecekti. Daha önce de değindiğimiz üzere liderliğini M. Kemal’in yaptığı yönetici kadrolar, bu dönemde çıkartılan Takrir-i Sükûn Kanununun kendilerine sağladığı olağanüstü yetkilerden yararlanarak, meclis içindeki ve meclis dışındaki muhaliflerini ezmiş ve devlet iktidarını itiraz kabul etmez bir biçimde kendi tekellerine almışlardı. M. Kemal ve ekibi, geçmişte emperyalist işgal güçlerine karşı birlikte savaştıkları silah arkadaşlarını (Milli Mücadele’nin önder kadrosunun bir bölümünü) ve eski müttefiklerini (Milli Mücadele’yi desteklemiş olan kimi İslamcı kesimleri, komünistleri, Kürtleri, eski İttihatçıları vb.), şimdi vatan hainliğiyle, ihanetle, irticacılıkla suçluyorlardı. Bu suçlamaların ardından ise tasfiyeler gelecekti. M. Kemal’in direktifiyle başlatılan bu tasfiye harekâtı, tüm muhalif unsurların ezilmesi ve siyaset sahnesinden uzaklaştırılmasıyla 1926 yılının sonlarında tamamlandı. Cumhuriyetin ilanından hemen sonra yaşanan bu olaylar, aslında M. Kemal’in iktidarını kimseyle paylaşmaya niyetli olmadığını ve olmayacağını çok açık bir biçimde ortaya koyuyordu. Kendisine muhalefet eden tüm hareketleri tasfiye edip, iktidarını sağlama aldıktan sonra M. Kemal’in yaptığı ilk icraat, yeni rejimin (TC’nin) Osmanlı’nın bir devamı olmadığına, tam tersine bu rejimin Osmanlı’yı tümüyle reddeden ve “çağdaş Batı uygarlığı düzeyine yükselmeyi” amaçlayan ilerici, modern bir rejim olduğuna Batı dünyasını “ikna etmek” olacaktı. Ama bunu yapabilmesi için Kemalist iktidarın kendi kurumlarını biçimsel de olsa Batının (Batı Avrupa’nın) kurumlarına benzetmesi, yani birtakım biçimsel reformlar yaparak yeni rejimin “vitrinini” Batı tarzında düzenlemesi gerekiyordu. İşte Kemalist bürokrasinin 1927 yılından başlayarak otokratik bir tarzda uyguladığı ve sonradan resmi tarihin “Atatürk Devrimleri” diye övüp göklere çıkardığı ve bir “milli ideoloji” haline getirdiği bu reformlar, aslında Batı tarzında bir “vitrin” düzenleme operasyonundan öte bir şey değildi. Gerçekte Osmanlı’nın despotik-bürokratik devlet anlayışını hiç de terk etmemiş olan Kemalist bürokrasinin, alelacele bu reformları yapmaktaki amacı, demokrasiyle uzak yakın bir ilgisi bulunmayan kendi otoriter-bürokratik iktidarını Batı dünyasına “çağdaş ve modern” bir ambalaj içinde sunmaktı. Böyle yaparak, Batılı devletler nezdinde kalıcı bir prestij ve meşruiyet kazanmaktı. Bu “modernleşme/Batılılaşma” projesini bizzat M. Kemal yönetiyor, uygulamasını ise CHP örgütleri yapıyordu. Ne var ki, altyapısal düzeyde köklü sosyo-ekonomik dönüşümlerin yaşanmadığı ve gerçek anlamda bir sivil toplum örgütlenmesinin gelişmediği bir ortamda, tepeden buyruklarla ve bürokratik bir tarzda uygulamaya sokulan bu üstyapısal reformlara halk ilgisiz kalacak, hatta yer yer tepkisini dile getirecekti. Açıkçası, Kemalist bürokrasinin otokratik tarzda uyguladığı bu üstyapısal reformlar, Batıya özenen ve Batılı gibi yaşama özlemi içinde olan yeni rejimin imtiyazlı elitleri (bürokratik seçkinler ile büyük kent burjuvazisi) dışında kimsenin ilgisini çekmeyecekti. Fakat halk kitlelerinin biçimsel Batılılaşmaya duyduğu bu ilgisizlik ve yer yer tepki, iktidar sahiplerinin de pek umurunda olmayacaktı. Çünkü halk kitlelerinin yaşam koşullarını gerçekten iyileştirmek ve modernleştirmek gibi öncelikli bir niyetleri ve amaçları olmayan bürokrat/burjuvaların, halk kitlelerinin eğilimlerini dikkate almak gibi bir dertleri de olamazdı tabii ki. Fesi atıp şapka giyerek Batılılaştıklarını sanan bu bürokrat/burjuvaların asıl derdi, kendilerinin ne kadar “modern”, “çağdaş” ve de “Batılı” olduklarına, bir kendilerini bir de Batıyı inandırmaktı kuşkusuz! Eğer o dönemde Kemalist bürokrasi ile yeni yetme burjuvazi, halkın yaşamını gerçekten iyileştirmek ve modernleştirmek gibi devrimci bir niyet taşısaydılar, öncelikle kılık ve kıyafetle değil halkın yaşamını geri düzeyde tutan nedenlerle, yani sosyo-ekonomik yapıdaki gerilik ve ilkelliklerin nasıl ortadan kaldırılacağıyla ilgilenir ve bu konuda devrimci demokratik dönüşümleri gerçekleştirmeye yönelirlerdi. Gerçek bir Batılılaşma yerine, yani sosyo-ekonomik planda burjuva demokratik devrimin gerçekten tamamlanması yerine, daha çok biçimsel bir “Batılılaşma” ile ilgilenen ve bu konuda “totaliter bir kararlılık” sergileyen Kemalist bürokrasi, Türkiye’yi “çağdaş Batı uygarlığı düzeyine yükseltme” idealini, adeta ulus-devletin (TC’nin) resmi varoluş ideolojisi haline getirdi. İşte bu nedenledir ki, Türkiye’de “cumhuriyet” projesi, halkın yönetime demokratik katılımını sağlayan bir proje olarak değil, “kurtarıcı bir önder”in otoriter-bürokratik yönetimi altında devletin toplumu zorla modernleştirmesi olarak algılandı hep.

Bürokratik aydın despotizmi geleneği ve Kemalizm

Fakat öte yandan, Batılılaşma/modernleşme paradigması ilk defa cumhuriyetin ilanıyla birlikte gündeme gelmiş de değildir kuşkusuz. Aslında cumhuriyet ilan edildiğinde, Batılılaşma/modernleşme serüveninin neredeyse yüz yılı aşkın bir geçmişi bulunuyordu bu topraklarda. Bu serüvenin, Osmanlı yönetici bürokrasisinin “devleti kurtarmak” için 19. yüzyılda giriştiği reform çabalarıyla başladığı bilinen bir gerçekliktir. Bu çabalarının doruk noktasını ise Tanzimat döneminde (1839-76) yapılan reformlar oluşturmaktadır. Tanzimat dönemi, Osmanlı İmparatorluğu için sonun başlangıcı olan bir tarihsel dönemeç noktasıdır aynı zamanda. Bu dönemde yönetici bürokrasi, Batı karşısında çökme noktasına gelen Osmanlı İmparatorluğunu kurtarmak ve yeniden güçlendirmek için birtakım reformlara girişmek zorunda kalacaktı. Tanzimat döneminde yapılan bu reformların, halk sınıflarının yaşamını iyileştirmekle ya da toplumu modernleştirmekle hiçbir ilgisi bulunmuyordu tabii ki. Bu reformların esas amacı, sistemin kurumlarını (ordu, idare, hukuk sistemi, eğitim vb.) re-organize ederek ve Batı tarzında modernleştirerek güçlendirmekti. Osmanlı merkezî bürokrasisi kendi iktidarının da ancak bu yolla güçleneceğini düşünüyordu. Tanzimat bürokrasisinin başlattığı bu reformlar, gerçekten de devlet kurumlarında belirli bir modernleşme sağlamıştı ama sosyo-ekonomik yapıda köklü bir değişimi sağlayamamıştı. Dolayısıyla, Tanzimat reformlarından sonra da halk kitlelerinin yaşam düzeyinde hiçbir iyileşme gerçekleşmeyecek ve özellikle kırsal kesimdeki üretici topluluklar gene eskiden olduğu gibi Asyatik üretim ilişkilerinin dar çerçevesi içinde yoksul yaşamlarını sürdürmeye devam edeceklerdi. Kısaca söyleyecek olursak, Tanzimat adı verilen bu “Batıya yöneliş” döneminin ayırt edici özelliği, bu dönemde devlet kurumları ile yönetici bürokrasinin biçimsel anlamda bir “Batılılaşma” süreci içine girmeleri ve bu anlamda sınırlı bir “değişim” geçirmiş olmalarıdır. Nitekim kendini Batılı anlamda eğitmiş, birkaç yabancı dil öğrenmiş, kılık kıyafetini modernleştirmiş bir “aydın bürokrat tabaka” (bürokratik elit) ilk olarak bu dönemde yetişmiştir. Gerçek bir burjuva sınıfının henüz gelişmemiş olduğu Osmanlı toplumunda, tek imtiyazlı kesimi bu aydın bürokrat tabaka oluşturuyordu. Avrupa’da eğitim gören, Avrupa hariciyesiyle yakın ilişkiler içinde olan ve onların sefarethanelerinde çalışan bu aydın bürokrat elit, süreç içinde padişahı ve sarayı geri plana iterek, devlet politikalarını oluşturmada mutlak ağırlığını ortaya koyacaktı. Tanzimat dönemine, Babıâli’de kümelenen ve Avrupa’dan himaye gören bu aydın bürokrat tabakanın mutlakıyetçi iktidarı damgasını vuracaktı. Bu nedenledir ki tarihte bu dönem, “Babıâli diktatörlüğü” dönemi olarak da anılmaktadır. Devletle özdeşleşen ve kendini devletin asli sahibi olarak gören bu Batıcı “aydın bürokrat” tabaka, devlet yönetiminde bürokratik “aydın despotizmi” diye de tanımlanabilecek bir geleneğin temsilcisi olmuştur. Osmanlı tarihinde sırasıyla Tanzimat bürokrasisi, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihatçılar hep bu geleneğin taşıyıcısıdırlar. Bu geleneğin Cumhuriyet dönemindeki mirasçısı ve sürdürücüsü ise Kemalist bürokrasi olacaktı. Bu bakımdan, Kemalist bürokrasinin cumhuriyet döneminde yaptığı reformların, aslında Tanzimat dönemindeki aydın bürokrat tabakanın otokratik bir tarzda yürüttüğü “Batılılaşmacı/modernleşmeci” reformların bir devamı olduğunu söylemek hiç de yanlış olmayacaktır. Nasıl ki Tanzimat ve Islahat gibi hareketler Osmanlı İmparatorluğu’nda merkezi devletin mutlak hâkimiyetini korumaya ve güçlendirmeye yönelik çabalar idiyse, “Kemalist Devrimler” de Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan topraklar üzerinde kurulan yeni ulus-devleti (TC’yi) güçlendirmeye ve onun toplum üzerindeki mutlak hâkimiyetini tesis etmeye yönelik otokratik reformlardı. Fakat merkezi devletin mutlak hâkimiyetini sağlamak bakımından, Osmanlı ile TC arasında gene de esaslı bir fark bulunmaktaydı. Şöyle ki, Osmanlı’da toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan Müslüman halkın bütünlüğünü ve birliğini sağlamak bakımından, devletin dayandığı ideoloji İslamdı. Osmanlı’nın aydın bürokrat eliti, modernleşme/Batılılaşma projesini sürdürürken de bu ideolojiye dayanmış ve hiçbir zaman onu bir kenara itmeyi düşünmemişti. Oysa yeni ulus-devletin (TC’nin) inşası sürecinde yönetici bürokrasi dinî ideolojiyi bir kenara itecekti. Çünkü çok uluslu, çok kültürlü Osmanlı İmparatorluğu’nda devletin siyasal yapısının ruhunu oluşturan dinsel ideoloji (İslam), Batı normlarına göre inşa edilmeye çalışılan yeni ulus-devletin siyasal sistemine hiç uygun düşmüyordu. Ulusal temelde inşa edilmeye çalışılan yeni devlet yapılanmasına, yeni bir siyasal ideoloji gerekiyordu. Bu nedenledir ki Kemalist bürokratik elitin dört elle sarıldığı yeni ideoloji, etnik milliyetçilik temelinde bir ideoloji, yani “Türk milliyetçiliği” ideolojisi oldu. Kemalist bürokrasi bu yeni siyasal ideolojinin hem dinden doğan boşluğu doldurmasını hem de yeni ulus-devletin inşasında kaynaştırıcı bir çimento işlevi görmesini istedi. Bu nedenledir ki Kemalist bürokrasi, bir yandan dinin yerine ikame ettiği şoven Türk milliyetçiliğini toplumda egemen kılmaya çalışacak, diğer yandan da dine ve dinsel temelli örgütlere karşı yürüttüğü mücadeleyi “devrimciliğin gericiliğe karşı mücadelesi” olarak sunacaktı topluma. Ve böylece, “devrimcilik” konusunda esaslı bir ideolojik yanılsama da yaratılmış olacaktı toplumda. Nitekim Kemalist bürokrasi toplumda yaratılan bu yanılsamadan yararlanarak, kendisini devrimci, rakiplerini ve muhaliflerini ise hep gerici, bölücü, irticacı vb. olarak göstererek, sorgusuz sualsiz bir şekilde tasfiyeye girişti. Fakat öte yandan, etnik Türk milliyetçiliği temelinde inşası amaçlanan bu “ulus devlet” projesinin, öyle normal yollardan ve demokrasi kuralları içinde uygulanacak bir proje olmadığı da kısa zamanda açığa çıkmıştır. Esasında bu projenin kendisi anti-demokratik bir proje idi ve bu haliyle demokrasinin önündeki en büyük engeli bizzat kendisi oluşturuyordu. Kurucu unsurlardan Kürtlerin varlığını yok sayan ve resmi kurucu olarak yalnızca Türk varlığını esas alan, etnik milliyetçilik temelindeki böyle bir ulus-devlet anlayışının demokratik hiçbir yanı olmadığı gibi, bu anlayışın gelecekte de çoğulcu bir demokrasiyi yaşama geçirmek gibi bir niyetinin olmadığı daha baştan belliydi. Çünkü resmi olarak sadece bir ulusun varlığını tanıyan ve diğer ulusun varlığını yok sayan böyle bir etnik-milliyetçi ulus-devlet anlayışı, kendini ancak baskıcı-otoriter yöntemler kullanılarak diğer tarafa kabul ettirilebilirdi. Nitekim öyle de oldu. Osmanlı’nın külleri üzerine kurulan yeni ulus-devletin (TC) siyasal yapısı, demokratik bir Cumhuriyet olarak değil, daha baştan otoriter-bürokratik bir “Cumhuriyet” olarak şekillendi. Yani son tahlilde, öz biçimi belirledi. Bu otoriter-bürokratik Cumhuriyet rejiminin öncelikli görevi, yurttaşların demokratik hak ve özgürlüklerini koruyup güçlendirmek değil, yurttaşlar karşısında modern despotik devletin, yani yönetici bürokrasinin kolektif çıkarlarını korumak oldu. Daha önce de söylediğimiz gibi, bu rejimin kurucusu olan Kemalist bürokrasi kendini “devrimci” olarak gösterebilmek için, muhaliflerini ya irticacılık ya da bölücülükle suçlayarak tasfiye etmiştir. Böylece, muhalefet hareketlerine yol açan gerçek nedenler ve muhalefet hareketlerinin sosyo-politik nitelikleri hep kitlelerden gizlenmeye çalışılmıştır. Örneğin Cumhuriyetin ilk yıllarında, gerçekte ulusal demokratik taleplerle harekete geçen Kürt ulusal hareketi, dini motifler taşıdığı bahanesiyle irticaî bir hareket olarak lanse edilecekti Kemalist iktidar tarafından. Bu dönemde Büyük Millet Meclisi’nde M. Kemal’in tekelci, mutlakçı yönetim tarzına muhalefet eden Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası da aynı şekilde irticacılıkla ya da irticaa yardım etmekle suçlanıp tasfiye edilecekti. Hatta M. Kemal’in bizzat kendisinin bir “demokrasi gösterisi” olarak kurdurduğu Serbest Fırka bile irticacılıkla suçlanabilecekti iktidar tarafından. M. Kemal ve ekibi, kendi “devrimciliklerine” karine olarak, muhaliflerinin ya “bölücü” ya da “gerici” olduklarını ileri sürmüşlerdir her zaman. Cumhuriyet kurulup ardından hilafet de kaldırılınca, Kemalist iktidarın yaptığı ilk iş, dine karşı açıkça tutum almak olmuştur. Bu dönemde din, toplumsal ve siyasal yaşamda görünür olmaktan mümkün mertebe uzaklaştırılarak “vicdanlara ve mabetlere” sıkıştırılacak, Kemalist “laiklik” anlayışı ise modernleşme/Batılılaşma sürecinin en önemli öğesi haline getirilecekti. Fakat bu Kemalist “laiklik” ilkesi, sanıldığı gibi “dinin devletten ayrılması” anlamına gelmiyordu, tam tersine, devletin dini tümüyle kendi denetimi altına alması ve ihtiyaç duyduğunda da kendi çıkarları doğrultusunda kullanması anlamına geliyordu. Kemalist bürokrasinin bu dönemde yaptığı reformların bazıları, işte bu nevi şahsına münhasır “laiklik” ve “modernleşme” anlayışı temelinde yapılmış reformlardır. Örneğin, Şeyhülislamlığın kaldırılması ve yerine, dini otorite olarak bir devlet memurunun, yani Diyanet İşleri Başkanı’nın geçirilmesi, dini mahkemelerin ve medreselerin kapatılması, tekke ve zaviyelerin kapatılması, dini mevzuat yerine Batılı kanunların ikamesi (İsviçre Medeni Kanunu, İtalyan Ceza Kanunu vb.) gibi. Bunun yanı sıra, gene Batıya benzemek için tepeden inmeci bir şekilde yapılan reformlar da vardır. Örneğin, halkın fes giymesinin yasaklanması ve şapkanın milli başlık olarak halka zorla dayatılması; Batı giyiminin ve adabı muaşeretinin resmileştirilmesi; Latin alfabesinin ve Batılı ölçü birimlerinin kabulü; hafta tatilinin Cuma yerine Pazar gününe alınması; Hıristiyan takviminin kabulü; soyadı kanununun kabulü; alaturka müziğin yasaklanması, buna karşılık opera, bale ve çok sesli müziğin teşvik edilmesi ve tabii bir de Mustafa Kemal’in heykellerinin her yere dikilmesinin teşvik edilmesi! İşte “Atatürk Devrimleri” denen reformların belli başlıları bunlardır! Burada şu hatırlatmayı yapmadan da geçmeyelim: Bu “devrimler” içinde en kanlısı “Şapka Devrimi” olmuştur. Halka zorla şapka giydirebilmek için tam 70 kişiye idam cezası vermek zorunda kalmıştır Kemalist bürokrasinin “modern” cumhuriyet rejimi!

Tek adam-tek parti diktatörlüğü ya da aydın bürokrat despotizmi

Temmuz 1927’de İkinci Büyük Millet Meclisi dönemini tamamlamıştı ve Ağustosta yeni Meclis için seçimler yapılacaktı. Bu seçimlerle ilgili olarak M. Kemal vatandaşlara yayınladığı tamimde şunları söylüyordu: “1. TBMM azalığı için mebus namzetlerinin tümünü bilgilerinize sunuyorum. 2. Yeni devrede beraber çalışmayı münasip gördüğüm arkadaşlar bunlardır. 3. Bunları CHF adına bizzat kendim seçtim. 4. Bu mebus namzetlerinin hangilerinin, hangi vilayetlerin mebusu olacağını ileride yine kendi imzamla yayınlayacağım”.[1] 1 Eylül 1927’de çalışmalarına başlayan Üçüncü Büyük Millet Meclisi’ne Cumhuriyet Halk Fırkası 316 milletvekiliyle tek parti olarak girecekti. Burada ilginç olan, bu milletvekillerinin tümünün de M. Kemal tarafından belirlenmiş olmasıdır. Ekim 1927’de yapılan ve M. Kemal’in 36 saat süren ünlü Nutkunu okuduğu CHF Kongresi ise, adeta M. Kemal’in “Tek Adam”lığının tescil edildiği tarihi bir kongre olmuştur. Bu Kongrede açıkça ortaya çıkmıştır ki, M. Kemal ve yakın kadrosunun hedeflediği siyasal model kolektif bir liderliği değil, adeta mutlak yetkilerle donanmış tek adamın önderliği altında otoriter bir tek parti yönetimini esas almaktadır. Yani “tek şef-tek parti” modelidir bu. Tek şefin mutlak buyruklarını yerine getirmekle görevli bir siyasal partinin (CHF’nin) toplum üzerindeki tekelci siyasal hâkimiyeti bu modelin ruhunu oluşturmaktadır. Tek şefin ilan ettiği “ilkeleri” bütün millete kabul ettirmek bu partinin temel görevidir. Bu sayede Tek Şef’in milletle bütünleşmesi hatta “özdeşleşmesi” sağlanmış olacaktı! Böyle bir siyasal yapılanmada elbette ki çoğulcu demokrasiye, muhalefete, Tek Şef’in partisi dışında başka bir partiye yer de yoktur, ihtiyaç da! İktidar tekelini elinde bulunduran bürokratik oligarşiye (Kemalist bürokrasiye) göre, çoğulcu demokrasi, muhalefet hakkı, eleştiri özgürlüğü gibi şeyler toplumda “anarşi” yaratacağı ve Tek Şef ile millet arasına nifak sokacağı için elbette reddedilmelidir! Bu siyasal düşünüş biçimi, Kemalist bürokrasinin savunduğu geleneksel devletçi ideolojinin despotik karakterini ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda bu despotik ideolojinin hegemonyası altında biçimlenecek olan bir Cumhuriyetin de nasıl bir Cumhuriyet olacağına ışık tutuyordu. Büyük bir olasılıkla, bu rejim Tanzimat bürokrasisinin uyguladığı “aydın despotizmi” rejiminin bir versiyonu olmaktan öteye geçemeyecekti. Bir başka deyişle bu rejim, Osmanlı bürokrasisinin despotik devletçi geleneğinden köklü bir kopuş değil, bu geleneğin modern koşullarda bir devamı olacaktı yalnızca. 1930’lara gelindiğinde ise, M. Kemal’in partisinin (CHP’nin) ilan ettiği ve programına geçirdiği ilkeler (cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, laiklik, devletçilik, devrimcilik) bu kez devletin de temel ilkeleri olarak kabul edilip Anayasa’ya yazılacaktı. Böylece Kemalizm devletin tek resmi ideolojisi olarak tescil edilmiş olurken, aynı zamanda “kutsal şef-parti-devlet” bütünleşmesi de tescil edilmiş oluyordu. Devletle özdeşleşen ve gücünü yalnızca devlet organlarından alan yönetici bürokrasinin bu otokratik ideolojisi (Kemalizm), devleti olduğu kadar toplum hayatını da yönlendiren ve belirleyen en üstün yasa katına yükseliyordu bir bakıma. 1930’larda CHP’nin otoriter ve totaliter yapısı daha da belirgin hale gelecekti. Bu gidişata önderlik eden gene “Tek Adam”dı kuşkusuz. M. Kemal 1936’da aldığı bir kararla CHP’ye yeni bir hüviyet kazandırıyordu. İçişleri Bakanları partinin genel idare kuruluna girecek ve aynı zamanda partinin genel sekreteri olacaklardı. Valiler bulundukları ilin aynı zamanda parti başkanlığını da yapacaklar ve parti genel müfettişleri ise bulundukları bölgelerde hem devlet işlerine bakacak, hem de partinin faaliyetlerini ve örgütlerini denetleyeceklerdi. Böylece, devlet idaresi ile parti idaresi bir anlamda birleştirilmiş, parti ile devlet iç içe geçmiş oluyordu.

Kemalist bürokrasinin “devletçiliği” ve “milli” burjuvazinin durumu

Kemalist iktidarın 1923-30 arasında uyguladığı liberal ekonomi politikası başarılı olamamış ve sonuçta birkaç yeni zengin yaratmanın dışında, arzulanan modern kapitalist gelişmeyi sağlayamamıştı. Aksine, uygulanan bu liberal ekonomi politikası sonucunda bir yanda sanayi ve tarımda üretim düşmüş, diğer yanda ise tüketim malları ithalatının sürekli artması nedeniyle dış ticaret açığı giderek büyümüştü. Bu başarısızlığın üstüne bir de 1929 dünya ekonomik krizinin yarattığı olumsuz koşullar binecekti. Bu ekonomik kriz koşullarında, orta ve küçük köylü üreticiler, tarım ihraç ürünleri fiyatlarının düşmesinden dolayı perişan vaziyetteydiler. Aynı şekilde, kentlerdeki işçi sınıfı ve küçük esnaf kesimi de yoksulluk ve sefalet sınırında yaşamaktaydı. Kemalist devletin himayesi altında beslenip palazlanan ve bir anlamda asalaklaşmış bulunan yerli burjuvazi ise, bu dönemde kendi kârlarını korumaktan başka bir şey düşünmüyordu. Bu koşullarda toplumsal huzursuzluk ve çalkantılar giderek artmakta, bürokratik oligarşinin tek parti diktatörlüğüne karşı için için kaynayan bir toplumsal muhalefet hareketi gelişmekteydi. Bu durumda Kemalist iktidar, o güne kadar uygulamakta olduğu ekonomik politikasını değiştirmek ve yeni bir çıkış yolu aramak zorunda kalacaktı. Kemalist iktidarın beklediği kapitalist sanayileşme hamlesini özel teşebbüs (burjuvazi) gerçekleştiremeyince, bu durumda özel teşebbüsün ekonomik işlevlerini 1930’larda devlet üstlenmek zorunda kalacaktı. İşte Kemalizmin “devletçilik” diye adlandırılan o meşhur ilkesi, yani devlet kapitalizmi uygulaması da böyle gündeme gelmişti. Aslında devletin ekonomiye doğrudan müdahalesinin işlerlik kazanması, Türkiye’yi de içine alan dünya ekonomik krizinin yarattığı son derece olumsuz ekonomik koşulların bir sonucuydu. Kemalist iktidar (yani devlet) bu koşullar nedeniyle 1930’ların başından itibaren ulusal ekonomik hayata doğrudan müdahalede bulunup, ona çekidüzen vermek zorunda kalmıştır. Fakat bürokrasinin ekonomik hayata müdahaleciliği ve devletin doğrudan kapitalist ekonomik faaliyetlere iştiraki, dünya ekonomik krizinin yarattığı konjonktürle sınırlı, geçici bir olay olmayacaktır. Tam tersine, asıl amacı ulusal kapitalizme altyapı oluşturmak ve burjuvaziye kaynak aktarmak olan devletin ekonomiye bu bürokratik müdahalesi, ta günümüze kadar uzanan bir süreklilik kazanacaktır. Bu perspektifle işe girişen Kemalist hükümet, 1932 yılında Devlet Sanayi Ofisi’ni kurarak, devletin ulusal ekonomiyi düzenlemedeki yükümlülüğünü resmi hale getirmişti. Devletin karma sermayeli işletmeler üzerindeki denetimini sağlamak amacıyla kurulan bu Devlet Sanayi Ofisi, devletin payının olduğu tüm işletmelerde yönetimi kendi üzerine alıyordu. Ayrıca sanayi alanında yeni kamu işletmeleri kurma yetkisi de bu örgütün olacaktı. Bu dönemde ilk beş yıllık plan hazırlanacak, bazı yabancı şirketler millileştirilecek, Sümerbank, Etibank ve Madencilik Bankası gibi devlet bankaları sanayi alanında (örneğin tekstil, şeker, kâğıt ve madencilik sanayiinde) doğrudan yatırımlar yapacaklardı. Ayrıca bu dönemde liman ve yol inşaatına ve demiryolları yapımına da hız verilecekti. Bunun yanı sıra devlet, dış ticareti de sıkı bir şekilde denetim altına alarak döviz kontrol sistemi getirecekti. Ancak tüm bu devlet yatırımlarına rağmen, kurulan sanayi gene de yetersiz ve zayıf kalacaktı. Nitekim 1938 yılında yapılan sanayi sayımına göre, ülkedeki sanayi kuruluşlarının yüzde 90’ı, fabrika denilemeyecek derme çatma tesislerden oluşuyordu hâlâ. Ulusal kapitalist ekonomiyi düzenlemede devletin rolünün böylesine ağırlık kazanması, bürokrasinin burjuva iktidar bloğu içindeki ağırlığını ve siyasetteki belirleyici rolünü daha da artıracaktı kuşkusuz. Bu durumda asıl gücünü devlet iktidarını kullanmaktan alan Kemalist bürokrasi, ideolojik argümanları arasına şimdi “devrimcilik” ve “devletçilik” argümanını da ilave edecek ve böylece resmi bir “devlet ideolojisi” inşa etmiş olacaktı. Kemalizm olarak adlandırılan bu resmi devlet ideolojisine göre, “Cumhuriyeti kuran ve yöneten asker-sivil aydın bürokrat kadrolar anti-emperyalist, milliyetçi, ilerici, devrimci, halkçı bir toplumsal-siyasal gücü temsil etmekteydiler ve de her zaman öyle kalacaklardı!” Aslında bu ideolojik söylem, Kemalist bürokrasinin kapitalist sömürü düzeniyle ve burjuvaziyle olan içsel bağını gizliyor ve onun gerçek sınıf doğasının açığa çıkmasını engelliyordu. Bu durumda Kemalist bürokrasi adeta “sınıflar üstü” bir varlıkmış gibi lanse ediyordu kendini topluma. Geçmişte pek çok solcunun, sosyalistin ve komünistin de bu ideolojik manipülasyonun etkisi altında kaldığı ve Kemalizme soldan destek verdiği bilinen bir gerçekliktir. Örneğin 1930’lu yılların başlarında Kadro adlı bir derginin çevresinde kümelenen aydınlar arasında Şevket Süreyya Aydemir ve Vedat Nedim Tör gibi eski TKP yöneticileri de bulunuyordu. Kemalizmi soldan destekleyen bu Kadrocu yazarlar, CHP iktidarının 1930’larda uygulamaya başladığı “devletçilik” programını, “sosyalist de kapitalist de olmayan (!)” yeni bir ulusal kalkınma modeli olarak değerlendiriyor ve bunun teorisini yapmaya çalışıyorlardı. Bu aydınlara göre, Türkiye gibi ulusal bağımsızlığına yeni kavuşan ülkelerde kapitalist bir sınıfın bulunmayışı sanayileşmeyi engelliyordu. Dolayısıyla bu sanayileşme görevini devletin üstlenmesi gerekiyordu. Bu görevi üstlenen devletin başında ise, “yüksek tekniği elinde bulunduran ve bunu toplum yararına işleten, yani toplumun bütünü ve ileri menfaatleri hesabına çalışan, teşkilatçılar ve idareciler” bulunmalıydı. Herkesin mutluluğu için çalışacak bu “sınıflar üstü” aydın yöneticiler sayesinde, “ülkede birbirine karşıt sosyal sınıfların, dolayısıyla da sınıf mücadelesinin doğması engellenecek” ve sonunda “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitle” yaratılmış olacaktı![2] Kemalizme soldan destek veren milliyetçi-solcu aydınların savunduğu bu teori, aslında 18. yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkan ve “aydın despotizmi” olarak bilinen teorinin hemen hemen aynısıdır. Avrupa’da aydınlanma çağında devletin, halkın iyiliğini düşünen otoriter bir hükümdarca aydınların ortaya attıkları siyasal kuramlara göre yönetilmesini anlatan bir kavramdır “aydın despotizmi”. “Aydın despotizminin esaslarını uygulayan ilk hükümdar Prusya kralı II. Friedrich’tir. Burjuvazinin gelişmemiş olduğu bazı ülkelerde de aydın despotizmi eğilimleri öne çıkmıştır.”[3] İşte bizde de Kadrocu aydınların ortaya attığı görüşler, bu “aydın despotizmi” eğilimini yansıtmaktaydı. Eğer devlet, halkın iyiliğini düşünen otoriter bir önder (M. Kemal) tarafından, Kadrocu aydınların ortaya attıkları siyasal teorilere göre yönetilirse her şey çok güzel olacaktı! Ve gene bu Kadrocu aydınlara göre, eğer Kemalist ulusal kurtuluş devrimi aydın-teknokrat kadroların otoriter yönetimi altında kararlılıkla sürdürülürse ve devletçi bir ekonomi politikası uygulanırsa, Türkiye’de “kendine özgü” yeni bir sosyo-ekonomik model inşa edilmiş olacaktı. Bu model, kapitalizmden de sosyalizmden de farklı bir model idi! Kemalist devrimin açtığı bu “yeni yol”un, tüm sömürge ve yarı-sömürge ulusların kurtuluş mücadelesine de esin kaynağı olacağını belirten Kadrocular, bağımsızlığına kavuşan yeni ulus-devletlerin kalkınmasına Kemalist devletçiliğin örnek olacağını iddia ettiler. Oysa Kadrocuların “yeni yol” ya da “üçüncü yol” diye sundukları model, aslında devlet eliyle kapitalist toplum inşa etmekten başka bir anlama gelmiyordu. Türkiye’de emekçi halktan koparılıp alınan birikimler, devlet eliyle özel teşebbüse, yani burjuvalara aktarılıyor ve böylece gelecekteki özel kapitalist girişimciliğin temelleri döşeniyordu. Yani “devletçilik” denen şey, özel kapitalist yatırımların ön hazırlığının yapıldığı ve bu amaçla işçi sınıfının en yoğun sömürüye maruz bırakıldığı devlet kapitalizmi uygulamasından başka bir şey değildi. Sol Kemalist aydınların iddialarının aksine, 1930’larda başlayan devlet kapitalizmi uygulaması Türkiye’de “sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle” yaratmadığı gibi, sınıflar arasında var olan uçurumları daha da derinleştirmiştir. Sözümona “kapitalist olmayan yol” olarak övülen bu sistemde burjuvalar, büyük toprak sahipleri ve düzenin bekçisi konumundaki imtiyazlı bürokratlar, devletin koruyucu kanatları altında her geçen gün daha da zenginleşirken, diğer yanda burjuva devletin baskısı altında bunalan ve düzenin egemenleri tarafından hakları gasp edilen işçi-köylü emekçi kitleler her geçen gün daha da yoksullaşmışlardır. Bir yanda imtiyazlıların ve zenginlerin artan refahı, diğer yanda ise yoksul emekçi kitlelerin artan sefaleti! İşte yoksul üçüncü dünya ülkelerinin kalkınmasına “model” olma iddiasındaki Kemalist devletçiliğin özeti budur!

[1]   akt.: Melih Pekdemir, Kemalistler Ülkesinde Cumhuriyet ve Diktatörlük, c.2, Su Yay., s.117
[2]   Alıntılar: Şevket Süreyya Aydemir, İnkılâp ve Kadro, 2. baskı, 1968
[3]   Ana Britannica

30 Mart 2008
Kemalizm
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /IV

4.bölüm

39.jpg

Tek parti (CHP) diktatörlüğünün sınıfsal dayanakları: Bürokrasi, burjuvazi, eşraf

Kendilerini “anti-emperyalist, ilerici, ulusal devrimci, laikçi, cumhuriyetçi” ve de tabii “solcu” olarak tanımlamaktan pek hoşlanan Kemalist aydınlar, tek parti (CHP) diktatörlüğü döneminde uygulanan “devletçi kalkınma” modelinden hep övgüyle söz ederler. Onlara göre bu model (devlet kapitalizmi) “anti-emperyalist, halkçı ve de devrimci” bir modeldir! Yıllardan beri bu savlarını yineleyip duran ülkemizin bu “güzide” aydınları, sıra bu modelin hangi sınıfların yararına işlediği sorusuna geldiğinde, bu soruya doyurucu bir yanıt vermekten hep kaçınmışlardır. Çünkü bu sorunun yanıtlanmasıyla birlikte ortaya çıkan gerçekler, “Kemalizm” hakkındaki savların ne denli gerçek dışı ve de düzmece olduğunu açığa çıkarıcı niteliktedir. Kemalist aydınlara göre, milli mücadelenin öncüsü ve cumhuriyetin kurucusu olan Kemalist yönetici kadrolar “anti-emperyalist, anti-kapitalist, halkçı ve de devrimci” bir niteliğe sahiptiler ve bu nitelikleri itibarıyla da hem büyük burjuvazinin hem de büyük toprak sahiplerinin çıkarlarına karşıt olan radikal bir küçük-burjuva çizgiyi temsil etmekteydiler. Eğer bu savı doğru kabul edecek olursak, o takdirde Kemalizmin başından beri hem büyük burjuvaziyle hem de büyük toprak sahipleriyle uzlaşmaz bir sınıfsal karşıtlık içinde olduğunu da peşinen kabullenmemiz gerekecektir. Oysa gerçek durumun bu olmadığını, tarihi objektif bir gözle değerlendiren ve elbette kalın kafalı olmayan herkes görebilmektedir. Ne Milli Mücadele esnasında, ne de cumhuriyetin kuruluşundan sonraki herhangi bir evrede, Kemalist bürokrasi ile büyük burjuvazi ve büyük toprak sahipleri arasında “uzlaşmaz” bir sınıfsal karşıtlık olmuştur. Büyük burjuvazi ile Kemalist bürokrasi, iddia edildiği gibi uzlaşmaz karşıtlık içinde olan iki ayrı sınıfı değil, aynı egemen sınıf bloku içinde iki ayrı kesimi oluşturmaktaydılar. Dolayısıyla bu iki kesim arasında zaman zaman baş gösteren siyasal içerikli mücadele de, gerçekte aynı egemen sınıf bloku içinde yer alan ama işlevleri bakımından farklı konumda bulunan iki kesimin siyasal hegemonya için yürüttüğü mücadeleden başka bir şey değildi. Nitekim, Kemalist bürokrasinin siyasal hegemonyası altında geçen burjuva cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılında (1923-1946) yaşananlar, Türkiye’de kapitalizmin gelişimine özgü olan bu gerçekliği bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Bu yıllarda iktidar tekelini elinde bulunduran Kemalist bürokrasinin, burjuva düzeni korumaktan ve kapitalizmin temellerini döşemekten öte bir amaç gütmediği çok açıktır. Bunu görebilmek için kâhin olmak da gerekmiyor. Bunun için, Kemalist iktidarın 1930’lu yıllarda uyguladığı “devletçi kalkınma” modelinin ve 1940’lı yıllarda uyguladığı “savaş ekonomisi” politikasının son tahlilde hangi sınıfların (emekçi halkın mı, yoksa burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin mi) işine yaradığına bakmak yeterli olacaktır. Önce, sözünü ettiğimiz yıllarda özel kapitalist girişimlerin ve “milli” denen yerli burjuvazinin nasıl bir gelişme gösterdiğine bir bakalım: Bilindiği gibi, ekonomik liberalizmin uygulandığı 1923-30 yılları arasında, devletin her türlü destek ve teşvikine rağmen yerli burjuvazi önemli bir gelişme gösteremedi ve dolayısıyla, sanayide ve tarımda beklenen özel kapitalist yatırımlar gerçekleşmedi. Her ne kadar bu yıllarda liberal bir ekonomik model uygulandığı söylense de, Kemalist devletin ekonomiye müdahalesi bu dönemde de hep devam etti. Ancak bu müdahaleler hep burjuvazinin lehine olan müdahalelerdi ve son tahlilde onun gelişip güçlenmesini sağlamaya yönelikti. Fakat devletin ekonomiye doğrudan müdahalesi ve bir ekonomik aktör olarak bizzat işin içine girmesi asıl olarak 1930’larda başlayacaktı. Bir çelişki gibi görünüyor ama yerli burjuvazinin asıl gelişmesi, devletin bir işletmeci olarak ekonomiye doğrudan müdahale ettiği bu devletçilik (devlet kapitalizmi) döneminde oldu. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü’nün başlattığı ve sonuçlandırdığı demiryollarının devletleştirilmesi ve yeni demiryollarının inşası projesi, cumhuriyet Türkiye’sinde devletçiliğin ilk uygulaması olarak kabul edilir. Bu devletçilik uygulaması, aynı zamanda devlet öncülüğünde bir yerli kapitalistler sınıfının da yetiştirildiği bir uygulamadır. Cumhuriyet Türkiye’sinin ilk yerli milyonerlerini, devletin başlattığı bu demiryolları inşa projesi yaratmıştır. Türkiye’de bir milli burjuva sınıfının yaratılmasını ve devletin bunda koruyucu bir rol oynamasını savunan dönemin siyasetçilerinden Ahmet Hamdi Başar, bu durumu şöyle anlatır: “Biz, henüz kendi adamlarımız ve paramızla demiryolu yapamayacağımızı bildiğimizden, bu işleri başlangıçta İsveç grubuna vermiştik. Fakat aradan bir iki yıl geçince, bu grubun emrinde çalışan Türk taşeronları yetişmiş ve devletten doğruca müteahhit olarak, onlar işleri üzerine almaya başlamıştı. En çok ve en çabuk ray döşeyen hadsiz hesapsız para kazanıyordu. … İlk milyonerlerimiz böyle doğdu.”[1] Tek parti diktatörlüğü döneminde Kemalist iktidarın uyguladığı bu “devletçilik” politikası, hiçbir zaman özel kapitalist teşebbüsün aleyhine olmamıştır. Hatta devletçiliğin en koyu uygulandığı yıllarda bile, çıkartılan yasalarda hep özel teşebbüsü koruyucu ve geliştirici hükümler yer almıştır. O dönemde hazırlanan raporlar ve hükümet yetkililerince yapılan açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, “devletçilik” politikası geçici olarak başvurulan bir yöntemdir ve asıl olan özel kapitalist sektörün geliştirilmesidir. Devletçe kurulacak olan iktisadi işletmeler kâr etmeye başladığında ve tabii burjuvazinin de iktisadi refahı bu işletmeleri satın almaya müsait hale geldiğinde, bu işletmelerin özel sektöre devredileceği daha baştan prensip olarak kabul edilmiş bulunuyordu. Öte yandan özel kapitalist işletmeler, kurulmuş oldukları sahalarda iktisadi devlet teşekküllerinin doğrudan ve dolaylı olarak sağladığı iktisadi imkânlardan da yararlanmaktaydılar. Örneğin, devlet işletmelerinde yetişen uzman kadroların, teknik elemanların özel sektöre transferi ve özel sektörün ürettiği mamulleri iktisadi devlet teşekküllerinin yüksek fiyatlarla satın alması vb. gibi uygulamalar, devletin özel sektöre sağladığı iktisadi imkânlara örnektir. Nitekim 1930’lardan itibaren Türkiye’nin sanayileşme süreci incelendiğinde görülmektedir ki, özel sektör genellikle, daha önce devlet tarafından işletme kurulmuş olan sahalarda yatırım yapmayı tercih etmektedir. Örneğin, tekstil ve toprak sanayiinde durum böyledir. Dolayısıyla, gerek devletçiliğin uygulandığı yıllarda ve gerekse daha sonra, devlet işletmelerinin özel sektör yatırımlarını teşvik edici ve yönlendirici bir işlev gördüğü çok açıktır. Yani Kemalist iktidarın uyguladığı devletçilik, aslında anti-kapitalist bir model olmayıp, başından beri özel kapitalist girişimciliği teşvik eden ve yönlendiren, yani son tahlilde yerli burjuvazinin gelişip güçlenmesini amaçlayan bir “ekonomik kalkınma” modeliydi. Bunda da şaşılacak bir yan yoktur; çünkü bir dönem devletçiliği savunan Kemalist bürokrasi de son tahlilde burjuva sınıfın ayrılmaz bir parçasıydı.

Kemalist rejimin işçi düşmanlığı, Nazi hayranlığı ve ırkçı eğilimleri

1930’lara gelindiğinde, Kemalist bürokrasinin gözünde artık liberalizmin eski itibarı kalmamıştı. Köken olarak zaten despotik bir devlet geleneğinden gelen ve totalitarizme eğilimli olan Kemalist bürokrasi için, İtalya ve Almanya’daki totaliter rejimler önemli bir cazibe merkezi oluşturuyordu. Bu totaliter rejimlerin Avrupa’da estirdiği faşizm ve Nazizm rüzgârları, totaliter eğilimli Kemalist yönetici kadroları güçlü bir biçimde etkilemişti. Bu etkilenme, Kemalist yönetici kadroların ırkçılık ve faşizm kokan bu yıllardaki söylemlerinde, faşist devletlerin yasalarından aktardıkları yasa maddelerinde (örneğin meşhur 141-142. maddelerin İtalyan Ceza Yasasından aynen alınması gibi) ve de genel olarak Kemalist devletin siyasal ve ideolojik açılımlarında kendini göstermektedir. Bu dönemde Türk hükümetinin Nazi Almanya’sına duyduğu yakınlığın bir diğer göstergesi de, önde gelen Nazi hayranlarından biri olan Cumhuriyet gazetesi sahibi Yunus Nadi’nin başkanlığında bir heyeti, Hitler’in yaş gününü kutlamak üzere Almanya’ya göndermesi olmuştur. Kemalist bürokrasinin Avrupa’da gelişen faşist harekete sempatiyle yaklaşması ve ondan etkilenmiş olması, kendini şu iki alanda çok açık bir biçimde ortaya koyuyordu: Birincisi, Kemalist bürokrasi de tıpkı Avrupa’daki faşistler gibi toplumda sınıf esasına göre örgütlenmeyi ve sınıf mücadelesini şiddetle reddediyor ve bunun yerine, mesleksel örgütlenmeyi esas alan ve gerçek yaşamda çıkarları birbirine karşıt olan sınıfları (burjuvazi ile proletaryayı) sözümona bir potada eritmeyi amaçlayan korporatif bir toplum örgütlenmesini geçirmeyi hedefliyordu. Ama Kemalist bürokrasi bu konuda da ikiyüzlü davranıyordu. Çünkü, sınıf esasına göre örgütlenmeye karşı olduğunu söyleyerek işçi sınıfının örgütlenmesini yasaklasa da, sıra burjuvaziye gelince onu engellemek için hiçbir şey yapmıyor, tam tersine koruyordu. Kemalist bürokrasinin faşizmden etkilenmesinin belirginleştiği ikinci alan ise ulusal sorunda ortaya çıkmaktaydı. Kemalist bürokrasi, cumhuriyeti birlikte kuran iki temel ulusal kimlikten birini (Kürt kimliğini) yok sayarken, diğerini (Türk kimliğini) yüceltiyor ve böylelikle “etnik milliyetçiliğe” dayanan ırkçı ve şoven bir “ulus-devlet” anlayışını resmi ideoloji haline getirmeye çalışıyordu. Örneğin, Kemalist rejimin önde gelen ideologlarından olan dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, 19 Eylül 1930 tarihli Milliyet gazetesine verdiği bir demeçte, Kemalist bürokrasinin bu eğilimini şu şekilde dile getiriyordu: “Benim düşüncem şudur: Herkes, dostlar, düşmanlar ve dağlar, bu ülkenin efendisinin Türkler olduğunu bilmelidir. Saf Türk olmayanların, Türk Ana Vatanında sadece bir tek hakları vardır: Hizmetkâr olma hakkı, köle olma hakkı.”[2] Keza, Ağrı’da patlak veren Kürt ayaklanması üzerine yaptığı bir konuşmada Başbakan İnönü de şunları söylüyordu: “Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.”[3] İşte Atatürk’ün emriyle hazırlanan ve her açıdan ırkçılık kokan “Güneş Dil Teorisi” ve “Türk Tarih Tezi” gibi zırvalar da böyle bir atmosferde ortaya atılmıştı. İnsanı acı bir tebessüme sevk eden ve ipe sapa gelmez ırkçı hezeyanlarla dolu olan bu “teori”ler bir süre sonra geri çekilmişse de, Kemalist devletin ırkçı şoven milliyetçiliği ve bu bağlamda Kürtlere yönelik baskıları ve saldırgan politikaları hep devam etmiştir. Burada hemen belirtelim ki, bu dönemde gerek anti-demokratik yasaların çıkartılması konusunda olsun, gerekse Türkçülüğe dayalı ırkçı ve şoven bir ideolojinin devletin resmi ideolojisi haline getirilmesi konusunda olsun, CHP içinde devletçi Kemalist bürokrasi ile liberalizm yanlısı burjuva kesim arasında ciddi hiçbir ihtilaf doğmamıştır. Tersine, daha sonra liberal giysilere bürünerek siyaset sahnesinde arzı endam edecek olan burjuva kesim, bu dönemde kendisine hamilik eden Kemalist bürokrasiyi hoş tutabilmek için elinden geleni yapmış ve onun totalitaryan eğilimlerine ses çıkarmamıştır. Yeter ki iktidarı elinde tutan bürokratik oligarşi, genel olarak sermayenin çıkarlarını koruyup gözetsin ve burjuvaziye hamilik yapmayı sürdürsün! Kemalist bürokrasi burjuvaziyi tehlikelere karşı (özellikle de işçi sınıfından gelecek tehlikelere karşı) koruduğu sürece, Kemalist bürokrasinin baskıcı anti-demokratik uygulamaları hiçbir sorun oluşturmuyordu burjuvazi için! Daha sonraki yıllarda da göreceğimiz gibi, burjuvazi ile asker-sivil bürokratik elit arasındaki ilişkiler ve kimin ne zaman “statükocu” ne zaman “liberal” kesileceği konusu, hep konjonktürel çıkarlara göre belirlenmiştir. Nitekim cumhuriyetin kuruluşundan 1946’ya kadar geçen çeyrek asırlık zaman diliminde, bugün yaşandığı gibi bir “statükocu-liberal” çatışması pek yaşanmamıştır egemen sınıf içinde. Çünkü bu yıllarda henüz yeterince güçlenmemiş olan burjuvazi, hâlâ Kemalist bürokrasinin hamiliğine ihtiyaç duymaktaydı ve bu yüzden de onun iktidarına boyun eğmek zorunda hissediyordu kendini!

Tek parti diktatörlüğü altında işçi ve emekçi sınıfların durumu

CHP’nin tek parti diktatörlüğünün en katı bir biçimde devam ettiği 1930’lu ve 40’lı yıllarda, işçi ve emekçi sınıfların ne durumda olduğuna bir bakalım. 1930’lar Türkiye’sinde “bürokrat-burjuva-eşraf” koalisyonuna dayanan CHP iktidarı, sanayi ve tarımda özel kapitalist girişimciliği desteklerken ve bu amaçla büyük burjuvazi ile büyük toprak sahiplerinin çıkarlarını hep ön planda tutarken, işçi ve emekçi sınıfların ekonomik ve demokratik haklarını hep yok saymış ve düzene boyun eğmelerini sağlamak için, onları sürekli baskı altında tutacak yasal düzenlemeler getirmiştir. Gerek ekonomik alanda, gerekse siyasal alanda işçi sınıfına yönelik bu hak kısıtlayıcı anti-demokratik düzenlemelerde, Avrupa’da esen faşizm rüzgârlarının da etkisi vardı kuşkusuz. Örneğin, işçi ve emekçilerin sınıf esasına göre örgütlenmelerini ve sınıf mücadelesi yürütmelerini yasaklayan ve bu yasağı çiğneyenlerin ağır hapisle cezalandırılmalarını öngören Türk Ceza Kanununun ünlü 141 ve 142. maddeleri, 1930’larda faşist İtalyan Ceza Kanunundan ithal edilmişti. 1930’lu yıllara gelindiğinde, işçi sınıfı hâlâ her türlü haklarından yoksun bir sınıf olarak günde en az 12 saat çalışmak durumundaydı. Kemalist rejim cumhuriyetin kuruluşundan itibaren burjuvaziyi devletin her türlü imkânlarıyla besleyip palazlandırırken, işçi sınıfının sendikal örgütlenmesini ve ekonomik hak arama mücadelesini (grevli toplu sözleşme hakkını) bile kabul etmemekte diretiyordu. Bu yüzden işçi sınıfı, Kemalist CHP’nin yıllarca süren tek parti diktatörlüğü döneminde sendikal haklarından tamamen mahrum kalacaktı. Bu dönemde işçi sınıfına karşı tam bir baskı rejimi uygulayan Kemalist iktidar, bununla yetinmeyip bir de işçi sınıfının tarihsel hafızasını silmeye kalkışacaktı. 1935 yılında çıkardığı bir yasayla, kapitalist sömürü düzenine karşı işçi sınıfının uluslararası birlik, mücadele ve dayanışma günü olan 1 Mayıs’ı “Bahar ve Çiçek Bayramı” olarak ilan etmiş ve rüşvet olarak da işçi sınıfına o gün için bir günlük “istirahat” izni vermişti! Bu, işçi sınıfının tarihsel hafızasını zayıflatmak üzere, korkak burjuvazinin ve onun koruyucusu olan Kemalist bürokrasinin sinsice ve ikiyüzlüce giriştiği bir operasyondu kuşkusuz. Oysa o tarihte işçi sınıfı hâlâ bir iş kanunundan bile yoksun bulunuyordu. İşçiler, çalışma koşullarını düzenleyen bir iş kanununa Cumhuriyetin ilanından 13 yıl sonra (1936’da), sendikalaşma hakkına 24 yıl sonra (1947’de), grev ve toplu sözleşme hakkına ise tam 40 yıl sonra (1963’de) kavuşabileceklerdi. Dolayısıyla, işçilerin sendikal örgütlülüğünün bulunmadığı koşullarda çıkarılan İş Kanununun uygulanıp uygulanmadığı da hiçbir zaman denetlenemeyecek ve bu iş devlet bürokratlarının insafına kalacaktı. Nitekim İş Kanununun kabulünden bir süre sonra, fabrikalara işçi pazarlayan “işçi müteahhitleri”nin ve işçi simsarlarının türemesi ve patronların işçi ihtiyaçlarını bu müteahhitler aracılığıyla karşılamaları, İş Kanununun fiiliyatta uygulanmadığının bir göstergesiydi. Üstelik bu işçi müteahhitlerinin arkasındaki güç de gene CHP bürokrasisiydi. Ayrıca işçi sendikalarının olmadığı koşullarda, büyük işletmelerde işçilerden kesilen paralarla oluşturulan “işçi yardımlaşma sandıkları” da CHP tarafından atanan “bürokratik bir idareciler takımı” tarafından yönetilmekteydi. Yani işçilerin parasıyla gene bürokratik bir elit beslenmekteydi. Tarım emekçilerinin durumuna gelince; CHP iktidarı altında orta ve yoksul köylülerin durumu da kent emekçilerinin durumundan faklı değildi. Tarım kesiminde de sömürü artarak devam ediyordu. Sözüm ona köylünün durumunu iyileştireceği iddia edilen Ziraat Bankası kredileri, aslında köylüye değil, büyük çiftlik sahiplerine ve toprak ağalarına gidiyordu. Bu kesimler, banka kredisinin sağladığı imkânlarla makineli tarıma geçmektense, ucuza toprak kapatıp ucuz işgücü (ırgat) çalıştırarak daha çok kâr ediyorlardı. Ayrıca, bu büyük toprak sahipleri, Ziraat Bankasından düşük faizle aldıkları kredileri, daha yüksek faizlerle muhtaç durumdaki köylülere satıyorlardı. Yani hem çalıştırıp sömürüyorlardı, hem de tefecilik yaparak sömürüyorlardı tarım emekçilerini. CHP iktidarı bunu biliyordu, ama kendi iktidarını destekledikleri için toprak ağalarına ve büyük çiftlikçilere ses çıkarmıyordu. Nitekim 1927 ve 1929 yıllarında topraksız köylülere hazine arazisi verilmesi yolunda çıkarılan kanunları da CHP iktidarı hiçbir zaman uygulamayacak ve toprak reformunu dilinden düşürmemesine rağmen, gerçek bir toprak reformunu da hiçbir zaman yapmayacaktı. Tek parti diktatörlüğü döneminde, bir yandan “devletçilik” göklere çıkarılırken, diğer taraftan tarımda acımasız bir soygun düzeni sürdürülmüş ve bu soygun temelinde, orta ve yoksul köylüler topraksızlaştırılırken, büyük toprak sahiplerinin ve ağaların özel toprak mülkiyeti alabildiğine genişlemiştir. Bu dönemde işçi sınıfının siyasal açıdan bilinçlenmesini ve örgütlenmesini savunan komünistlerin ve sosyalistlerin faaliyetleri de yasadışı ilan edilip yasaklanacaktı. Bu koşullar altında komünistlerin ve sosyalistlerin siyasal görüşlerini yaymaları ve bu temelde işçi sınıfını örgütlemeye girişmeleri yıllarca hapis yatmayı, işkenceyi ve her türlü tehlikeyi göze almayı gerektiren bir işti kuşkusuz. Nitekim o dönemde ardarda gelen “komünist tevkifatı” da bunu ortaya koymaktadır. Tek parti diktatörlüğü döneminde işçi sınıfının siyasal örgütlenmesi için illegal faaliyet yürüten Türkiye Komünist Partisinin (TKP) ardarda uğradığı tevkifat (1925, 26, 27, 29, 30, 32, 34, 38, 44, 45) bunun en somut kanıtıdır. İşçi sınıfına ve komünistlere yönelik tüm bu baskılar ve tutuklamalar, daha sonra kendini “ilerici”, “demokrat” ve de “solcu” olarak lanse edecek olan burjuva Kemalist CHP’nin izlediği ceberut politikaların bir sonucuydu kuşkusuz. Öteden beri burjuva devletle özdeşleşmiş ve burjuva devletin statükocu bir partisi haline gelmiş olan bu parti, hiçbir zaman işçi sınıfının gerçek dostu olmadı.

Tek parti diktatörlüğü altında Kürtlerin durumu

Kemalist bürokrasinin yönetimi altında otokratik bir niteliğe bürünen burjuva devlet, bu dönemde yalnızca işçi ve emekçi sınıflara karşı anti-demokratik ve baskıcı bir uygulama içinde olmakla kalmamış, ulusal demokratik taleplerini dile getiren ve bu bağlamda özerklik isteyen Kürt halkına karşı da ırkçılığa varan saldırgan bir tutum içinde olmuştur. Osmanlı’nın despotik devlet anlayışı içinde yetişmiş olan cumhuriyet devletinin başındaki asker kökenli yönetici kadrolar da tıpkı öncülleri Jön Türkler gibi, merkezî devletin bürokratik-despotik otoritesinin bekasını her şeyin üstünde tutmaktaydılar. Bu merkezî devlet otoritesinin zayıflaması ya da sarsılması, devletin bölünüp parçalanmasıyla eş anlamlıydı onların gözünde. Koca bir imparatorluktan arda kalan ve Anadolu’ya sıkışmış olan son Türk devletinin de elden gidebileceği korkusunun yarattığı kaygı, “devletin güvenliği”ni her şeyin üstünde tutmayı, Kemalist bürokrasi için kutsal bir görev haline getirmişti. Bu güvenliği sarsıcı her şey (örneğin işçi ve emekçilerin sınıf temelinde örgütlenmeleri ve iktidar için mücadeleye girişmeleri; Kürt halkının ulusal demokratik taleplerini yükseltmesi ve özerklik talebiyle ayağa kalkması; özetle, siyasal demokrasinin genişlemesi ve bürokratik-merkezî otoritenin zayıflaması) Kemalist bürokrasinin gözünde “bölücülük ve yıkıcılık” anlamına geliyordu. Oysa emperyalist işgal güçlerine karşı mücadelenin sürdüğü bir dönemde Kemalist bürokrasi böyle bir tutum içinde değildi elbette. 1922 yılı başında Millet Meclisinde tartışılan “Özerk Kürdistan Planı”, 64’e karşı 373 oyla kabul edilmişti. “Kabul edilen yasa, yerel bir Kürt parlamentosu ile Kürt okulları kurulmasını öngörüyordu.”[4] O dönemde Milli Mücadelenin önderleri oldukça farklı bir dil konuşuyorlardı. Örneğin M. Kemal konuşmalarında, özerklikten ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadıkları livalarda kendi kendilerini yönetmesinden söz ediyordu. “Bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu gereğince, zaten bir tür yerel özerklikler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir” diyordu M. Kemal 16 Ocak 1923 İzmit konuşmasında. Keza, İsmet İnönü de katıldığı Lozan görüşmelerinde “Ben burada Türkleri ve Kürtleri temsil ediyorum” diyebiliyordu yüksek sesle![5] Fakat zafer kazanıldıktan sonra Kemalist bürokrasi bütün bu söylediklerini unutacak ve toplumun demokratik hak ve özgürlüklerini korumak ve geliştirmek için değil, şoven Türk milliyetçiliğine dayalı kendi merkeziyetçi, otoriter, bürokratik devlet anlayışını (tek parti diktasını) yerleştirmek için radikal düzenlemelere girişecekti. Bu dönemde kendi merkeziyetçi-otoriter devletinin “güvenliğini” her şeyin üstünde tutan Kemalist bürokratik oligarşi, kendi dışındaki her siyasi girişimi (komünistleri, Kürtleri, liberalleri vb.) neredeyse tehlikeli bir “dış düşman” gibi algılayarak yok etmeye çalışacaktı. Nitekim Kemalist rejimin 1925’den itibaren Kürtlere karşı giriştiği ırkçılığa varan saldırgan tutum da bunun çarpıcı örneğini oluşturuyordu. Bu dönem boyunca, ulusal demokratik hakları ve özerklik talepleri için ayağa kalkan Kürtlerin isyan ateşi sönmediği gibi, Kemalist rejimin onlara karşı yürüttüğü ırkçılığa varan saldırganlık ve kıyıcılık da hiç durulmadı. Lozan antlaşmasının imzalanmasından 1938’e kadar geçen 15 yıllık süre içinde, toplam 17 Kürt ayaklanması yaşandı. Bunlar içinde en önemlileri, 1925’te Şeyh Sait ayaklanması, 1930’da Ağrı ayaklanması, 1937-38’de Dersim ayaklanmasıdır. Tüm bu isyan hareketlerinde, her iki taraftan da binlerce insan ölmüş, fakat Kemalist rejim Kürtlerin ulusal taleplerini hiçbir şekilde dikkate almadığı gibi, onların ulusal kimliğini de ağır bir asimilasyon politikası uygulayarak yok etmeye çalışmıştır. Bunu başaramadığı durumda ise, bütün dünyanın gözü önünde Kürt ulusal kimliğini yok sayarak, böyle bir ulusun hiç olmadığını söyleyerek, yaşananları unutturmaya, Türk halkından gizlemeye çalışmıştır. Bu bakımdan, şu gerçeği bir kez daha ve vurguyla belirtmeliyiz: Kemalistlerin İttihatçıların tarihsel uzantısı olduklarına hiç kuşku yoktur. Nitekim etnik bir sorun karşısında, İttihatçıların yöntemlerini devreye sokmaktan ve onlar gibi davranmaktan hiç çekinmemişlerdir. İttihatçılar 1915’de Ermeni sorununu nasıl “çözmeye” çalışmışlarsa, Kemalistler de Kürt sorununu öyle “çözmeye” kalkışmışlar, ama bunu asla başaramamışlardır! Egemen bürokrasi içindeki faşizm hayranlığı ve devleti bu temelde yapılandırma eğilimi, Atatürk’ün 1938’de ölümünden sonra gerilememiş, aksine daha da hızlanmıştı. İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde Türkiye, “tek parti, tek millet, tek lider” sloganıyla sembolize edilen faşizan bir bürokratik yönetim biçiminin işleyişine tanık olacaktı. Bu faşizan bürokratik-burjuva yönetim biçimi, Nazilerin 1943’de Stalingrad’da yenilgisine kadar egemenliğini sürdürecekti. Bir “savaş ekonomisi”nin uygulandığı bu yıllarda, emekçi halk sınıfları yokluk ve yoksulluk içinde kıvranırken, Türk burjuvazisi savaş vurgunlarıyla daha da zenginleşip palazlanacaktı.

Savaş ekonomisi ve savaş zenginleri

Türkiye İkinci Dünya Savaşının dışında kalmıştı ama savaşın dolaylı etkileri ülke ekonomisini temellerinden sarsmaya yetmişti. Türkiye’nin savaşa katılmamasına rağmen, 500 bin kişilik bir orduyu silâh altında tutan hükümet, bir süre sonra bu ordunun beslenmesi, giydirilip kuşatılması sorunuyla yüz yüze gelecekti. Bu kadar büyük bir orduyu beslemek, Türkiye’nin zayıf ekonomik yapısının kaldırabileceği bir yük değildi elbette. Bu durumda Cumhurbaşkanı İnönü’nün liderliğindeki CHP iktidarı, “Milli Korunma Kanunu” diye bir kanun çıkardı ve son tahlilde bütün yükü emekçi halk sınıflarının sırtına binecek olan bir “savaş ekonomisi”ni uygulamaya başladı. Bu dönemde hükümet, öncelikle askeri harcamalarla baş edebilmek için, sağlam para politikasından vazgeçerek karşılıksız para basmaya, yani enflasyonist bir politika izlemeye başlayacaktı. Bu politikanın kaçınılmaz bir sonucu olarak, dolaşımdaki para miktarı sürekli artarken, tüketim maddelerinin fiyatları da anormal yükselişe geçti. Örneğin, hayat pahalılığı indeksi 1938’de 100 iken, 1945 yılına gelindiğinde bu rakam 404’e yükselmiş, yani hayat pahalılığı dört kat artmıştı. Öte yandan, bu dönemde ekonomik güçler özellikle askeri alana kaydırılmış olduğundan, tarımsal üretimde de muazzam düşüşler yaşanıyordu. Dolayısıyla, bu dönemdeki tüm ekonomik veriler, işçi ve emekçi kitlelerin yoksullaşmasının daha da arttığını ve en zorunlu besin maddelerinin bulunamaması nedeniyle ülkede kıtlık ve açlığın yaygınlaştığını göstermektedir. Sözümona halkçı ve devrimci olduğunu iddia eden, fakat aynı zamanda Nazizme duyduğu sempatiyi de gizlemeyen CHP hükümetinin pek çok bakanı ve yönetici bürokrat kadrosu, bu dönemde kendi halkının sorunlarıyla ilgilenmekten çok, hayranlık duydukları Nazi Almanya’sındaki uygulamalarla ilgileniyorlardı. Türkiye’deki iktidar sahiplerinin bu dönemde Nazizmden ne denli etkilendiklerini gösteren somut bir örnek, Nazi Almanya’sındaki baskıcı ve ırkçı uygulamalara benzer bir uygulamayı, bunların Türkiye’de tatbik etmeye kalkışmış olmalarıdır. Savaş koşulları nedeniyle 1940 yılında uygulamaya sokulan Milli Korunma Kanunu, 1936 yılında işçilere verilen bazı temel hakları ortadan kaldırmakla işe başlamıştı. Kadın ve çocukların çalışmasıyla ilgili İş Kanunundaki bazı hükümler bu dönemde askıya alındı. İşçilerin hafta tatili hakkı ellerinden alındı ve zorunlu bir sebep olmadıkça işlerinden ayrılmaları da yasaklandı. Maden ocakları civarında yaşayan köylülere, belirli bir süre maden ocaklarında çalışma mecburiyeti getirildi. 3 Nisan 1944’de çıkarılan bir kanunla işverenlere, işçileri işyerine bağlamak amacıyla zor kullanma hakkı tanındı. Bir mazeret göstermeksizin işinden ayrılan işçilerin bulunup zorla işyerine getirilmeleri ve bunun için yapılan masrafın da işçinin gündelik ücretinden kesilmesi kabul edildi. Tarım kesiminde de köylüler benzer muamelelere maruz kaldı. Milli Korunma Kanununun verdiği yetkilere dayanarak devletin tarım ürünleri fiyatını çok düşük tutması, orta ve küçük köylünün yıkımına neden oldu. Bunun yanı sıra, köylüden alınan yol vergisi ve toprak vergisi de savaş bunalımının yükünü adeta köylünün sırtına yüklemişti. Yol vergisini ödeyecek parası olmayan köylüler, yol yapımında zorla çalıştırılıyorlardı. Bunun yanı sıra, ürününün %10-12’sini Toprak Vergisinden ötürü aynî olarak devlete vermek zorunda olan köylü, bu aynî vergiyi ödeyemediği için, çoğu zaman varını yoğunu satmakta ve el kapısına ırgat gitmekteydi. İşte köylerde yıllar sonra da hatırlanacak olan “Tahsildar baskısı ve jandarma dayağı” bu dönemin bir hatırasıdır! Fakat öte yandan bu “savaş ekonomisi” uygulaması, büyük toprak sahiplerinin ve zengin çiftçilerin işine yaramıştır. Köylüler yoksullaştıkça tarlalarını satmakta ve bu topraklar da büyük çiftliklere katılmaktaydı. Bu süreç, tarımdaki servet birikimini elbette büyük toprak sahipleri ve tarım burjuvazisi lehine hızlandıracaktı. Savaş ekonomisinin uygulandığı bu yıllarda devletle iş yapan yerli sanayiciler ve özellikle tüccar kesim, rüşvet mekanizmasını ustalıkla kullanarak ve karaborsacılık, istifçilik, vurgunculuk yaparak büyük paralar kazandılar. Örneğin, “İzmir’de harpten önce ancak 9 büyük özel şirket varken, harp içinde bunların sayısı 41’e çıkmıştır. İstifçilik veya ihtikâr yapan tüccarın, bazı büyük devlet memurlarının yanında, askerî müteahhitler, devletle yabancı sermaye arasında aracılık yapan tüccar, gelişen bazı sanayi kollarındaki sanayiciler harbin yarattığı büyük zenginler arasındadır.”[6] Savaş yıllarında herkes bu “savaş zenginleri”nden bahsetmektedir. Bu savaş zenginlerini yaratan ise, pek “halkçı” ve de “pek devrimci” olduğu iddia edilen iktidardaki burjuva-bürokrat Kemalist kadrolardan başkası değildi kuşkusuz! Bürokrat-burjuva CHP hükümetinin, bu savaş yıllarında Nazizmden etkilenerek giriştiği diğer bir uygulama ise, ırkçılık kokan meşhur Varlık Vergisi Kanunu uygulamasıdır. Başlangıçta sözümona tüm tüccarlardan alınması planlanan bu vergi, daha sonra “milli” burjuvazinin direnciyle karşılaştığı için, yalnızca gayrimüslim azınlıklardan alınan bir vergiye dönüştürülecekti. Aslında daha en başında, yalnızca gayrimüslim azınlıklardan alınması hedeflenerek çıkarılmış bir kanundu bu. Bu uygulama da, CHP içindeki Nazi sempatizanı ya da hayranı bakan ve bürokratların bir marifetiydi tabii ki. Bu kanuna göre hazırlanan listelerde, serveti olmayan, hatta dar gelirli sayılabilecek olan gayrimüslim azınlıklara da çok yüksek miktarlarda vergiler çıkartılmıştır. Varını yoğunu satmasına rağmen bu vergileri ödeyemeyecek durumda olanlar ise, Erzurum Aşkale’deki taş ocaklarında çalışmaya mecbur edilmişlerdir. Fakat öte yandan, asıl zengin gayrimüslim tüccarlar ise, “milliyetçi” bürokrasiye yüklü miktarda rüşvet ödeyerek, çok az miktarda vergiyle kurtulmuşlardır. Bu varlık vergisi uygulamasıyla, çok büyük servetler el değiştirmiş, özellikle gayrimüslimlerin elindeki gayrimenkul varlıkların (evler, dükkânlar, arsalar vb.) pek çoğu, Türk zenginlerinin eline geçmiştir. Yani bir anlamda, bir “sermayenin Türkleştirilmesi” süreci yaşanmıştır. Bu döneme ilişkin özetle söyleyecek olursak, tek parti diktatörlüğü altında uygulanan devletçilik ve savaş ekonomisi, işçi ve emekçi sınıfları daha da yoksullaştırıp perişan ederken, bundan kazançlı çıkan son tahlilde özel kapitalist girişimciler (burjuvazi) ve büyük toprak sahipleri oldu. Yıllarca Kemalist bürokrasinin himayesi altında ve onun uyguladığı ekonomi politikası sayesinde gelişip palazlanan “milli” burjuvazi, 1945’lere gelindiğinde artık siyasal iktidarı Kemalist bürokrasiden devralmaya hazırlanıyordu.


[1]   Ahmet Hamdi Başar, Barış Dünyası dergisi, sayı 63. Aktaran: Doğan Avcıoğlu, Türkiye’nin Düzeni, c.1, Cem Yay., 1973, s.446
[2]   Aktaran: Hans- Lukas Kieser, Iskalanmış Barış, Doğu Vilayetlerinde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet 1838-1938, İletişim Yay., 2005, s.578
[3]   Aktaran: Özgür Doğan, Kemalizmin Altı Oku ve Gerçekler, Marksist Tutum, sayı 31
[4]   Hans-Lukas Kieser, age, s.573
[5]   Aktaran: Seyfi Öngider, Kuruluş ve Kurucu, Aykırı Tarih Yay., s.173
[6]   Yıldız Sertel, Türkiye’de İlerici Akımlar, Ant Yay., s.56

30 Nisan 2008
Kemalizm
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /V

5.bölüm

27-mayista-ne-oldu-27-mayis-1960-darbesi-nedenleri-darbenin-59ncu-yilijpgg.jpg

İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya ve Türkiye

İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünyanın siyasal haritasında çok önemli değişmeler olmuştu. Savaş sonrası dönemi karakterize eden ya da bu döneme damgasını vuran en önemli gelişme, dünyanın iki bloklu (kapitalist ve “sosyalist”) bir dünyaya dönüşmesi ve yıllarca sürecek olan bloklar arası bir soğuk savaş döneminin başlamış olmasıydı. ABD emperyalizmi ve Avrupalı müttefiklerinin tezgâhladıkları bu soğuk savaşın temel eksenini, Sovyetler Birliği’ne karşı düşmanlığın körüklenmesi ve koyu bir anti-komünizm propagandasının dünya çapında örgütlenmesi oluşturuyordu. Başını ABD’nin çektiği emperyalist blokun dünya ölçeğinde yaymaya çalıştığı bu anti-komünist propagandaya göre Sovyetler Birliği ve yeni kurulan komünist rejimler “hür dünyanın ve demokrasinin düşmanı”, buna karşılık ABD emperyalizmi ise “hür dünyanın ve demokrasinin savunucusu” idi! O nedenle, hür dünyanın ülkeleri, ABD ve müttefiklerinin yanında saf tutmalı ve insanlığı bir felâkete sürüklemek isteyen komünizme karşı topyekûn mücadeleye hazırlanmalıydılar! ABD emperyalizmi ve müttefiklerinin, savaşın bitiminden hemen sonra soğuk savaşı başlatmalarının, dışa vuramadıkları daha temel bir nedeni vardı kuşkusuz. ABD’li ve Avrupalı kapitalistler, aslında savaş sonrası Avrupa’sında gelişebilecek bir işçi devriminden korkmaktaydılar ve esasen bu “tehlikeyi” önleyebilmek için başlatmışlardı soğuk savaşı! Milyonlarca insanın mahvına neden olan Nazizm ve Faşizm gibi insanlık düşmanı ırkçı-totaliter akımları kendi bünyesinde yaratmış olmanın suçluluğunu taşıyan burjuva Avrupa, bir yandan bu suçlu geçmişinin izlerini silmeye çalışırken, diğer yandan da savaş sonrasında emekçi kitleler arasında prestiji giderek artan komünizm düşüncesinin yayılmasının önüne geçmeye çalışıyordu. Savaş nedeniyle ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamı altüst olmuş bir Avrupa’da komünist fikirlerin yayılması, işsiz ve yoksul düşmüş milyonlarca emekçiyi harekete geçirebilir ve bir toplumsal devrimi tetikleyebilirdi pekâlâ! İşte emperyalizmi asıl korkutan da bu gerçeklikti. Nitekim ABD ve Batı Avrupalı müttefiklerinin savaştan hemen sonra kurdukları Kuzey Atlantik Paktı Örgütü de (NATO) salt bu amaçla, yani “komünizm tehlikesi”nin Batı’da ve dünyanın başka bölgelerinde yayılmasını önlemek amacıyla kurulmuş anti-komünist bir organizasyondu. Soğuk savaş stratejisinin bir gereği olarak kurulan bu örgüt, dünyanın her tarafında doğabilecek işçi devrimlerine ve gelişebilecek “komünizm tehlikesine” karşı ekonomik, siyasi ve askeri bir savaş yürütmek üzere legal ve illegal düzeyde teşkilâtlanıyordu. 1950’li yılların başında ABD, “komünizmin yayılmasını önlemek” için çeşitli Avrupa ülkelerinde NATO bünyesinde paramiliter örgütler kurdu. “Gladio” adını taşıyan bu illegal örgütlerin kadroları, savaş sonrasında işsiz kalan faşistlerden, mafyaya bulaşmış güvenlikçilerden vb. oluşturulmuştu.
ABD’nin CIA marifetiyle örgütlediği bu Nazi artıkları, faili meçhul cinayetler işleyerek, bombalı sabotajlar düzenleyerek halkın komünizme düşman olmasını ve burjuva rejimin yanında yer almasını sağlayacaklardı. Bu Gladio faaliyeti, Avrupa’da komünist hareketin en güçlü olduğu İtalya’da başlatılmış ve daha sonra NATO üyesi olan tüm ülkelere yayılmıştı. Aynı illegal örgütlenme CIA tarafından Türkiye’ye de taşındı kuşkusuz. Bugün artık medyanın diline düşmüş bu soğuk savaş örgütü, Türkiye’deki adıyla “Kontrgerilla”, “Özel Harp”, ya da son olarak “Ergenekon” olarak ortaya çıkan örgütlenmelerdir. Bu anti-komünist gizli örgütleri kuran NATO, o yıllardaki gizli ve açık eylemleriyle, gerçekten de emperyalist saldırganlığın ve savaş kışkırtıcılığının bir simgesi haline gelmişti. Fakat öte yandan bu emperyalist pakt, her türlü saldırganlığa başvurmasına, sıcak ve soğuk savaş yöntemlerini kullanmasına karşın, gene de emperyalizmin dünya üzerinde tekelci bir hâkimiyet kurmasını sağlayamamıştı. İkinci Dünya Savaşının bitiminde, Doğu Avrupa’nın tamamı ve Balkan ülkelerinin büyük bir bölümü kapitalist sistemden kopmuşlardı. Bu kopuş sürecine 1948’de Kuzey Kore, 1949’da da Çin katılacaktı. Kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan bu ülkelerin, ABD ve Avrupa emperyalizmine karşı SSCB’yle birlikte bir “sosyalist blok” oluşturmaları, savaş sonrası dünyada güçler dengesini tamamen değiştirmişti. İkinci Dünya Savaşından önceki güçler dağılımı ve dengeler mevcut değildi artık. Birbirine karşıt iki bloktan oluşan bir dünya vardı şimdi. Bir tarafta başını SSCB’nin çektiği ve kendilerini “sosyalist” olarak tanımlayan ülkelerden oluşan bir blok, diğer tarafta ise başını ABD’nin çektiği emperyalist-kapitalist ülkelerin oluşturduğu bir diğer blok. Bir de tabii, bu iki blok arasında kalan ve hangi yöne doğru hareket edeceği daha tam belli olmayan, “bloksuzlar” diye adlandırılan ülkeler vardı. Öte yandan, savaş sonrasında oluşan bu yeni güçler dengesi, 1950’li ve 60’lı yıllarda sömürge ve yarı sömürge ülkelerde ulusal kurtuluş savaşlarının gelişmesine ve siyasal bağımsızlığını elde eden yeni ulus-devletlerin kurulmasına da önemli bir imkân sağlamıştı. Bağımsızlığını kazanan yeni ulus devletlerden bazıları, kapitalist bir “kalkınma” yolunu tutarak yeniden emperyalist-kapitalist ilişkiler ağı içinde yerlerini alırlarken, bağımsızlığını kazanan ülkelerden bazıları da SSCB ve diğer “sosyalist” devletlerle ilişkilerini geliştirdiler. Bunlar, “kapitalist olmayan yol” diye tanımlanan, ama gerçekte bir “devlet kapitalizmi” uygulaması olan “kalkınma” yolunu tuttular. “Bloksuzlar” ya da “üçüncü dünya” diye adlandırılan bu ülkeler üzerinde 1950’lerden itibaren Sovyetler Birliği’nin etkisini giderek artırması, kapitalist dünyanın hegemon gücü olan ABD emperyalizmini daha da saldırganlaştıracaktı. Dolayısıyla 1950’li yıllar, iki blok arasında soğuk savaşın ve buna bağlı olarak çılgın bir silahlanma (konvansiyonel ve nükleer) yarışının başladığı yıllar oldu. ABD emperyalizmi bu yıllarda her türlü kirli yönteme ve saldırganlığa başvurarak, Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve toplumcu-demokratik gelişmelerin önünü kesmeye çalıştı. Örneğin, azgelişmiş ülkelerde CIA eliyle askeri-faşist darbeler düzenlemek ve bu ülkelerdeki gerici oligarşik diktatörlükleri başa getirmek, ABD emperyalizminin bu dönemde en sık başvurduğu yöntemlerdi. Kendini dünyaya “demokrasinin ve özgürlüklerin savunucusu” olarak lanse eden ABD emperyalizminin çirkin yüzünün bu saldırılarla iyice açığa çıkması, bu yıllarda pek çok Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkesinde ABD karşıtlığının yükselmesine ve anti-emperyalist eğilimlerin gelişmesine yol açtı. Nitekim bilindiği üzere 60’lı yıllar, bu anti-Amerikancı ve anti-emperyalist eğilimlerin daha da geliştiği ve Avrupa’yı da etkisi altına aldığı yıllar oldu.

Türkiye’de siyasal iktidarın liberal burjuvaziye geçişi

Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye’de yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmelere bakarsak, aslında bu gelişmelerin de savaş sonrasında oluşan “uluslararası yeni güçler dengesinin” yarattığı siyasal konjonktürün doğrudan etkisi altında biçimlendiğini görürüz. Türkiye’de 1923’ten 1946’ya kadar süren yaklaşık çeyrek yüzyıllık tek partili burjuva diktatörlüğü döneminde, ekonominin ve siyasetin iplerini elinde tutan güç, bürokratik aristokrasi olmuştu. Bürokratik aristokrasinin burjuva iktidar bloku üzerindeki siyasal hegemonyası İkinci Dünya Savaşının nihayetine kadar kesintisiz olarak devam etmişti. TC’nin kuruluşundan itibaren burjuva devletin bürokratik cihazını elinde tutan Kemalist bürokrasi, kafaca burjuvalaşmış ve kapitalist Batı’nın burjuva değerlerini benimsemiş olmasına karşın, Osmanlı’dan devraldığı tarihsel mirastan, yani geleneksel “devletlû sınıf” anlayışından da tam kopabilmiş değildi. O nedenle, TC’nin kuruluşundan itibaren, mülk sahibi burjuvazi ile bu bürokrat kesim arasındaki ilişkiler hep çelişkili bir ilişki olmuştu. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren devletten sürekli destek görmesine karşın, emekleme dönemini aşıp da yeterli bir sermaye birikimine bir türlü ulaşamayan yerli burjuvazi, bu süre zarfında Kemalist bürokrasiye hep bağımlı kaldı ve onun hamiliğine hep ihtiyaç duydu. Ne var ki, İkinci Dünya Savaşı yıllarında CHP hükümetinin uyguladığı “savaş ekonomisi” sayesinde bu burjuvazi oldukça palazlandı ve kendine güveni arttı. Savaştan sonra yerli burjuvazi, ekonominin ve siyasetin iplerini ulusal düzeyde kendi eline almak için çoktan planlar yapmaya başladı bile. Bir dönem devletin koruyucu kanatları altında gelişimini sürdüren ve yönetici bürokrasinin hegemonyasına katlanmak zorunda kalan yerli burjuvazi, şimdi bürokrasinin vesayetinden kurtulmak ve merkezi iktidarda daha hâkim bir konum elde etmek istiyordu doğal olarak! Türkiye’de yatırımlar ve sermaye birikimi süreci, baştan beri kapitalist devlet işletmelerinin hâkimiyetinde gelişmiş olsa da, bu sürecin sonunda ekonomik olarak güçlenen ve zenginleşen son tahlilde gene özel kapitalist girişimciler, yani mülk sahibi burjuvalar oldu. Savaş sonrasında yerli burjuvazinin Kemalist bürokrasiye karşı tutumunda önemli bir değişikliğe yol açan da işte bu durumdu. Ekonomik gücü ve gelişkinlik düzeyi cumhuriyetin ilk yıllarıyla kıyaslanamayacak ölçüde artmış bulunan yerli burjuvazi, artık siyasal iktidarı da doğrudan kendi eline almak istiyordu. Beyin takımı İş Bankası Çevresindeki büyük kent burjuvazisinden oluşan bu liberal burjuva kesimin asıl arzusu, yabancı sermayenin de desteğini alarak ekonomide liberal bir atılımı gerçekleştirmekti. Türkiye’yi yabancı sermaye yatırımlarına açacak liberal bir ekonomik sistemi örgütlemek isteyen bu burjuva kesimle, kendi yönetimi altında devlet ağırlıklı bir kapitalist kalkınma ekonomisinin devamından yana olan Kemalist bürokrasi arasında içten içe yürüyen siyasal çatışma, İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle birlikte iyice açığa çıkacaktı. Türkiye’de liberal burjuvaziyi bürokrasi karşısında daha aktif bir siyasal mücadele yürütmeye teşvik eden, ikinci emperyalist paylaşım savaşından sonra oluşan yeni uluslararası ekonomik ve siyasal konjonktürdü kuşkusuz. Avrupa’da savaşın sona ermesi ve liberal demokrasinin yükselişte olduğu yeni bir dönemin açılması, Türkiye’de de liberal burjuvaziyi siyasal iktidarı alma konusunda cesaretlendirdi. İkinci Dünya Savaşının bitiminden hemen sonra, değişen dünya koşullarını değerlendiren CHP içindeki liberal burjuvazinin temsilcileri, tek parti diktatörlüğüne karşı çıkmaya başladılar. Bunlar esasen bürokrasinin vesayetinden kurtulmak ve kendi ekonomik ve siyasal projelerini hayata geçirmek istiyorlardı. Fakat bunu kendi başlarına ve kendi güçleriyle yapamayacaklarının da bilincindeydiler. Bu konuda kendilerine destek olacak ve “hamilik” yapacak dış kapitalist güçlere (emperyalist odaklara) ihtiyaç duyuyorlardı. Nitekim liberal burjuvazinin bu konuda da şansı yaver gidecekti. İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan uluslararası konjonktür, Türkiye’de liberal burjuvaziye hem beklediği “hamiyi”, hem de ekonomik ve siyasal desteği sunacaktı. İkinci Dünya Savaşında Hitler Almanya’sının, Mussolini İtalya’sının ve Japon militarizminin yenilgiye uğratılması, ırkçılığın ve faşizmin insanlığa karşı işlenmiş suçlar olarak lanetlenmesi ve Batı’da özgürlük ve demokrasi rüzgârlarının esmeye başlaması, Batı’yla ilişkilerini geliştirmek zorunda olan Türkiye’de de otoriter-devletçi kanadın (Kemalist bürokrasinin) süngüsünü düşürdü. Savaş sonrasında uluslararası konjonktürün değiştiğini ve oluşan yeni güç dengeleri ortamında artık içe kapanık bir ulusal ekonominin değil, emperyalist Batı ile bütünleşmeyi esas alan, dışa açık bir ekonominin kendi gelecekleri açısından daha “yararlı” olacağını düşünen büyük kent burjuvazisi ile Anadolu eşrafının büyük çoğunluğu artık iktidardaki statükocu Kemalist bürokrasiyi değil, değişim isteyen liberal burjuva muhalefet hareketini desteklemeye başladı. CHP içinde burjuva muhalefetin başını çeken Bayar, Menderes, Koraltan, Köprülü gibi tanınmış isimler, 1946 yılında CHP’den ayrılarak Demokrat Parti adında yeni bir parti kurdular. Savaş sonrasında Avrupa’da esen demokrasi ve liberalizm rüzgârları nedeniyle, Türkiye’de de tek parti diktatörlüğü geri adım atmak zorunda kaldı ve liberal bir burjuva partisinin (DP’nin) kuruluşunu engellemeye cesaret edemedi. DP 1946’da yapılan ilk çok partili genel milletvekili seçimlerinde iktidara gelecek oyu alamasa da, önemli sayıda milletvekilini parlamentoya sokmayı başardı. Artık burjuva siyasal düzende eski yasakçı tutumun devam etmeyeceği, en azından burjuva partiler düzeyinde yasaklamaların olmayacağı bir dönem başlamış gibi görünüyordu. Hatta burjuva demokrasisinin sınırlarının bir parça genişlediği bu dönemde (1946-47), iki ayrı legal sosyalist partinin (Türkiye Sosyalist Partisi ve Türkiye Sosyalist Emekçi ve Köylü Partisi) kuruluşuna bile izin verildi. Böylece, Osmanlı’dan buyana Türkiye’deki siyasal değişim süreçlerinin, iç dinamiklerin zorlamasından çok, dış dinamiklerin zorlamasıyla gerçekleştiği bir kez daha kanıtlanmış oluyordu. Bu dönem ayrıca, tek parti diktatörlüğü dönemi boyunca süregelen sendikal yasakların da gevşetildiği bir dönem oldu. Sendikalar bu dönemde Türkiye’nin her tarafında hızla örgütlenmeye başladılar. Türkiye’de meydana gelen bu siyasal zihniyet değişikliği, emperyalist Batı’nın savaş sonrası stratejileriyle de ters düşmediği için, Batı tarafından da olumlu karşılanacaktı. Nitekim 1946 yılında Türkiye’de çok partili parlamenter sisteme geçildiği ilan edilince ve çok partili ilk genel seçim gerçekleştirilince, ABD esasen Avrupa’nın onarılması için hazırladığı Marshall yardım planından Türkiye’yi de yararlandırdı. Resmi adı Avrupa Kalkınma Programı olan Marshall Planı, ABD dışişleri bakanı George Marshall tarafından ortaya atılan ve İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük yıkıma uğramış kapitalist Avrupa’yı yeniden kalkındırmayı öngören bir programdı. Savaş sonrasında yaşanan işsizlik, yoksulluk ve kargaşa ortamının, Batı Avrupa ülkelerinde geniş emekçi kitleleri komünist partilere yöneltmesinden ve bir işçi devriminden çekinen ABD yönetimi, bu ülkelerin ekonomik durumlarını bir an önce düzeltmelerini istiyordu. Fakat Türkiye’de yaratılan bu “demokrasi” iklimine rağmen, iktidardaki Kemalist bürokrasi işçi sınıfının ve sosyalistlerin örgütlenmesine fazla tahammül gösteremedi. İki legal sosyalist parti, kuruluşlarından altı ay sonra CHP hükümeti tarafından kapatıldılar ve ardından, sosyalistlerin öncülüğünde kurulan işçi sendikaları da kısa bir süre sonra aynı akıbete uğradılar. Fakat öte yandan, CHP’nin demokrasi konusunda takındığı bu ikiyüzlü tutumunun kendisine de bir yararı olmayacaktı kuşkusuz! Yıllardan beri halk kitlelerinin gözünde, halka yabancılaşmış baskıcı-otoriter bir devlet bürokrasisinin örgütü haline gelmiş bulunan CHP, çoktan halkın nefretini kazanmış bulunuyordu zaten. Bu nedenle de 1950’de yapılan genel milletvekili seçimlerinde ağır bir yenilgi almaktan kurtulamadı. Seçim beyannamesinde ve yürüttüğü propaganda çalışmalarında, CHP’nin baskıcı-bürokratik yönetimini ve uyguladığı ayrımcı politikaları ağır bir dille eleştiren ve devlet karşısında bireylerin hak ve özgürlüklerini korumayı, köylerde jandarma zulmüne son vermeyi vaat eden burjuvazinin yeni partisi DP, CHP karşısında ezici bir seçim zaferi kazanarak iktidara geldi. Otoriter-bürokratik tek parti diktatörlüğünden bıkmış olan ve ne pahasına olursa olsun değişim isteyen emekçi halkın (özellikle köylü kitleler) ezici bir çoğunluğu ve bu arada sosyalistler de 1950 genel milletvekili seçimlerinde DP’yi destekledi. Gerçekten de emekçi halk kitleleri, CHP’nin 1940’lı yıllarda uyguladığı savaş ekonomisinden en büyük zararı gören kesimdi. CHP’nin savaş yıllarında uyguladığı ekonomik politika nedeniyle işçi ve emekçi sınıflar alabildiğine yoksullaşırken, mülk sahibi sınıflar (burjuvazi ve eşraf) tam tersine bu yıllarda daha da zenginleşmişlerdi. Fakat burjuvazi zenginleştiği bu savaş yıllarında kendisini hep geri planda tutmasını bildiği için, sonuçta halkın gözünde suçlu olan, hep ön planda duran bürokrasi olacaktı. Halkın gözünde, işsizliği de, pahalılığı da, yoksulluğu da yaratan bu ön plandaki bürokrasi idi. Dolayısıyla, savaştan sonra burjuvazi bu durumu da kendi lehine kullanmasını bildi ve bu kez de bürokratik devletin baskılarına karşı yoksul emekçi halk sınıflarının “kurtarıcısı” olarak çıktı siyaset sahnesine. Tıpkı bugün AKP’nin yaptığı gibi! Burjuva siyasal rejimde meydana gelen bu “zihniyet” ve “siyaset” değişikliği, emperyalist Batı’nın izlediği savaş sonrası stratejiyle de uyum içinde olduğu için, Batı tarafından da hararetle desteklendi. ABD ve müttefikleri, savaşın bitiminden hemen sonra gündeme getirdikleri ve uygulamaya başladıkları “soğuk savaş” stratejisinde, jeopolitik konumu nedeniyle Türkiye’ye de çok önemli bir rol biçtiler. Bunun karşılığında DP iktidarı da kendisini ekonomik ve siyasal bakımdan destekleyecek ve koruyacak yeni bir hamiye (ABD) kavuşmuş oluyordu!

Emperyalizmin dümen suyuna giren Türkiye’de burjuva demokrasisi

1950 seçimlerini kazanarak tek başına iktidar olan DP’nin ilk önemli siyasal icraatı, 1952 yılında NATO’ya girmek ve ABD’nin Sovyetler Birliği’ne karşı başlattığı soğuk savaş saldırısına aktif destek vermek oldu. Daha baştan ABD emperyalizminin soğuk savaş stratejisine angaje olan DP, bu nedenledir ki “demokrasi ve özgürlükler” konusunda iktidara gelmeden önce verdiği sözlerin hepsini unuttu ve iktidarda kaldığı on yıl boyunca da Batı’daki gibi bir burjuva demokrasisi uygulamaya hiçbir şekilde yanaşmadı. Çünkü DP iktidarı emperyalizmin dümen suyuna girdiği andan itibaren, ABD’nin soğuk savaş stratejisine uygun davranacağını ve bunun dışına çıkmayacağını taahhüt etmiş bulunuyordu. Dolayısıyla, DP iktidarının uygulayacağı burjuva demokrasisi de, sınırlarını ABD emperyalizminin çizdiği “demokrasi”den bir adım öteye geçemezdi. Tek parti diktatörlüğünün anti-demokratik, baskıcı, otoriter uygulamalarını eleştirerek ve de liberal söylemleri yükselterek iktidara gelen DP, kendi iktidarı döneminde, söylediklerinin tam tersini yapmak zorunda kaldı. Çünkü bu “liberal” burjuva iktidarı, ABD’den ve Batılı emperyalistlerden aldığı mali ve askeri yardımların karşılığını, demokrasi uygulayarak değil, soğuk savaşın gereklerini yerine getirerek ödeyebileceğinin bilincinde olan bir iktidardı! O nedenledir ki DP iktidarı, ana eksenini azgın bir anti-komünizmin ve anti-Sovyetizmin oluşturduğu soğuk savaş politikalarını uygulamaktan öte bir şey yapmadı kendi iktidarında. Öte yandan, DP iktidarının Türkiye’de Batı tipi bir burjuva demokrasisini işletip işletmediği konusu, Batılı müttefiklerinin (ABD’nin ve Avrupa’nın) de pek umurunda olmadı zaten. Onlar için önemli olan, Türkiye’deki ortaklarının yani burjuva iktidarların anti-komünist ve de anti-Sovyet olma görevlerini layıkıyla yerine getirip getirmedikleriydi. Nitekim DP iktidarı, ABD emperyalizminin bu arzusunu hiç boşa çıkarmadı. Demokrasinin ve özgürlüklerin savunucusu olduğu iddiasıyla iktidara gelen DP, daha iktidarının birinci yılında soğuk savaş stratejisinin gereklerini yerine getirerek komünistlere karşı saldırıya geçecek (1951-52 TKP tevkifatı) ve bu konuda ABD’nin ne denli sadık bir “anti-komünist müttefiki” olduğunu kanıtlamış olacaktı! Böylece TKP de tarihindeki en geniş tevkifatı, “özgürlük ve demokrasi şampiyonu” liberal DP iktidarı döneminde yaşamış olacaktı. DP iktidarının bu yıllarda düzenlediği ve aydınları da kapsayan “komünist avı”, Türkiye’de burjuvazinin hiçbir kesiminin (en liberalinin bile) demokrat olmaya nefesinin yetmediğini ve yetmeyeceğini göstermesi bakımından da ayrıca önemli bir olay oldu kuşkusuz. “Liberal” ve de “özgürlükçü” bir parti olduğu iddiasıyla iktidara gelen DP, iktidara gelişinin daha ilk yılında komünistlere karşı uyguladığı bu saldırgan politikayla, ilerde işçi ve emekçi sınıfların ekonomik-demokratik talepleri karşısında nasıl bir tutum takınacağını ve ne tür bir politika izleyeceğini de açıkça ortaya koydu. İşçi sınıfının hakları sözkonusu olduğunda, bu “liberal” burjuva iktidarın da kendisinden önceki statükocu devletçi burjuva-bürokrat iktidardan (CHP iktidarı) pek farklı bir uygulama içinde olmayacağı apaçık ortaya çıktı. DP’nin işçi ve emekçilere yönelik uygulaması, onların ekonomik, demokratik hak ve özgürlüklerini son sınırına kadar kısıtlamayı hedefleyen bir uygulama olacaktı. 27 yıllık CHP iktidarından sonra, DP iktidarı döneminde de işçi sınıfı, grevli toplu sözleşmeli gerçek sendikal haklarından mahrum kalacaktı tabii ki. Devletçi Kemalist bürokrasinin tek parti diktatörlüğü döneminde olduğu gibi, serbest piyasacı DP’nin “liberal” iktidarı döneminde de, başta komünist düşünce olmak üzere her türlü sol, sosyalist ve demokratik düşünce üzerinde koyu bir yasakçılık ve sıkı bir sansür uygulaması devam etti.

Emperyalizmin dümen suyuna giren Türkiye’de kapitalist gelişme!

ABD’nin başlattığı soğuk savaş stratejisine dahil olmasıyla birlikte, Türkiye’nin üstleneceği rol de belirlenmiş oluyordu. Türkiye kendi bölgesinde Batı emperyalizminin ileri karakolu olacaktı. Bunun karşılığında Türkiye’ye yapılacak olan “yardımı” da ABD üstleniyordu. Türkiye için çizilen program belliydi: Muhtemel bir savaş durumunda ön sıralarda yer almaya itilen Türk ordusunun donatılması işini, ABD üstleniyordu. ABD İkinci Dünya Savaşından elinde kalan silahları bu işte kullanacaktı. Buna karşılık Türkiye de, savaşta yıkıma uğrayan sanayisini yeni baştan kurma uğraşı içinde olan Avrupa’ya hammadde ve gıda sağlamak üzere, üretim faaliyetlerini tarım ve madencilik sektöründe yoğunlaştırmayı taahhüt ediyordu. Özetle, Türkiye bir yandan kuzeydeki komşusu ve “ezeli düşmanı” SSCB’ye karşı Batı’nın fedailiğini yapacak, diğer yandan da Batı’nın tahıl ambarı ve hammadde deposu olacaktı. Böylece yeniden Osmanlı İmparatorluğu’nun 19. yüzyıldaki konumuna dönmüş oluyordu Türkiye. O dönemde emperyalist devletlerin görevlendirdiği ekonomi uzmanlarına göre, Türkiye’de bir sanayinin özellikle de ağır sanayinin kurulması sözkonusu değildir. Çünkü bunun mali kaynaklarının sağlanması çok zor bir iştir! Dolayısıyla, sanayileşme yerine öncelikle tarıma dayalı bir “ekonomik kalkınma” yolu benimsenmelidir! Türkiye’yi sanayileşmekten caydırmaya yönelik olan bu kaba telkinlerin, Türkiye’de bir rahatsızlık yaratabileceği de düşünüldüğü için, o dönemin Dünya Bankası yöneticileri bu öneriyi biraz yumuşatarak şöyle demekteydiler: “Türkiye’ye sanayileşme amacından vazgeçmesi gerektiği gibi bir telkinde bulunulmuyor. Ona telkin edilen şey, bu amaca en çabuk yoldan varmanın, tarım alanındaki kalkınmaya ağırlık tanımakla mümkün olacağı gerçeğidir.”[1] 1950 seçimlerinde tek başına iktidar olan DP, emperyalist kuruluşların telkinlerine uyarak tarım yoluyla gelişmeyi ekonomik programının temeli yaptı. DP iktidarının 1950-54 yılları arasında geçen ilk dönemi, CHP iktidarı altında uygulanan devlet kapitalizminin tersine, ekonomide mutlak bir liberalizm dönemi oldu. DP iktidarının ilk yıllarında (1950-54) tarımda hızlı bir kapitalistleşme yaşandı. Özellikle Trakya, Ege, İç Anadolu’da toprakların kapitalist tarıma açılması tahıl üretimini hızla arttırmış ve tahıl ihracından Türkiye ekonomisine epey miktarda bir döviz girdisi sağlanır olmuştu. Tarımdaki bu kapitalist gelişme, en başta kapitalist tarıma yönelen büyük toprak sahibi tarım burjuvazisine ve büyük ticaret burjuvazisine (ithalatçı-ihracatçı burjuvalara) yaramıştı. Bayar-Menderes hükümetinin ilk dönemlerinde palazlanan burjuva kesimler bunlar olmuştu. Gene bu dönemde, NATO ve Marshall Planı çerçevesinde gelen dış yardımlar ve krediler de kapitalist gelişmeye ivme kazandıran unsurlar oldular. Fakat dış yardımlara ve dış borçlanmaya bağımlı hale gelen ve tek ayak üzerinde duran (esas olarak tarım sektörüne dayanan) bu kapitalist kalkınma hamlesi, çok kısa bir süre sonra hüsranla sonuçlanacaktı. Sanayi alt yapısı kurulmamış her azgelişmiş ülkenin düştüğü duruma, Türkiye de düşecekti kaçınılmaz olarak. DP iktidarının ilk döneminde (1950-54) gerçekleşen tarımdaki kapitalist gelişme hamlesinin hemen arkasından, Türkiye ekonomisi sonu derin bir krizle noktalanacak olan bir bocalama ve kararsızlık dönemine (1954-58) girdi. Bu dönemde tarım ürünleri ihracatının gerilemesi ve aynı zamanda ihraç fiyatlarının düşmesi, ihracatı bütünüyle tarıma dayalı olan Türkiye kapitalizmini güç duruma soktu. Tahıl ihracından elde ettiği gelirlerdeki (döviz) bu ani düşüş, Türkiye’yi bir döviz dar boğazına sürükledi ve dış borçlarını ödeyemez duruma getirdi. Öte yandan, ihracat gelirlerindeki azalma, ister istemez, hem sanayi hem de tarım için gerekli olan girdilerin ithalatını da kısıtlamak zorunda bırakıyordu hükümeti. Bu da bir süre sonra, tarım üretiminin düşmesine ve ülkenin kendi üretimiyle insanlarını besleyemez hale gelmesine yol açacaktı. Yani bir bakıma CHP iktidarının “savaş ekonomisi” uyguladığı 1940’lı yıllarında çekilen kıtlık, yokluk ve yoksulluk, yeniden geri gelmiş gibiydi. Kuşkusuz ki bu olumsuz gelişmeler, kentlerde yaşayan işçi ve emekçi sınıfların yanı sıra, küçük devlet memurlarının, alt rütbeli subayların ve kimi orta katmanların yaşamını da olumsuz yönde etkilemeye başlamıştı. Giderek ağırlaşan ekonomik koşullar, nihayet hükümetin OECD ülkelerine olan ticari borçlarını ödeyemez duruma geldiği 1958 yılında bir bunalıma dönüştü. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi, o günlerde de uluslararası emperyalist kuruluşlar, bir “ekonomik istikrar” programını uygulamaya sokmadığı takdirde, Türkiye’ye yardımı ve borç para vermeyi keseceklerini söylediler ve acilen uygulanması koşuluyla Menderes hükümetine bir “ekonomik istikrar programı” sundular. Bu “istikrar” programı, uzun dönemde şu ekonomik dönüşümlerin yapılmasını istiyordu hükümetten: Kredilerin denetim altına alınması ve kaynakların egemen sınıf içindeki dağılımının yeniden düzenlenmesi, bir tarım reformu yapılarak pre-kapitalist toprak ağalarının elinde atıl vaziyette duran büyük toprak birimlerinin büyük ölçekli kapitalist tarıma açılmasının sağlanması, hükümetin pre-kapitalist ilişkileri ısrarla sürdüren kırsal kesimdeki büyük toprak sahiplerini değil kentlerdeki büyük sanayi ve ticaret burjuvazisini desteklemesi, ekonominin uzun vadeli ihtiyaçlarını ve ödemeler dengesinin sunduğu imkânları hesaba katan bir yatırım programının (beş yıllık kalkınma planlarının) hazırlanması. Batılı emperyalist kuruluşlar ayrıca hükümetin bu “istikrar” programını uygulamaya geçmeden önce, yüksek oranda bir devalüasyon yaparak Türk parasının değerini düşürmesini de şart koştular. Menderes hükümeti bu son öneriye karşı başlarda bir süre direnecek, fakat 1958 Ağustosunda aldığı bir kararla, sonunda emperyalist kuruluşların bu isteğini de yerine getirmek zorunda kalacaktı. Alınan bu kararla, Türk lirasının değeri dolar karşısında bir seferde %260 değer kaybetmiş oluyordu. Derinleşen ekonomik kriz ve toplumsal yaşamda her geçen gün daha da artan sıkıntılar (tüketim maddelerinin kıtlığı, artan enflasyon ve fiyatların yükselmesi) bir süre sonra toplumda siyasal bir krize de yol açacaktı. Bu ekonomik ve siyasal kriz ortamında bocalayan ve kentlerde giderek seçmen desteğini yitirdiğinin de farkında olan DP iktidarı, bir süre sonra hırçınlaşmaya ve her türlü muhalefete (partilere, basına, aydınlara, üniversite gençliğine vb.) karşı baskıları arttırmaya ve genelde anti-demokratik uygulamaları yaygınlaştırmaya başladı. Bu durum, 1950’de DP’ye kaptırdığı iktidarını geri almak için zaten ne zamandır hazırlık yapmakta olan bürokratik aristokrasiyi de harekete geçirdi. Esasen CHP içinde mevzilenmiş olan bürokratik aristokrasi, mülk sahibi egemen sınıflar arasındaki çelişkiyi de kullanarak iktidarda kendine yeniden yer açmaya çalışıyordu. 50’lerin sonunda Türkiye’de sanayi burjuvazisinin çıkarlarıyla büyük arazi sahiplerinin çıkarları çatışır hale gelmişti. Kredilerin büyük kısmının sürekli büyük toprak sahiplerine gitmesinden rahatsız olan sanayi burjuvazisi de Menderes hükümetinden umudunu kesmişti. Kendisi de büyük toprak sahibi olan Başbakan Menderes, sanayi burjuvazisinin taleplerine sürekli kulak tıkıyor ve tarımdan sanayiye kaynak aktarımını sağlayacak bir toprak reformuna da soğuk bakıyordu. Bu durumda emperyalist kuruluşların önerilerini de dikkate alan bürokratik aristokrasi, devletin ağırlıkta olacağı bir planlı kapitalist sanayileşme projesini savunmaya ve bu konuda sanayi burjuvazisini de yanına çekmeye çalışıyordu. “DP politikalarının karşısına sanayileşme atılımı ihtiyacını, planlı bir kalkınma hamlesi zaruretini çıkartarak yeniden yükselişe geçmeyi amaçlayan CHP ise, dönemin muhalif unsurları için bir alternatif olmuştur. Ayrıca, uzun yıllar boyunca alışmış oldukları itibarlı konumlarından DP iktidarı döneminde uzaklaştırılmış bulunan sivil ve asker bürokrasi, devlet aydınları, artık DP döneminin sona ermesini ve CHP’nin önünün açılmasını şiddetle istemektedirler. Fakat olağan burjuva işleyiş içinde bu siyasal iktidar değişimini yaratmak hiç de mümkün görünmemektedir. “Böylece ordu içinde, DP iktidarına muhalif bütün bu kesimlerin desteğini kazanacak olan bir darbe hazırlığı mayalanmaya başlar. CHP, Demokrat Parti iktidarını “anayasa ihlali” ile suçlar ve bu tutum kent aydınlarıyla üniversite çevreleri tarafından hararetle desteklenir. Ordu içindeki alt rütbeli subaylardan da DP’nin artık açıkça rejime yönelik bir tehdit oluşturduğu sesleri yükselir. Devlet bürokrasisinden intikam alırcasına ordunun ve devlet memurlarının maaşlarını düşük tutan DP iktidarının uygulamaları, binlerce sıradan devlet çalışanını da (sivil veya asker) bunaltmış durumdadır. Bunun üzerine bir de DP’nin ekonomik uygulamalarının azdırdığı enflasyon yükü ve yoksullaşma binmiş, kısacası büyük kentlerde DP muhalifliği kitleselleşmiştir.”[2] İşte böylece 1960 yılına girildiğinde, burjuva rejimdeki siyasal tıkanıklığı açacak ve siyasal yapıyı “istikrara kavuşturmak” üzere yeniden düzenleyecek bir askeri darbe için şartlar artık olgunlaşmış bulunmaktadır.

[1]   akt: Stefanos Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, c.3, Gözlem Y., 1976, s.1354
[2]   Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Y., Ekim 2004, s.241

30 Mayıs 2008
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /VI

6.bölüm

27-mayis-turkes.jpg

Burjuva rejimde askerî darbeyle açılan yeni dönem (1960’lı yıllar)

1960 yılının başında Türkiye’nin ekonomik ve siyasal manzarası şudur: DP iktidarının 1958 yılının Ağustos ayında uygulamaya başladığı “ekonomik istikrar” programı hedeflerine ulaşamamış, mevcut ekonomik kriz daha da derinleşmiştir. Türkiye’deki kapitalist ekonomik yapı, yerli büyük burjuvazinin ve emperyalizmin arzuladığı doğrultuda bir gelişme içinde değildir. Bunun da en önemli nedeni, DP iktidarı tarafından sürekli korunmakta olan büyük toprak sahiplerinin sistem içindeki konumlanışıdır. Modern kapitalist gelişmenin gereklerine bir türlü ayak uyduramayan büyük toprak sahipleri, mevcut konumları itibariyle kapitalist gelişmenin önünde esaslı bir engel oluşturmaktadırlar. Diğer taraftan, ticaret ve sanayi alanında faaliyet gösteren ve esas olarak İş Bankası çevresinde toplanmış bulunan eski sermaye grupları ile tarım sektöründen gelip sanayi sektörüne yönelen yeni sermaye grupları arasında da bir rekabet ve karşıtlık yaşanmaktadır bu dönemde. Bu ikinci grubun en önemli temsilcisi, Adana ve çevresi pamuk ekicilerinin bankası olan Akbank’tır. Bunların yanı sıra, DP’nin tepesindeki parti kodamanlarına sırtını dayayarak ve devlet ihaleleriyle beslenerek servet biriktirmiş olan “türedi” zenginler de bu eski sermaye gruplarıyla rekabete girişmektedirler. İktidarın da göz yummasıyla, çeşitli ticari ve malî dolaplar çeviren bu gruplar, bankalar da kurarak İş Bankası ile rekabete girmişlerdir. 1950’lerin sonunda mantar gibi özel bankalar kurulmuştur bu gruplar tarafından. Bu koşullar altında, OECD’nin önerdiği 1958 “ekonomik istikrarlaştırma programı” da tam olarak uygulanamamaktadır iktidar tarafından. Bu gelişmeler esas olarak yerli sanayi burjuvazisini ve emperyalizmi rahatsız etmektedir. Türkiye’de kapitalist sömürü sisteminin kendi planları doğrultusunda bir gelişme içine girmesini arzulayan emperyalist kuruluşlar (Dünya Bankası, IMF vb.), tarımda pre-kapitalist ilişkileri ısrarla sürdürmekte olan büyük toprak sahiplerinin (toprak ağaları) gücünün kırılmasını ve esas olarak sanayi burjuvazisinin önünün açılmasını istemektedirler. Ama mevcut parlamenter sistem içerisinde büyük toprak sahiplerinin gücünün kırılması da pek mümkün görünmemektedir. Çünkü kırsal kesimde oyların büyük çoğunluğunu kendi kontrolleri altında tutan büyük toprak sahipleri, bu konumları itibariyle mevcut parlamenter sistem içerisinde tartışmasız bir siyasal güce sahip bulunmaktadırlar. Dolayısıyla, büyük toprak sahiplerinin gücünü kırabilecek yasal düzenlemelerin (örneğin toprak ve tarım reformunun uygulanmasını sağlayacak yasaların) mevcut parlamentodan geçmesi bir türlü mümkün olamamaktadır. Öte yandan, başında büyük toprak sahibi bir başbakanın (Adnan Menderes) bulunduğu DP hükümetinin de zaten bu konuda bir şey yapmaya niyetinin olmadığı iyice anlaşılmış bulunmaktadır. Kuşkusuz bu manzara hem yerli büyük burjuvaziyi hem de emperyalistleri rahatsız etmektedir. Kısacası, uzun süreden beri zaten ekonomik bir krizin içinde bocalayıp duran burjuva rejim, şimdi de siyasal bir krize doğru hızla sürüklenmektedir. Üstelik bu siyasal kriz, her an bir rejim krizine dönüşme tehlikesi taşıyan bir krizdir. Yaşanmakta olan bu ekonomik ve siyasal kriz ortamında, egemen sınıflar dışındaki toplumsal kesimlerden gelecek tepkiler, süreci etkilemek bakımından büyük önem taşımaktadır. Bir kere DP iktidarının uyguladığı ekonomik politikalar sonucunda ortaya çıkan bu ekonomik durumdan en çok etkilenen toplumsal kesimlerin başında, yoksul köylü kitleler ile sanayi sektöründe çalışan ama henüz sayıları az ve yeterince örgütlü olmayan işçiler gelmektedir. Fakat işçi ve yoksul köylü kitlelerin yanı sıra, kent küçük-burjuvazisinin çeşitli katmanları da (küçük esnaf ve zanaatkârlar, serbest meslek sahipleri vb.) bu ekonomik durumdan esaslı bir şekilde etkilenmektedirler. Üstelik bu kesimler, CHP’nin tek parti diktatörlüğünden kurtulmak için DP’yi en önde desteklemiş ve iktidara taşımış olan kesimlerdir. Oysa şimdi aynı kesimler, DP iktidarının uygulamalarından rahatsızdırlar ve homurdanmaya başlamışlardır. Ama DP iktidarı açısından daha da tehlike arz eden bir gelişme, asker-sivil bürokrasi içinde de DP iktidarına tepkilerin iyice artmış olmasıdır. CHP iktidarı döneminde hiç bu kadar geçim sıkıntısı çekmemiş olan devlet memurları ve ordudaki alt rütbeli subaylar, içine düşürüldükleri bu maddi geçim sıkıntısı nedeniyle DP iktidarına tepkilidirler. Nitekim bu tepkinin ilk siyasal belirtileri, 1957 seçimlerinde ortaya çıkmıştır. CHP ile seçim yarışına giren DP, devlet memurlarının yoğunlukta olduğu Ankara’da seçimi kaybetmiştir. Tüm bunların yanı sıra, DP iktidarını sıkıştıran diğer önemli bir muhalefet de küçük-burjuva aydın kesimlerden (üniversite çevreleri, yazarlar, gazeteciler vb.) gelmektedir. Bu aydın kesimler iktidara karşı muhalefetlerini özellikle son dönemlerde iyice artırmış bulunmaktadırlar. Bir yanda, yetişme alanlarına uygun işler bulamayan üniversite ve yüksek okul mezunlarının giderek artan hoşnutsuzluğu, diğer yanda her geçen gün maddi durumları bozulan ve iktidarın uyguladığı baskılar sonucu özgürlüklerinin kısıtlandığını düşünen aydın kesimlerin giderek artan tepkileri. Ama öte yandan, bir bütün olarak değerlendirildiğinde, bu küçük-burjuva aydın kesimlerden gelen muhalefetin, gene de fazla derine inmeyen, dolayısıyla kapitalist sömürü düzeninin yarattığı toplumsal çelişkileri sorgulamaktan uzak duran bir muhalefet olduğu görülmektedir. Küçük-burjuva aydınlar, sorunu sadece “iktidarın baskıları karşısında demokratik özgürlüklerin korunması” noktasından ele almakta ve muhalefetlerini bir bütün olarak sisteme değil, sadece DP iktidarının anti-demokratik uygulamalarına yöneltmektedirler. Yani aydınların muhalefeti içerik olarak liberal-demokrat bir muhalefet olmaktan öteye geçmemektedir. Ama ne olursa olsun, DP iktidarının baskıcı uygulamalarına karşı üniversite çevrelerinin, basının, aydınların yükselttiği muhalefet hareketi, sonuçta DP iktidarının devrilmesine giden yolda önemli bir rol oynayacaktır. Fakat şurası da bir gerçek ki, küçük-burjuva muhalif aydınların oynadığı bu rol, halk kitlelerini düzene karşı harekete geçirici bir rol değil, askerî darbeye zemin hazırlayıcı bir roldür!

“Jön Türk” ruhunun 27 Mayısçı subaylarda yeniden dirilişi

İşin gerçeğine bakılacak olursa, ekonomik krizden siyasal krize giden süreçte ne sanayi burjuvazisinin hoşnutsuzluğu ne de küçük-burjuva aydın kesimlerden yükselen muhalefet hareketi DP iktidarının yıkılması için gerekli siyasal güce ve kitle desteğine ulaşabilmişti. DP iktidarı hâlâ kitle desteğine sahip bulunuyordu ve mevcut parlamenter süreçle devrilmesi de pek mümkün görülmüyordu. İşte tam bu noktada ordunun rolü belirleyici hale gelecek ve onun iktidara karşı takınacağı tutum yakıcı bir önem kazanacaktır. Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar geçen süre içerisinde ordu kendini hep iktidarın bir parçası olarak görmüştü. Ordunun bu inancını besleyen ise, Cumhuriyeti kuran ve devleti yöneten kadrolardan pek çoğunun ordudan yetişmiş asker kökenli kadrolar oluşuydu. Öte yandan ordunun gözünde CHP’nin ayrı bir yeri vardı. Ordu CHP’yi, Kurtuluş Savaşına önderlik etmiş asker kökenli kadroların has partisi olarak görüyordu. Dolayısıyla CHP iktidarda kaldığı sürece, bu iktidarın bir parçası olduğuna dair ordunun kendisi hakkında beslediği inanç da hep diri kalıyordu. Ne var ki, 1950 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerini “sivillerin partisi” DP kazanıp da ordu saflarından yetişmiş asker kökenli siyasetçilerin iktidarı (CHP iktidarı) son bulunca, o güne kadar kendini iktidarla özdeşleştirmiş olan ordunun bu inancı da yıkılıp gidecekti. Ordu bu önemli iktidar değişimi karşısında açık bir tepki göstermemiş ve geri plana çekilmek zorunda kalmıştı. Çünkü DP, her şeyin “Anayasal sınırlar içerisinde” cereyan etmiş olduğu bir seçim platformunda halkın büyük çoğunluğunun oylarını alarak iktidara gelmişti. Bu durum orduyu sonuca sessizce katlanmak ya da görünürde nötr kalmak durumunda bırakmıştı. Her şeyin burjuva rejimin kurallarına göre işlemiş olduğu bir ortamda, “rejimin tehlikede olduğu”nu ileri sürerek ordunun açıktan bir müdahalede bulunması sözkonusu olamazdı tabii ki. Kaldı ki, yalnızca iç siyasal koşullar değil, 2. Dünya Savaşı sonrasında oluşan yeni uluslararası konjonktür de (dış koşullar) Türkiye’de açık bir askerî müdahaleye izin vermiyordu. 1950 seçimlerinden sonra siyasal iktidarın bütünüyle mülk sahibi egemen sınıf temsilcilerinin (sivil siyasetçilerin) elinde toplanmaya başlaması ve devlet yönetiminde onların tek söz sahibi haline gelmesi, kendilerini CHP iktidarıyla özdeşleştirmiş olan asker-sivil yönetici bürokraside esaslı bir kırılma yaratmıştı. Açıkça dillendiremeseler bile, bu iktidar değişikliğini “müesses nizam”a bir müdahale, ya da “devletin sahipliği”nin Cumhuriyet kurucularının, yani asker-sivil bürokrasinin elinden çekilip alınması olarak değerlendiriyorlardı. Dolayısıyla, gerek sivil bürokrasi gerekse ordu, daha o andan itibaren DP iktidarını kendi öz iktidarları olarak değil, şartlar nedeniyle katlanmak zorunda kalacakları bir iktidar olarak değerlendirecek ve ona göre bir tutum geliştireceklerdi. Fakat ordunun koşullar karşısındaki bu zorunlu boyun eğişi fazla uzun sürmeyecektir. 1950’den 57’ye kadar tam yedi yıl boyunca ülkeyi tek başına yönetmiş ve bu süre zarfında esas olarak büyük toprak sahiplerinin, tüccarların ve eşrafın çıkarlarını kollamış olan DP iktidarı, 1957 seçimlerinde uğradığı oy kaybından sonra giderek hırçınlaşmaya başlamıştır. Bu aşamadan itibaren DP iktidarının hem muhalefete karşı daha saldırgan bir tutum takınması, hem de genelde demokratik hak ve özgürlükleri kısıtlama eğilimi içine girmesi, siyasal ortamı iyice gerginleştirecektir. Toplumun diğer kesimlerini etkileyen bu gelişmeler, elbette orduyu da etkilemiştir. Ordu içinde, özellikle alt rütbeli ve genç subaylar arasında DP iktidarına duyulan tepki giderek artmış ve bu temelde bir hareketlenme yaşanmaya başlanmıştır. Nitekim ordudaki bu hareketlenmenin ilk örneği, 1957 yılında “dokuz subay hadisesi” olarak kayıtlara geçen bir gizli cunta örgütlenmesinin açığa çıkarılmasıdır. Ordu içinde alt rütbeli subaylar arasında başlayan bu huzursuzluk ve kıpırdanmalar, ordunun “emir komuta zinciri”ne bağlı kalmayan, hatta ona itaat etmeyen hareketler ve örgütlenmeler olarak gelişecektir. Çünkü 1950’den itibaren ordu içinde de bir farklılaşma yaşanmış ve bir anlamda ordunun o “geleneksel” sınıfsal-ideolojik homojenliği de bozulmuştur. Yani CHP iktidarı döneminde olduğu gibi ideolojik homojenliğini koruyan ve siyasal tepkisini “emir komuta” zinciri içinde ortaya koyan bir ordu bütünlüğü de mevcut değildir artık 1950’lerin sonunda. Çünkü 1950’den 1960’kadar geçen on yıllık süreçte ordu, NATO’yla olan organik ilişkileri nedeniyle oldukça önemli bir değişim geçirmiştir. Her ne kadar bu süreçte Türk ordusunun subayları, ABD’nin uyguladığı anti-komünist soğuk savaş propagandasıyla eğitilip bir kalıba dökülmeye çalışılmış olsalar da, ordu içinde alt rütbeli subaylar ile yüksek komuta kademesindekiler (yüksek askerî bürokrasi) arasında, sınıfsal eğilimleri, ilişkileri, davranışları vb. bakımından gene de inkâr edilemez bir farklılaşma meydana gelmiştir. Bir defa, NATO üyesi olması dolayısıyla, ABD ordusu ile daha yakın ilişkiler içerisine giren Türk ordusunun yüksek komuta kademesindeki generaller, muazzam teknolojik üstünlüğü ve gelişmişliği nedeniyle ABD ordusuna hayranlık duymakta ve ABD emperyalizmiyle askerî alanda daha ileri ilişkiler kurulmasından yana bir eğilim içerisinde bulunmaktaydılar. Bu aynı zamanda onların, ABD ile iyi ilişkiler içinde olan DP hükümetine karşı da olumlu bir tutum içinde olmalarını sağlıyordu. Hatta ordunun tepe noktasındaki bazı generallerin bu süreçte DP hükümetiyle daha sıcak ilişkiler içine girdikleri ve hükümetle adeta bütünleştikleri de bilinen bir gerçektir. Nitekim bu generallerden bazıları, 27 Mayıs darbesinden hemen sonra hükümet üyeleriyle birlikte tutuklanacaklardı. Öte yandan, DP iktidarı döneminde ordudaki alt rütbeli ve genç subayların durumuna gelirsek. Bu subaylar da 1947’den beri Amerikalı uzmanlar tarafından yetiştirilip genelde anti-komünist bir ideolojiye sahip kılınmış olsalar bile, içinde bulundukları maddi yaşam koşulları ve sınıfsal eğilimleri bakımından gene de tepedeki generallerden farklı bir konumda ve farklı bir ruh hali içindeydiler. Köken olarak küçük-burjuvazinin saflarından gelmiş olan bu subaylar, ordunun geleneksel milliyetçi, reformcu ve radikal niteliklerini hâlâ taşımaktaydılar. Diğer taraftan, DP iktidarı döneminde diğer küçük-burjuva kesimler gibi bunların da maddi hayat koşulları hep kötüye gitmişti ve geçim sıkıntısı çekiyorlardı. Dolayısıyla, bunlar da DP iktidarına tepkiliydiler ve bu bakımından küçük-burjuva aydınlarla aynı doğrultuda bir bilinç geliştiriyorlardı. Küçük-burjuva aydınlar gibi bunlar da DP iktidarının Anayasayı ihlal ettiğini, dolayısıyla meşruiyetini yitirdiğini; iktidardaki siyasilerin ülke çıkarlarının değil, şahsi çıkarlarının peşinden koştuklarını düşünüyor ve tüm bu nedenlerden dolayı “DP iktidarına karşı, demokratik hak ve özgürlüklerin savunulması ve Atatürk devrimlerinin korunması” ihtiyacını duyuyorlardı. Küçük-burjuva aydınların muhalefet hareketine paralel olarak gelişen ordu içindeki subayların bu tepkisel muhalefet hareketi, sonunda, “Atatürk devrimlerini ve Cumhuriyeti korumak için, ordunun iktidara el koyması gerektiği”ni savunan bir askerî cuntanın (Milli Birlik Komitesi) örgütlenmesiyle ete kemiğe bürünecekti. 1950’lerin sonuna gelindiğinde, hem yerli büyük burjuvazinin hem de emperyalizmin desteğini yitiren ve küçük-burjuva muhalefeti de iyice karşısına alan DP hükümeti, nihayet ordu içinde alt rütbeli subayların örgütlediği bir hükümet darbesiyle iktidardan alaşağı edilecektir. 27 Mayıs 1960 darbesini gerçekleştiren askerî cunta (Milli Birlik Komitesi), iktidara muhalif tüm kesimlerin de desteğini alarak, kısa zamanda bir “siyasal güç” odağı haline gelecektir. Ne var ki, iktidarı ele geçiren ve bir anda siyasal güç odağı haline gelen 27 Mayıs cuntası, gerçekte ne yapacağını bilmez bir durumdadır ve her türlü etki altında kalmaya açıktır. Aslına bakılacak olursa, bu dönemde ne küçük-burjuva aydınlar ne de cuntacı subaylar ülkenin sosyo-ekonomik yapısıyla ve emekçi halk sınıflarının durumuyla ilgili açık seçik bir fikre sahiptiler. Bunların ne Türkiye’deki kapitalist sömürü sistemine, ne de bu sistemi kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışan emperyalizme karşı açık bir muhalif duruşları vardı. Hatta emperyalizmin Türkiye’deki rolünü sorgulamayı gündemlerine bile almış değillerdi cuntacı subaylar. Gerek küçük-burjuva aydınlar, gerekse cuntacı subaylar esas olarak DP hükümetine karşıydılar. Onlar için en önemli şey, “hukukilik” ve “meşruluk” niteliğini yitirmiş ve “yolsuzluğa batmış” olan DP hükümetinin iktidardan gönderilmesiydi. Esas amaçları, onlara göre “rayından çıkmış” bulunan burjuva yönetim makinesini yeniden rayına oturtmak ve böylece, “demokratik kurumların” ve devletin yönetim organlarının “düzgün” işlemesini sağlamaktı! Demokrasinin ve özgürlüklerin teminat altına alınmasının ve anayasanın ihlal edilmesinin önüne geçilmesinin, her bakımdan “güçlendirilmiş” ve “ihlal edilemez” hale getirilmiş yeni bir anayasa yapmakla mümkün olabileceğini düşünmekteydi cuntacı subaylar! Bu açıdan değerlendirecek olursak, 27 Mayıs hareketinin bir bakıma Osmanlı ordusundaki genç subayların gerçekleştirdiği 1908 Jön Türk hareketine benzediğini ve onun davranış özelliklerini gösterdiğini söyleyebiliriz. 27 Mayısçı subaylar da tıpkı Jön Türkler gibi “devlet-i âliyi müstebitlerin elinden kurtarmak” ve de “halka hürriyet getirmek” için harekete geçtikleri inancındaydılar! Nasıl ki İttihatçı genç subaylar (Jön Türkler), 1876 Anayasasının (Kanun-i Esasi) yeniden yürürlüğe konması ve bir Meclis-i Mebusan’ın toplanmasıyla bütün kötülüklerin üstesinden gelinebileceğini düşünmüşlerse, 27 Mayıs darbesini yapan genç subaylar da tıpkı onlar gibi, bir Kurucu Meclis’in toplanması ve yeni bir anayasanın yapılmasının “her derde deva” olacağını düşünmekteydiler! 1908 Jön Türk hareketinin başını çeken İttihatçı subaylar, hükümetin yönetimini doğrudan kendi ellerine almamış ve işlerin yürütümünü Meclis-i Mebusan’a ve eski bürokrasiye bırakmışlardı. 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subaylar da benzer bir yol tuttular. Yeni anayasayı hazırlama işini üniversite profesörlerine, bir Kurucu Meclisin oluşturulması işini ise bürokratik seçkinlerin, iş çevrelerinin, üniversitelerin, burjuva basının temsilcilerine bırakan askerî cunta, ülkenin ekonomik siyasetinin belirlenmesi işini de büyük iş çevrelerinin temsilcilerinden oluşan bir teknokratlar hükümetine bıraktı. Böylece, 27 Mayısçı subaylar da tıpkı Jön Türkler gibi, kendilerini bütün sosyal grupların üstünde görerek ve göstererek, “sınıflar üstü bir hakem” rolü oynamaya soyundular! Fakat kendini dev aynasında gören subayların bu küçük-burjuva hayali, sınıflı toplumun işleyen katı yasaları karşısında çok çabuk çöküverecekti. Bu bakımdan değerlendirilecek olursa, 27 Mayıs darbesinin, ordunun emir komuta zinciri içinde gerçekleşen daha sonraki askerî darbelerden oldukça farklı bir özelliğe sahip olduğu söylenebilir. Her şeyden önce bu farklılık, darbecilerin sınıfsal eğilimlerinden kaynaklanan ideolojik ve siyasal tercihlerinin belirsizliğinde ya da bulanıklığında ortaya çıkmaktadır. 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subaylarda görülen ideolojik ve siyasal belirsizlik, daha sonrakilerde (12 Mart ve 12 Eylül darbecilerinde) görülmemiştir. 27 Mayıs darbesi, küçük-burjuvazinin sınıf doğasından kaynaklanan belirsizliği ve kararsızlığı yansıtırken, ordunun emir komuta zinciri içinde gerçekleşen ve devrimci bir durumun olgunlaştığı koşullarda burjuva düzeni ve burjuva devleti korumaya yönelik olan 12 Mart ve 12 Eylül darbeleri, sınıfsal niteliği açık seçik ortada olan karşı-devrimci darbelerdir. Hem toplumdaki temel sosyal sınıflardan birine dayanmayan, hem de bir sosyal sınıfın sürekli desteğinden yoksun bulunan 27 Mayıs hareketi, aldığı kararlar ve yaptığı uygulamalarla, daha ilk günden itibaren çelişkili bir yapıya sahip olduğunu ortaya koymuştur. Hareketin bu çelişkili yapısı, bu hareketi yaratan cuntacı subayların küçük-burjuva ara sınıf konumundan kaynaklanıyordu kuşkusuz. Cuntacı subaylar, sahip oldukları bu ara sınıf konumları nedeniyle, ne kendi içlerinde bir ideolojik birliğe ulaşabildiler, ne de başka sınıflarla (örneğin burjuvazi ya da proletarya) bir bütünleşme içine girebildiler. Dolayısıyla, iktidarda kaldıkları süre boyunca, tam olarak ne İsa’ya ne de Musa’ya yaranabildiler! 27 Mayıs cuntasına ilişkin bu notları düşerken, öte yandan bir gerçekliği de göz ardı etmemeliyiz. İktidarda kaldıkları süre zarfında bağımsız ve kararlı bir siyasal çizgi izleyememiş olan 27 Mayısçı subaylar, her ne kadar burjuvaziyle bütünleşmemiş olsalar bile, gene de iktidarlarını büyük burjuvazinin ve emperyalizmin yönlendirmesine tâbi olarak sürdürmüş ve sonlandırmışlardır. Böyle olduğu içindir ki, Milli Birlik Komitesi’nin iktidarı döneminde alınan ekonomik, siyasal ve askerî kararların pek çoğu, 27 Mayısçı subayların öznel niyetlerinden bağımsız olarak, son tahlilde yerli büyük burjuvazinin ve emperyalizmin uzun vadeli çıkarlarına hizmet etmiştir.

Büyük burjuvaziye hizmet küçük-burjuva cuntaların kaçınılmaz kaderidir

DP iktidarına muhalif kesimler (başta CHP yanlısı asker-sivil bürokrasi, üniversiteler, sol Kemalist aydınlar, muhalif gazeteci ve yazarlar vb.) 27 Mayıs hükümet darbesini hararetle desteklediler. Onlara göre bu bir darbe değil, meşruiyetini ve hukukiliğini yitirmiş zorba bir iktidara karşı gerçekleştirilmiş bir “hürriyet devrimi” idi. 27 Mayıs’ı bir “devrim” olarak niteleyen bu anlayış, 27 Mayısçı subayları da genel olarak sol eğilimli, toplumcu, demokrat, yurtsever, anti-emperyalist devrimciler olarak göstermek istemiştir hep. Bunun gerçeklikle bir ilgisi yoktur tabii ki! Milli Birlik Komitesi’ni oluşturan subaylardan bazıları, bu sayılan niteliklere yıllar sonra ve belirli ölçüde yaklaşmış olsalar bile, başlangıçta bu niteliklere sahip olmadıkları açıktır. Kaldı ki, Milli Birlik Komitesi içinde, tam tersi niteliklere sahip subayların varlığı daha aşikâr ve daha elle tutulur bir gerçekliktir. Komite içinde, açık seçik ve oturmuş bir fikre sahip bulunmayan subayların yanı sıra, aşırı milliyetçi, sağcı, hatta faşist fikirlere sahip (Türkeş ve arkadaşları) olanlar da vardır. Yani 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren cunta, ideolojik ve siyasal bakımdan hiçbir şekilde homojen bir topluluk değildir ve olamazdı da. Çünkü cuntaya asıl karakterini veren, onun sahip olduğu küçük-burjuva sınıf temelidir. Dolayısıyla, 27 Mayıs cuntasının asıl belirgin özelliği, bu küçük-burjuva karakterinden ötürü onun “belirsizlik ve fikir karmaşası” içinde bulunan bir topluluk oluşudur. Örneğin, kendilerini genel olarak radikal milliyetçi bir pozisyonda gören cuntacı subaylar, buna karşın emperyalizm konusunda tutarlı hiçbir görüş ortaya koymadıkları gibi, Türkiye’nin emperyalizmle ilişkilerini ve emperyalizmin bölgedeki ve Türkiye’deki askerî rolünü de hiçbir zaman sorgulamamışlardır. Nitekim daha darbenin yapıldığı ilk saatlerde, Milli Birlik Komitesi adına radyolarda okunan bildirilerde dile getirilen ilk görüş, askerî rejimin NATO’ya, CENTO’ya ve Türkiye’nin emperyalist devletlerle yaptığı ikili anlaşmalara bağlı kalacağı olmuştur! Rejimin emperyalizme verdiği bu teminat nedeniyledir ki, daha sonraki günlerde emperyalist kuruluşların ekonomik “yardımları” yeniden Türkiye’ye akmaya başlayacaktır. Öte yandan, kendini “ulusalcı” olarak gören askerî cuntanın, yabancı sermayeye karşı bir duruşu da hiçbir zaman olmamıştır. Cunta başlangıçta yabancı sermayeye karşıymış gibi birtakım kararlar almaya kalkışmışsa da, bundan çabucak vazgeçerek yabancı sermaye faaliyetlerini serbest bırakmış ve ardından, yabancı sermayeyi teşvik edici kararlar almaya başlamıştır. Cunta bununla da kalmayıp, DP döneminde emperyalist kuruluşlarla (OECD) yapılan anlaşmalara sadık kalarak, hem dış ticaret faaliyetlerini yeniden serbest bırakmış hem de bu kuruluşlara borçlanmaya aynen devam etmiştir. Öte yandan, Milli Birlik Komitesi’nin başlangıçta bazı bankaları ve kapitalist işletmeleri denetim altına alması ve bu konuda yaptığı uygulamalar da, onun solculuğuna ve devletçiliğine karine olarak gösterilir küçük-burjuva sol tarafından! Oysa cuntanın darbeden hemen sonra giriştiği bu uygulamalar da gene onun küçük-burjuva doğasının bir tezahürüdür ve asla kalıcı olmayan uygulamalardır. DP iktidarı döneminde ayyuka çıkan ve herkesin ağzına sakız olan mali yolsuzluklar ve banka skandalları, DP iktidarını deviren cuntacı subayları ister istemez bunlara karşı acil önlemler almaya itmiştir. Cuntacı subaylar, devletin malî durumunu düzeltmek ve olası bir banka krizini önlemek için, zaten şaibeli hale gelmiş birçok türedi bankaya ve sınaî-ticari kuruluşa müdahale etmek zorunda kalmıştı. Aslında söz konusu bankalar ve iş çevreleri, zamanında DP iktidarının ileri gelenleriyle içli dışlı ilişkiler içinde olan ve bir bakıma bu ilişkiler sayesinde zenginleşen “türedi” iş çevreleriydi. Zamanında geleneksel büyük burjuvazinin karşısına rakip unsurlar olarak çıkan ya da çıkarılan bu türedi iş çevreleri, aslında büyük burjuvazinin de canını sıkmaktaydı. O nedenle, küçük-burjuva cuntanın bu türedi bankaları ve ticari işletmeleri denetim altına alması ve tasfiyeye girişmesi, geleneksel büyük burjuvazinin de onayladığı ve desteklediği bir eylem olacaktı. Dolayısıyla, birçok türedi bankanın devletleştirilmiş ya da tasfiye edilmiş olmasından hareketle, 27 Mayıs cuntasının devletçi-ulusal kalkınmacı “sol” bir cunta olduğunu iddia etmek, küçük-burjuva solun bir kuruntusundan ibarettir! Nitekim cuntanın bu “devletleştirme” operasyonu, son tahlilde büyük burjuvazinin ve özellikle de sanayi burjuvazisinin önünü açan bir eylem olmaktan öteye geçmemiştir. Öte yandan, Türkiye kapitalizminin planlı bir gelişmesinin sağlanması için, emperyalizmin yönlendirmesiyle bir Devlet Planlama Teşkilatının kurulması da gene 27 Mayıs darbesinin ön açmasıyla mümkün olmuştur. Ama tüm bunlar, esas olarak sanayi kapitalizminin önünün açılmasına ve emperyalist sermayeyle ilişki içerisinde sanayi burjuvazisinin gelişmesine yaramıştır. 60’lı yıllarda başlayan bu gelişme, 70’li yılların başında bir üst evreye sıçrayacak ve böylece, banka sermayesiyle sanayi sermayesinin kaynaşması ve şirketlerin holdingleşmesi (tekelleşme) aşamasına ulaşılacaktır. Sonuç olarak 27 Mayıs darbesi, onu yapanların niyetlerinden bağımsız olarak, böyle bir kapitalist gelişmenin önünü açan ve yerli büyük burjuvazinin yabancı sermayeyle daha ileri düzeyde ortaklık kurmasını sağlayan bir askerî darbe olmuştur. 27 Mayıs darbesini kendi beklentilerinin karşılanacağını düşünerek destekleyen küçük-burjuva çevreler, darbecilerin denetiminde hazırlanan 61 Anayasasını da aynı bakış açısıyla değerlendirdiler ve toplumun dönüştürülmesi sürecinde bu anayasaya çok önemli bir rol biçtiler. Örneğin, CHP etrafında ve asker-sivil bürokrasi içinde kümelenmiş olan sol Kemalistler ile diğer küçük-burjuva solcu aydınlar da bu anayasayı “ilerici, demokrat”, hatta “sosyalizme açık” bir anayasa olarak değerlendireceklerdi. Bu arada, uzun yıllardan sonra ilk kez bu kadar serbestçe bir sendikal örgütlenme imkânına kavuşan işçi sınıfının öncü kesimleri de bu anayasayı “sosyal adaletçi” bir anayasa olarak kutsayacaktı! Tabii, işçilerin ve onların sendikal önderlerinin bu düşüncesinin bir yanılsamadan ibaret olduğu da ancak ilerde anlaşılabilecekti. Çünkü işçilerin hem sendikal düzeyde örgütlenmelerine hem de siyasal olarak bilinçlenmelerine imkân sağlayan, aslında bu anayasada yazılı maddeler değil, Türkiye’de işçi hareketinin genel bir yükseliş içine girmiş olmasıydı. Gerçekten de Türkiye’de işçi hareketi, kapitalizmin sıçramalı gelişmesine koşut olarak bir yükseliş sürecine girmiş bulunuyordu bu yıllarda. Sanayi sektöründeki yatırımların sıçramalı bir gelişme temposuna ulaştığı bu yıllarda, modern sanayi proletaryasının sayısı da giderek artıyor ve gelecekteki kitlesel işçi hareketinin maddi temelleri döşenmiş oluyordu. Nitekim kitlesel işçi hareketinin ilk belirtileri, 1961 yılında Saraçhane’de yapılan 200 bin kişilik işçi mitinginde kendini ortaya koymuştu. Bu mitingde işçiler, sınıf çıkarları doğrultusunda hareket ederek, özgür toplu sözleşme ve grev hakkı istemlerini yükseltmiş ve bu uğurda mücadeleye ant içmişlerdi. Bu olay, “kendisi için sınıf” olma doğrultusunda ilerleyen işçi sınıfının, ilerde daha geniş kitlesel hareketlere girişebileceğinin de bir habercisiydi kuşkusuz. 61 Anayasasının yapılması ve bir referandumla onaylatılması, eski iktidar sahiplerini “anayasayı ihlâl” etmekle suçlayıp ipe gönderen darbeci subayların “haklılığını” ve “meşruluğunu” tescil ettirmek anlamına geliyordu bir bakıma. DP iktidarı anti-demokratiklikle, baskıcılıkla, zorbalıkla, hukuk dışılıkla suçlandığına göre, şimdi daha “özgürlükçü” bir anayasa yapılmalı ve de burjuva demokrasisinin sınırları bir parça genişletilmeliydi elbette! Ama tabii bu anayasa, küçük-burjuvaziye göre farklı bir anlam taşıyor olsa da, büyük burjuvazinin ancak geçici bir süre katlanabileceği bir anayasaydı. Ta ki küçük-burjuvazinin “gazı alınıp” ortalık yatışıncaya kadar! Ordu içinde emir komuta zinciri yeniden tesis edilince ve siyasal iktidarda büyük burjuvazinin hegemonyası tam olarak kurulunca, bu “tepki anayasası”nın adım adım tasfiyesi de gündeme gelecekti kaçınılmaz olarak! Nitekim 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren, burjuva sağ partiler rahatsızlıklarını yüksek sesle dile getirmeye başladılar ve 61 Anayasasının Türkiye’nin “sosyal bünyesine” uygun olmadığını, hatta Türkiye’ye biraz bol geldiğini ve daraltılması gerektiğini dillendirdiler. Aslında bu tutumun altında, burjuvazinin geleceğe yönelik sınıfsal endişeleri ve korkuları yatmaktaydı hiç kuşkusuz. Doğrusu bu konuda burjuvazi “haksız” da sayılmazdı hani! Çünkü toplumun emekçi kesimleri (işçi, köylü, esnaf vb.) uzun bir uyku döneminden sonra, sanki birden uyanışa geçmiş ve hızlı bir örgütlenme çabası içine girmişti. 60’lı yılların siyasal ortamına damgasını vuran da esasen emekçi kesimlerdeki bu uyanış ve örgütlenme çabası olacaktı. Emekçi kesimlerin 60’lı yıllardaki bu hareketlenmesinde 61 Anayasasının sağladığı görece demokratikleşmenin bir payı olsa da, asıl etken, kapitalizmin sıçramalı gelişmesine koşut olarak işçi sınıfının büyümesi ve öncü bir sınıf olma işlevini yerine getirmeye başlamasıdır. 61 Anayasasına bakarak, 27 Mayıs hareketinin “ilerici, demokrat ve de özgürlükçü” bir hareket olduğunu iddia edenlerin görüşlerine gelirsek: Bu kuşkusuz, gerçeğin kendisi değil, küçük-burjuva solun “olmasını istediği” ya da “gönlünde yatan” bir şeydir. 27 Mayıs hareketinin tutarlı “ilerici-demokrat” bir tavır göstermemesi bir yana, Batıdaki gibi liberal-demokrat bir burjuva tavır gösterdiği bile söylenemez. Bu da gene 27 Mayısçı subayların geleneksel-tarihsel konumundan, yani ordu içinde devletçi-otoriter bir ideolojiyle yetişmiş olmalarından ve dolayısıyla devleti de kendilerini de “sınıflar üstü” bir varlık olarak algılamalarından kaynaklanmaktadır. Milli Birlik Komitesi’nin iktidarı elinde tuttuğu 1960-61 döneminde işçi hareketi henüz burjuvaziyi ürkütücü bir devrimci yükseliş içinde olmadığı ve sınıf mücadelesi de henüz sertleşmediği için, darbeci subayların işçi hareketi karşısında nasıl bir tutum takınacağı ve ne kadar “demokratik” davranacağı tabii ki bilinmemektedir. Fakat şurası bir gerçek ki, cuntacı subaylar yetişme tarzlarından kaynaklı olarak, kendilerini devlet düzeninin geleneksel bekçileri yerine koydukları için, zaten sınıfsal bir demokrasi anlayışından oldukça uzak bulunmaktadırlar. Bu nedenle onlardan işçi sınıfının hak ve menfaatlerini koruyacak demokratik düzenlemeler beklemek, ya da burjuvaziye karşı sınıfsal taleplerle mücadeleye atılan işçi sınıfının yanında yer alacaklarını ummak, hayalci küçük-burjuva solcuların “düşünce tarzı” olabilir ancak! Bu bakımdan, 27 Mayıs hareketinin hiçbir zaman kanıtlanmamış olan “devrimciliği”, “ilericiliği”, “demokratlığı” ve de “solculuğu” üzerine küçük-burjuva solcuların attığı nutuklar, boş bir gevezelik olmanın ötesinde hiçbir anlam ifade etmemektedir proleter devrimcilere. Bu topraklarda ezilen işçi ve emekçi sınıfların haklarını savunmak ve onların haklı mücadelelerinin yanında yer almak, nasıl gerçek demokratlığın ayırt edici bir kriteri ise, esaslı bir diğer kriteri de, ezilen bir ulus olan Kürtlerin haklı mücadelesinin yanında yer almak ve dile getirdikleri ulusal demokratik taleplerini onlarla birlikte savunmaktır. Bu açıdan yaklaşıldığında, cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürt sorununun gerçek demokratlarla sahtelerini birbirinden ayıran bir turnusol kâğıdı işlevi gördüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte küçük-burjuva solcuların, 27 Mayıs hareketinin “ilericiliğine” ve “demokratlığına” ilişkin yaptıkları gevezeliğin samimiyetsizliği de bu noktada sırıtıvermektedir. Küçük-burjuva solcuların iddialarının aksine, 27 Mayıs hareketi gerçekte “ilerici-demokrat” bir hareket değildir. Bu gerçeklik, cuntacı subayların Kürt sorununa yaklaşımlarında bütünüyle açığa çıkmaktadır. Cuntacı subayların Kürt sorununda gösterdikleri milliyetçi refleksler, ırkçılığa varan yönler içermekte ve onların anti-demokratik karakterini olduğu gibi ortaya koymaktadır. “27 Mayıs’ı gerçekleştiren askerî cunta, darbenin gerekçeleri arasında Kürt sorunu konusundaki endişelerini de dile getiriyordu. Güya bir Kürdistan hükümetinin kurulması için DP Grubu içinde çalışmalar yürütüldüğü ve bazı DP milletvekillerinin buna yardımcı olduğu kanıtlanmıştı. Dönemin önde gelen bazı cuntacı subayları, biraz daha geç kalınsaydı Türk vatanının elden gideceği yönünde kışkırtıcı açıklamalar yapıyorlardı. Nitekim darbe sonrasında pek çok Kürt gözaltına alındı, bunlar Sivas’ta bir toplama kampına sürüldüler, ağır işkencelere tâbi tutuldular.”[i] Evet, sıra Kürt sorununa geldiğinde, 27 Mayısçı subayların nasıl bir “demokrat” oldukları ve ne derece “özgürlükçü” bir siyasal demokrasiden yana bulundukları, hazırladıkları gizli “Kürt Raporu”nda da bütün açıklığıyla sergilenmektedir! Milli Birlik Komitesi’nin giderayak hazırladığı ve seçilen yeni hükümete (İnönü’nün 1961 yılında kurduğu koalisyon hükümeti) ilettiği bu gizli Kürt raporundan birkaç pasaj aktarmak, Kemalist 27 Mayıs cuntasının “solculuğu”, “ilericiliği” ve de “demokratlığı” hakkında yeterli bir ipucu verecektir okuyucuya. Söz konusu raporda şu hususlar yer alıyor: “Bölgenin, kendilerini Kürt sananlar lehindeki nüfus strüktürünü Türk lehine çevirmek için, Karadeniz sahillerindeki fazla nüfusla, memleket dışından gelen Türkleri bu bölgeye yerleştirmek, bölgedeki kendilerini Kürt sananları bölge dışına hicrete teşvik ve bu hicreti finanse ederek, memleketin Türk çocuğu bulunan yerlerine iskân etmek. ... Türkiye’de kendilerini Kürt sananlar ile, İran ve Irak’taki Kürtlerin irtibatını kesme bakımından bölgeyi, kendilerini Kürt sananların çoğunluğunu dağıtmak üzere, sistemli bir şekilde bölecek iskân sahalarına ayırmak. ... Dünya entelektüel muhitine Türkiye’de bir Kürt meselesinin mevcut olmadığının anlatılması. ... Bir üniversiteye bağlı derhal bir Türkoloji Enstitüsü kurularak, kendini Kürt sananların menşelerinin Türk olduğunun ispat olunarak yayınlanması. ... Planlanan bölge okulları, köy okulları ve meslek okullarının faaliyete geçirilmesi. ... Kız ve erkek misyoner yetiştirilmesi ve bunun için hususi müessese kurulması. ... Bölge halkından kabiliyetli ve küçükten asimile edilen gençlere yüksek tahsil imkânları sağlanması...”[ii] İşte böyle! Görüleceği üzere, “solcu ve de ilerici-demokrat” cuntanın hazırladığı rapor, hem gülünç bir biçimde Kürt varlığını inkâr ediyor, hem de Kürtlerin varlığından duyduğu rahatsızlığı açıkça dile getirerek, onların topyekûn asimile edilmesini, köklerinden koparılmasını, kimliklerinin ve dillerinin inkâr edilmesini öngörüyordu! Bu zihniyet, özel olarak cuntacı subayların ürettiği bir şey değildi elbette. Aslında cumhuriyetin kuruluşundan beri devam edegelen bu zihniyet, bir ulus devlet “yaratmak” için başka bir ulusun varlığını inkâr eden şoven Türk milliyetçiliğinin ürettiği bir zihniyetti. Neticede cuntacı subaylar da bu zihniyeti, ulus devletin temel kurucu kurumu olan ve şoven Türk milliyetçiliğinin de ideolojik merkezi sayılan orduda edinmişlerdi. Ordu, cumhuriyetin kuruluşundan beri Kürt sorununu kendi tekeline almış bulunuyordu. Sorunu kendi çıkarları açısından değerlendiren burjuva siyasetçiler de bu konuda hep askerlerle birlikte davranmış, gizli ya da açık, her zaman askerlerle işbirliği içinde olmuşlardır. Dolayısıyla, cumhuriyet tarihi boyunca Kürt sorununda devam edegelen çözümsüzlüğün müsebbibinin yalnızca askerler olduğunu söylemek de esaslı bir çarpıtma olmaktadır. Çözümsüzlüğü üreten, yıllardan beri çeşitli korkular içinde kıvranıp duran paranoyak “Türk tipi burjuva demokrasisi”nin ta kendisidir! Burjuva rejim, Milli Birlik Komitesi’nin yönetimi altında on altı ay geçirdi. Emperyalizmle ittifak halindeki yerli büyük burjuvazi, bu süre zarfında Milli Birlik Komitesi’ni kendi istediği doğrultuda yönlendirerek gerekli yasal düzenlemeleri ona yaptırabilmiş ve özel kapitalist sanayinin önündeki engelleri aşmayı başarmıştır. Bu süreçten en zararlı çıkan egemen sınıf kesimleri ise toprak ağaları olmuştur. DP iktidarı döneminde banka kredilerini sanayi burjuvazisi aleyhine yutmakta olan büyük toprak sahiplerinin bu olanakları, askerî rejim döneminde iyice tırpanlanmış ve krediler büyük ticaret ve sanayi burjuvazisine çevrilmiştir. Artık cuntacı subayların iktidarının devam etmesine burjuvazinin ihtiyacı kalmamıştır. O nedenle, büyük iş çevreleri, CHP’nin önde gelen, sözü dinlenir siyasetçilerini (en başta İsmet İnönü’yü) devreye sokarak, genel milletvekili seçiminin yapılması ve olağan parlamenter rejime geçilmesi konusunda Milli Birlik Komitesi’ni ikna eder. Bu arada Milli Birlik Komitesi üyelerine de sus payı olarak bir “tabii senatörlük” makamı bahşedilerek iş noktalanır. 1961’de yapılan parlamento seçimlerine, sanayi burjuvazisi büyük toprak sahipleriyle ittifakını yenileyerek girecekti. Çünkü toprak ağaları hâlâ kırsal kesimde oyların büyük çoğunluğunu kontrolleri altında tutuyorlardı. 1961 seçim sonuçları, oyların dağılımında çok bir şeyin değişmediğini ortaya koyacaktı. DP’nin mirasçısı olarak siyaset sahnesine çıkan yeni partiler (AP ve YTP), daha önce DP’nin aldığı oyları aldılar. Böylece büyük burjuvazi, kaldığı yerden bir adım ilerde olmak üzere yürüyüşüne yeniden başlamış oluyordu. Küçük-burjuva subayların gerçekleştirdiği 27 Mayıs darbesinin bu süreçteki işlevi ise, büyük burjuvazinin siyasal rejimini “tüm kurum ve kuralları” ile yeniden tesis etmekten öte bir şey olmadı. O dönemin koşullarını dikkate alan gerçekçi bir değerlendirme yaparsak, şunu söyleyebiliriz: 61 Anayasası, düzenlenişi bakımından burjuva demokrasisinin sınırlarını görece geniş tutan ve demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılmasına görece daha geniş olanaklar sağlayan bir burjuva anayasasıydı. Belki de bu nedenle, iktidara gelen burjuva partilerin hemen hepsi de, bu anayasanın öngördüğü değişiklikleri ve yasal düzenlemeleri yapmayarak ya da geciktirerek, fiiliyatta onun uygulanmasını sürekli engellemeye çalışmışlardır. Ama öte yandan, neredeyse parlamentonun üstünde yetkilerle donatılmış olan ve varlığıyla adeta siyasal demokrasinin sınırlarını daraltıcı bir işlev görmüş bulunan meşhur Milli Güvenlik Kurulu’nu ihdas eden de gene bu “ilerici-demokrat” 61 Anayasası’dır! Bu da orduda yetişmiş “ilerici”, “devrimci”, “demokrat” küçük-burjuva subay kadroların yaman çelişkisi olsa gerektir!  


[i] Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, s. 243, Tarih Bilinci Y, Ekim 2004
[ii] Can Dündar-Rıdvan Akar, Milliyet, 22 Ocak 2008

Haziran 2008
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /VII

7.bölüm

image_750x500_622f99b05e4dc.jpg

Türkiye’de uygulanmakta olan burjuva demokrasisinin (burjuva parlamenter rejimin) Türkiye kapitalizminin gelişme koşullarına göre biçimlendiği ve bu koşullara özgü kimi “özellikler” edindiği bilinen bir gerçekliktir. “Türk tipi” diye tanımladığımız bu burjuva demokrasisinin en belirgin özelliği, duruma göre bazen genişleyip bazen daralması ve bazen de işlemez hale gelip tümden ortadan kalkmasıdır. Bu nevi şahsına münhasır demokrasinin bir parça genişlediği dönemler, genellikle kapitalist ekonomide büyümenin sürdürülebildiği ve görece bir ekonomik istikrarın sağlanabildiği dönemlerdir. Böylesi dönemlerde siyasal iktidar da genellikle liberal söylemli sağ burjuva partilerin elinde yoğunlaşmaktadır. Bu liberal söylemli burjuva sağ partiler, kapitalist ekonominin büyüme dönemlerinde işçi ve emekçi kitleleri çeşitli vaatlerle kandırıp, kendi peşlerine takabildikleri sürece, toplumsal muhalefetin düzen sınırları dışına taşmasını ve devrimci kanallara akmasını rahatlıkla engelleyebilmişlerdir.Kapitalist ekonomide büyümenin yavaşladığı ya da durma noktasına geldiği ekonomik kriz dönemlerinde ise durum tamamen değişmekte ve bu kez hem toplumsal hem de siyasal düzlemde farklı bir süreç işlemeye başlamaktadır. Büyümenin sürdürülebildiği görece istikrarlı dönemlerde liberalizm ve demokrasi rüzgârları estiren burjuva kesimler, istikrarsızlığın hâkim olduğu kriz dönemlerinde ise hemen korkuya kapılmaktadırlar. Ekonomik krizin derinleştiği ve siyasal istikrarın bozulduğu böylesi dönemlerde, liberal ya da reformist burjuva partilerin kitleler üzerindeki siyasal etkileri de giderek azalmakta ve bu partiler emekçi kitlelerin toplumsal muhalefetini düzen sınırları içinde tutmakta bir hayli zorlanmaktadırlar. Bu durumda, başta büyük burjuvazi olmak üzere tüm egemen sınıf kesimleri yeni “çareler” aramak üzere derhal harekete geçmekte ve “düzeni korumak” adına kendi demokrasilerini (burjuva parlamenter rejimi) rafa kaldırmayı ciddi bir şekilde gündeme getirmektedirler. Böylesi dönemlerde kendi partilerini ve politikacılarını da gözden çıkaran bu egemen sınıf kesimleri, düzeni korumaları için geleneksel-statükocu devlet güçlerini (asker-sivil bürokrasi) derhal “göreve” çağırmakta ve parlamenter rejime müdahale etmeleri, ya da siyasal iktidara açıktan el koymaları için bu güçleri el altından destekleyip, teşvik etmektedirler. Türkiye’nin 27 Mayıs 1960 askeri darbesinden günümüze uzanan son 50 yıllık siyasal tarihi, yukarıda yaptığımız saptamanın doğruluğunu gözler önüne seren pek çok örnekle doludur. Nitekim bu örneklerden ilkini de bizzat 27 Mayıs askeri darbesinin kendisi oluşturmuştur. Yazımızın bundan önceki bölümünde etraflıca değindiğimiz üzere, kapitalistleşme sürecindeki Türkiye’nin ilk askeri darbesi olan 27 Mayıs darbesi, Türkiye’de devlet ağırlıklı kapitalizmden özel sermaye ağırlıklı kapitalizme geçiş sürecinin sancıları içinde gerçekleşmiş bir darbeydi. Daha önce de belirttiğimiz üzere, bu darbe, onu yapanların öznel niyetlerinden bağımsız olarak, Türkiye’de devlet ağırlıklı kapitalizmden özel sermaye ağırlıklı kapitalizme geçiş sürecini hızlandıran siyasal bir işlev yerine getirmiştir. Bu bakımdan, 27 Mayıs darbesi de tıpkı kendinden sonraki askeri darbeler gibi, son tahlilde yerli büyük burjuvazinin işine yarayan bir darbe olmuştur.Türkiye’de devlet ağırlıklı kapitalizmden özel sermaye ağırlıklı kapitalizme geçiş sürecinin birinci evresi esas olarak 1950’lerde yaşanmıştı. Bu sürecin ikinci evresi ise 1960-80 arasında yaşanacaktı. Bu ikinci evrenin özelliği, bu dönemde hem devlet hem de özel sermaye yatırımlarının önemli artışlar gösterdiği sıçramalı bir kapitalist sanayileşme sürecinin yaşanmış olmasıdır. Bu sürecin başından itibaren emperyalist sermayeyle yakın bir işbirliği ve ortaklık içinde hareket eden yerli büyük burjuvazi, özellikle 1960’ların sonlarına doğru hem sanayide hem de finans sektöründe tekelci bir yapılanma içine girerek, sıçramalı bir gelişme gösterdi. 1960’dan 1980’e kadar süren bu ikinci evrenin ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerine baktığımızda, tüm bu gelişmeler üzerinde esas belirleyici olanın, yerli büyük burjuvazi ile ABD emperyalizmi olduğunu görmekteyiz.Yerli büyük sermaye ile emperyalist sermayenin ortaklık ve işbirliğine dayanan Türkiye’deki tekelci kapitalist gelişme, 1960’ların ikinci yarısından itibaren ekonomik ve sosyal alanda geleneksel yapıların hızla çözülmesini, toplumsal çelişkilerin artmasını ve buna bağlı olarak sınıf mücadelesinde ani yükselişleri de beraberinde getirmiştir. Türkiye’de sınıf mücadelesinin yükselmesi ve giderek keskinleşmesi ise, esasen köklü bir tarihsel geçmişe sahip olmayan ve yıllardan beri gerçek bir sınıf mücadelesinin basıncından da uzak yaşamış bulunan yerli büyük burjuvaziyi esaslı bir şekilde ürkütecekti. Sınıf mücadelesindeki bu yükselişe her bakımdan hazırlıksız yakalanan ve korkuya kapılan yerli büyük burjuvazinin yardımına, 1950’den beri Türkiye’de burjuva devletin en yakın müttefiki ve “akıl hocası” konumunda bulunan ABD emperyalizmi koşacaktı şüphesiz. Nitekim yükselen sınıf mücadelesini bastırmak için burjuva devletin bu dönemde uyguladığı yöntemlerin, ABD emperyalizminin diğer azgelişmiş kapitalist ülkelerde sınıf mücadelelerini bastırmak için uyguladığı karşı-devrimci yöntemlerle çok benzeşmesi de bu yüzdendir.

Güdümlü tekelci kapitalist sanayileşme

27 Mayıs darbesiyle açılan yeni dönemde burjuva devlet, önüne “planlı kapitalist kalkınma” hedefini koymuş ve bu amaçla beş yıllık kalkınma planları hazırlatmıştı. Hazırlanmasına yabancı uzmanların da katıldığı bu kalkınma planlarından ilki, 1963-67 yıllarını kapsayan birinci beş yıllık kalkınma planıdır. Bu ilk beş yıllık kalkınma planı, kapitalist ekonomide yıllık %7 büyümeyi öngörüyordu. Burada dikkat çekici olan, Gayri Safi Milli Hasılada (GSMH) öngörülen bu %7’lik artışın dağılımıdır. 1950-60 arasında tarımda yıllık ortalama %5 olan büyüme oranı yeni planda %4’e düşürülürken, sanayide yıllık ortalama %6 olan büyüme oranı yeni planda %12’ye çıkarılıyordu. Yani sanayideki büyüme oranında yüzde yüzlük bir artış öngörülüyordu planda. Sanayileşmeye öncelik tanıyan ve asıl olarak yerli büyük burjuvazi ile ortağı emperyalist sermayenin arzularını yansıtan bu kalkınma planı, özel kapitalist yoldan sanayileşmeye mutlak ağırlık vermeleri gerektiğini emrediyordu Türkiye’yi yönetecek olan burjuva hükümetlere.Nitekim 1960-70 yılları arasında ülkeyi yöneten burjuva hükümetler (ilkin CHP-AP-YTP koalisyon hükümeti ve ardından tek başına AP hükümeti), bu beş yıllık planların emrettiği doğrultuda hareket ederek kapitalist sanayileşmenin önünü açıcı kararlar aldılar ve devletin mali kaynaklarını bu alana yönlendirdiler. Bu dönemde burjuva devlet, özel kapitalist sanayileşmenin altyapısını oluşturacak yatırımlara yönelirken (ulaşım, iletişim, maden, enerji vb.), yerli büyük burjuvazi de yabancı sermayeyle patent anlaşmaları yapıyor ve dayanıklı tüketim malları sanayiinde ortak yatırımlara girişiyordu. Özel teşebbüse dayanan bu kapitalist sanayileşmenin dikkat çekici yönü, daha önce ithalat yoluyla ülkeye mamul olarak giren dayanıklı tüketim mallarının (elektrikli ev aletleri, otomotiv vb.) şimdi içerde üretiliyor olması, daha doğrusu yabancı firmalarla yapılan patent anlaşmaları sonucunda bu malların montajının ülke içinde yapılmasıydı. Böylece, esasen ithal edilen ara malların nihai montajının ülke içinde yapılmasına dayanan ve adına “ithal ikameci” denilen bir “sanayileşme hamlesi (!)” başlamış oluyordu Türkiye’de. Yabancı Sermayeyi Teşvik Yasası 1954 yılında çıkarılmış olmasına karşın, 1960 yılına kadar Türkiye’ye giren doğrudan yabancı özel sermaye yatırımlarının miktarı devede kulak kalmıştı (1950-60 arasında 38,8 milyon dolar). Fakat 60’lı yıllardan itibaren yabancı özel sermaye yatırımları dişe dokunur bir şekilde artmaya başlayacaktı (1960-70 arasında 77,8 milyon dolar). Yabancı sermaye önce ilaç, boya, deterjan ve kimya sanayiine yatırım yapmıştı. Daha sonra ise yerli büyük burjuvaziyle ortak şirketler kurarak, dayanıklı tüketim malları sanayiine yatırım yapmaya başlayacaktı. Bu temelde, özellikle İstanbul ve çevresinde dayanıklı tüketim malları üreten montaj fabrikaları kurulmaya başlanmıştı. Emperyalist sermaye bu “ortak yatırımlar” sayesinde, Türkiye’de emeği doğrudan sömürebilmek için ihtiyaç duyduğu yerli bir “ortağa” da kavuşmuş oluyordu böylece! Nitekim yerli büyük burjuvazi ile emperyalist sermaye kurdukları bu ortaklık sayesinde, Türkiye’de emeği birlikte sömürüp artı-değeri birlikte paylaşacaklar ve elde ettikleri sermaye birikiminin küçük bir kısmını Türkiye’de yeniden yatırıma sokarak, büyük kârlar sağlamayı sürdüreceklerdi. Ama burada en kazançlı olan gene yabancı sermayeydi. Çünkü yabancı firmalar (özellikle otomobil firmaları) kendi firmalarının isim hakkından yararlanarak Türkiye’de montaj sanayiine yaptıkları sınırlı yatırımlarla, sektörün bütününü kontrolleri altında tutma imkânını elde edebiliyor ve başka firmaların bu alana girmesini engelleyerek kendi çıkarlarına bir tekel durumu oluşturabiliyorlardı. Bu tekel durumunun yabancı sermayeye sağladığı olanak ise şuydu: En az yatırımla, üretimin ve kârın en büyük bölümü üzerinde egemenlik kurmak! 1960-70 yılları arasında Türkiye’de yatırıma girişen yabancı sermaye grupları ve onlarla ortaklık ve işbirliği içinde bulunan yerli büyük sermaye çevreleri, burjuva devletin kendilerine sağladığı ayrıcalıklardan yararlanarak daha baştan tekelci bir konum elde etmişlerdi Türkiye ekonomisi içinde. Bu tekelci konumun ilk gerçekleştiği alan, hammadde ithalatıyla ilgiliydi. O dönemdeki burjuva hükümetlerin uyguladığı dış ticaret rejimi, bazı malların ithalat tekelini (örneğin nihai montajı Türkiye’de yapılacak olan bazı ara malların hammadde olarak içeri girmesi) özel bir izinle yalnızca bu yerli-yabancı ortaklıklara vermiş bulunuyordu. Bu yerli-yabancı ortaklıklar hammadde ithalatında elde ettikleri tekelci konumu, daha sonra kredi, üretim ve ticaret alanında da elde edeceklerdi. Böylece, yerli ve yabancı büyük sermayelerin ortaklığına dayanan tekelci firmalar, uzun yıllar boyunca piyasada hiçbir rekabetle karşılaşmaksızın üretimi ve fiyatları istedikleri gibi belirleyebilecek ve bütün bir pazarı kontrolleri altında tutabileceklerdi.1960’larda başlayan ve adına “ithal ikameci sanayileşme” denen bu tekelci kapitalistleşme sürecinin, emperyalist sermayeyle ortaklık kuran yerli tekelci burjuvaziye ne gibi avantajlar sağladığını, vereceğimiz şu tek bir örnek bile yeterince gözler önüne sermektedir! Daha önce yurt dışından ithal edilen bir kamyon o yıllarda 60 bin Türk lirasına satılırken, bu kamyon Türkiye’de üretilmeye başladıktan sonra 130 bin Türk lirasına satılır olmuştur. Nitekim o dönemin istatistikleri, Türkiye’de satılan Türk sanayi mallarının fiyatlarının, genel olarak Ortak Pazar mallarının fiyatlarından %80 daha yüksek olduğunu göstermektedir. Bu farkın %41’i üretilen malların üzerine binen dolaylı vergilerden, %28’i kâr haddinin yüksekliğinden, %31’i de ithal edilen hammaddelerin fiyatının yüksekliğinden ileri gelmekteydi.[i] Bu durumda, hem burjuva devlet hem yerli büyük sermaye hem de yabancı sermaye cebini doldururken, emekçi halk kitlelerinin iliğine kadar sömürüldüğü çok açık bir gerçekliktir. Emperyalist sermayeyle ortaklık kurmuş olan yerli büyük burjuvazi bu yıllarda Türkiye’nin özellikle dört büyük kentinde (İstanbul, İzmir, Ankara, Adana) mevzilenmiştir. Eskiden yalnızca ticaretle ilgilenen ve yabancı firmaların yurt dışında ürettikleri malların ithalat tekelini elinde bulunduran yerli büyük burjuvazi, şimdi aynı malları içerde kendisi üretiyor (daha doğrusu “montajını” yapıyor), toptan dağıtımını ve perakende satışını da kendisi örgütlüyordu. İç pazardaki tekelci konumunu bu dağıtım ağı yoluyla daha da derinleştiren yerli büyük burjuvazi, emperyalist sermayeyle kurduğu tatlı ortaklık sayesinde, Anadolu kentlerindeki (taşra) sermaye sahibi orta ve alt grup burjuvaları da hiyerarşik bir yapı içerisinde kendisine bağımlı hale getirecekti. Daha sonraki yıllarda Türkiye’de büyük finans kapital oluşumlarını (büyük holdingleri) meydana getiren tekelci sermaye gruplarının ilk nüveleri (Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, OYAK vb.) işte bu süreçte oluşmuştur. Her kademesinde tekelci yapıların hâkim olduğu bu hiyerarşik sömürü mekanizmasının en tepesinde ise, emperyalist metropollerin tekelci sermayesi yer alıyordu kuşkusuz!60’lı yılların ikinci yarısından itibaren sıçramalı bir gelişme kaydeden bu ithal ikameci-tekelci kapitalist “sanayileşme”, kendi temelleri üzerinde gelişip genişleyen bir sanayileşme değildi kuşkusuz. Teknoloji, hammadde, enerji ve kredi ihtiyacı bakımından sürekli dışa bağımlı olan ve bu yüzden de istikrarlı bir gelişme gösteremeyen, dengesiz bir sanayileşmeydi bu. Ülkedeki bu sınaî faaliyet, miktarı gittikçe artan bir ithalatla ve dolayısıyla sürekli büyüyen bir dış borçlanmayla yürüyebiliyordu ancak. Bir süre sonra Türkiye, borçlarını ödeyebilmek için de borç alan, yani borcunu da borçla ödeyen bir ülke haline gelecekti. Dolayısıyla, sürekli dış borçlanmaya (dövize) ihtiyaç duyduğu için ikide bir tıkanan bu tekelci sanayileşme süreci, bu yüzden ne yeterli bir iş hacmi yaratabilecek ne de iç pazarı tam olarak genişletebilecekti. Türkiye’deki gelir düzeyinin düşüklüğü nedeniyle, bu tekelci montaj sanayinin ürettiği dayanıklı tüketim malları da gelir düzeyi yüksek olan sınırlı sayıda bir tüketici kitlesi tarafından satın alınabiliyordu ancak. Bu sınırlı tüketici kitlesi, genellikle İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi büyük kentlerde yoğunlaşmış durumdaydı. Gelişmiş kapitalist ülkelerde geniş emekçi kitlelerin de yaygın bir şekilde satın aldığı ve tükettiği dayanıklı tüketim malları, gelir düzeyi son derece düşük olan Türkiye’deki yoksul emekçi kitleler için hâlâ ulaşılması güç “lüks mallar” niteliğindeydi. Bu durumda yerli tekelci burjuvazi bu malların üretimini artırıp, fiyatlarını düşürerek daha geniş kitlelere satışını sağlamak yerine, piyasadaki tekelci konumundan yararlanarak fiyatları daha da yükseltiyor ve kârını bu yolla artırmaya bakıyordu. Bu durumda tüketim malları sanayiine yapılan yatırımlar da sonuçta sınırlı bir düzeyde kalıyor ve bu alanda yeni istihdam olanakları yaratılamıyordu. Bunun doğal bir sonucu olarak, gerek kapitalist hizmet sektörünün, gerekse kapitalist iç pazarın gelişmesi ağır aksak bir şekilde ilerleyebiliyordu. Bunun yarattığı sonuç ise müzmin bir işsizlikti. Yüz binlerce işçi, bu yıllarda yurt dışına gitmek için iş bulma kurumlarının önünde uzun kuyruklar oluşturdular. 1960’lı yıllarda emperyalist ekonomik işleyişin hiyerarşik yapısı içerisine böylece dahil olan Türkiye, bir yandan emperyalist ülkelerde üretilen malların tüketim yeri (pazarı) haline gelirken, diğer yandan da bu ülkelere ucuz hammadde ve ucuz işgücü sağlayan bir ülke haline gelecektir. 1960’larda başlayan ithal ikameci-tekelci sanayileşme süreci, temelde emperyalist sermayeye bağımlı olarak işleyen ve ithalata dayanan bir süreç olduğu için, sonuçta sürekli dış kredi (döviz) ihtiyacı içinde olan ve sürekli dışarıya borçlanan bir kapitalist ekonomik yapı meydana getirmiştir. Bu da kaçınılmaz olarak, hem bir bütün olarak burjuva devletin, hem de tek tek yerli sermaye gruplarının emperyalist sermayeye bağımlılığını sürekli kılmıştır. Daha sonraki yıllarda görüleceği üzere, bu bağımlı kapitalistleşme nedeniyle Türkiye, emperyalist ülkelerin çıkarlarının savunulmasında kendisine adeta hazır kuvvet gözüyle bakılan bir ülke haline gelecektir.

Güdümlü tekelci kapitalist sanayileşmenin sosyal sonuçları

60’lı yıllarda yaşanan bu dışa bağımlı tekelci kapitalist gelişme, her türlü dengesizliğine ve aksaklığına rağmen, kırsal kesimi de içine alan bir genişleme göstermekten geri kalmamıştı. Kapitalist ilişkilerin eski yıllara oranla daha yoğun bir şekilde kıra girmesi ve para ekonomisinin ülkenin en ücra köşelerine kadar ulaşması, kırdaki geleneksel yapıların çözülmesine ve giderek kırlardan şehirlere doğru önemli bir nüfus hareketine yol açıyordu. Özellikle makineli üretimin tarım sektörüne daha yoğun bir şekilde girmesi ve kapitalist tarım yapılan toprakların hem artması hem de giderek belli ellerde yoğunlaşması (orta ve büyük çapta kapitalist tarım yapan çiftliklerinin oluşması), kırsal kesimde muazzam bir işgücü arzı fazlasını açığa çıkaracaktı. Bunlar, topraklarını tamamen yitirmiş ya da kendilerine ait küçük toprak parçasında yaptıkları geleneksel tarımla artık kalabalık ailelerini besleyemez duruma gelmiş yoksul köylü kitlelerdi. Kırsal kesimde tamamen istihdam dışı kalan bu emekçi kitlelerin “iş bulmak” için büyük kentlere göçmek dışında yapacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. Fakat kentlerde de onları “iş” değil “işsizlik” beklemekteydi. Kapitalist sanayileşmenin henüz bu işsiz kitleleri emebilecek düzeye ulaşmadığı kentlerde de “iş” aslanın ağzındaydı çünkü! Sanayinin ve ona bağlı hizmet sektörünün toplandığı illerin sayısı 60’lı yıllarda son derece sınırlıydı. Bu yıllarda tüketim malları sanayiine yapılan yerli ve yabancı sermaye yatırımlarının tamamına yakını birkaç ilde toplanmış bulunuyordu. Bu iller İstanbul-İzmit, Ankara, İzmir ve Adana’dan ibaretti. Dolayısıyla, kırın hızla çözülmeye başladığı 1960’lı yıllarda en büyük göçü alan iller, başta İstanbul olmak üzere bu sayılan iller olacaktı. Bu illere, “organize sanayi bölgeleri”nin kurulduğu Bursa, Denizli, Gaziantep, Mersin vb. gibi iller katılacaktı 1970’li yıllarda.Sanayi sektörü ve ona bağlı hizmetler sektörünün güçsüzlüğü nedeniyle iş hacminin son derece düşük olması, iş bulma umuduyla kentlere göç eden fakat iş bulamayan kırın emekçilerini, bir işsizler ordusu halinde kentlerin etrafında toplaşmaya mecbur etmişti. Makineli üretimin tarıma girişiyle birlikte, kırdaki geleneksel yapıların çözülmesinin kentlerdeki sanayileşmeden daha hızlı olması, kırsal kesimden kentlere göç etmek zorunda kalan işsizler kitlesini her geçen gün daha da büyütüyordu. Yerli ve yabancı sermayenin tüketim malları sanayisine yaptığı yatırımlar, bu işsizler ordusunu emmeye yetecek bir genişliğe hiçbir zaman ulaşamayacaktı. Bu durum işsiz kitlelerin sosyal yaşamında kalıcı iki temel sonuç yaratacaktı. Birincisi kitleler halinde Avrupa emek pazarına göç etmek, ikincisi ise İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi büyük kentlerin etrafında gecekondu “kentler” oluşturmak!Önce İstanbul’da oturan vasıflı işgücünü çekecekti Avrupa’nın emek borsaları. Fakat daha sonra Anadolu köylerinden de Avrupa’ya vasıfsız işçi akını başlayacaktı. 1962 yılında Avrupa’ya giden işçilerin %53’ünü sadece İstanbul’dan giden işçiler oluştururken, bu sayı 1969 yılında %5’e düşer. Buna karşılık, aynı yıl içinde kırsal bölgelerden Avrupa’ya giden işçilerin sayısı ise genel toplam içinde %85’e ulaşır. Çünkü vasıflı olsun olmasın, Avrupa’nın bu yıllarda kitlesel işgücüne ihtiyacı vardır. Avrupa tekelci sermayesi bu yıllarda Türkiye burjuvazisiyle kurduğu ortaklık ve Türk devletiyle yaptığı anlaşmalar sayesinde, Türkiye işçi sınıfını hem Türkiye’de hem de Avrupa’da doğrudan sömürme imkânını elde etmiş bulunuyordu. Bu bakımdan Türkiye bu yıllarda Avrupa sermayesi için ucuz bir işgücü cenneti oluşturacaktı. Avrupa sermayesi Türkiye’den çektiği bu ucuz işgücünü, madenlerde, inşaatlarda, fabrikalarda çalıştırarak iliğine kadar sömürdü ve elde ettiği sermaye birikimiyle kapitalist ekonomisinin sürekli büyümesini sağladı. 1971 yılında Avrupa’da 700 bin Türkiyeli işçi çalışmaktaydı. Bugün bu sayı üç milyonu bulmuş durumdadır.Bu yıllarda Avrupa’ya gidemeyip, iş bulma umuduyla İstanbul, Ankara, İzmir, Adana gibi büyük kentlere göç eden emekçi kitlelerin büyük bir çoğunluğu ise, bu kentlerin varoşlarında biriken işsizler ordusuna katılacaklardı. “1964 yılında 13 büyük şehir merkezinde yapılan sayımlara göre, 1 milyon 800 bin kişi, en basit sağlık şartlarından yoksun, mülkiyeti başkalarına ait arazilerde kaçak olarak inşa edilmiş gecekondularda yaşıyordu. Bu 1 milyon 800 bin kişinin çok büyük bir çoğunluğu, 1 milyon 590 bin kişisi Türkiye’nin en büyük dört şehir merkezinde bulunmaktaydı. Bu dört büyük merkezde gecekondu sayısı toplam konut sayısının %40’ı ile %65’ini teşkil ediyordu. Ankara nüfusunun %60’ı, İstanbul nüfusunun ise %45’i gecekondularda yaşamaktaydı. Bu oran İzmir’de %35, Adana’da %45’ti.”[ii] Yukarıdaki rakamların çok açık bir biçimde sergilediği Türkiye’deki gecekondu gerçeği (ya da bozuk kentleşme olgusu), 60’lı yıllarda başlayan dışa bağımlı-tekelci kapitalist sanayileşmenin yarattığı sosyal bir gerçeklikti aslında. Büyük kentlerin hemen yanıbaşında oluşan bu “gecekondu kentler”deki yaşam, sistemin bağrındaki tüm çelişkileri ve çarpıklıkları bütün yönleriyle gözler önüne seriyordu. Bir yanda tarımdaki makineleşmenin ortaya çıkardığı işsiz yığınların kentlere akın etmesi, diğer yanda ise birkaç kente sıkışıp kalmış yetersiz bir sanayileşmenin bu işsiz yığınları mas edememesi. Dışa bağımlı çarpık tekelci kapitalist sistemin bizzat kendisinin yarattığı, fakat aradan geçen 50 yıla rağmen bugün hâlâ gideremediği temel bir çelişkidir bu! Bu yıllarda sanayi sektöründeki artı-değerin büyük bir kısmı yurt dışına çıktığı için ve tarım sektöründe tarım burjuvazisinin elinde biriken artı-değerin büyük bir kısmı da genellikle büyük kentlerde çok kârlı olan gayrimenkul piyasasına (arsa spekülasyonuna) yatırıldığı için, ülke içinde yaratılan toplam artı-değerin ancak çok küçük bir kısmı yeniden sanayi sektörüne girebiliyordu. Bu nedenle de sanayi sektöründe yaratılan iş hacmi her zaman yetersiz kalacaktı. Bu durumda gecekondu kentlerde yoğunlaşan işsiz emekçi kitlelerin ancak çok az bir kısmı iş bulup sanayi proletaryasının saflarına katılırken, geri kalan kısmı ya lümpen-proletaryanın saflarını sıklaştırıyor, ya da süresi belli olmayan ve hiçbir sosyal güvencesi bulunmayan geçici ve istikrarsız işlerde (seyyar satıcılık, inşaatlarda geçici işçilik, hamallık vb.) çalışmak zorunda kalıyordu. Aslında bu kesim, gerçekte bir “gizli işsizler” kategorisini meydana getirmekteydi! Örneğin, bu yıllarda İstanbul’da eski gecekondu mahallelerinde yaşayan nüfusun ancak %30’u çalışan nüfusu oluşturuyordu. Bu oran yeni kurulan gecekondu bölgelerinde (İstanbul’un Anadolu yakasında) %20’ye düşüyordu. Üstelik bu çalışan nüfusun da ancak %40-45’i gerçekten sanayi sektöründe iş bulup çalışabilenlerden oluşuyordu. Ortaya çıkan bu tablo, 60’lı yıllarda köylerden kentlere göç eden işsiz emekçi kitlelerin kentleri kuşatmış olduklarını, fakat buna rağmen kent yaşamından tamamen ayrı, kendi içine kapalı bir çember halinde yaşadıkları gerçeğini ortaya koymaktadır. Kendi içine kapalı bir yaşam sürdüren bu gecekondu bölgelerindeki emekçi halk, son derece zor koşullarda yaşamını sürdürmekte ve kentin hiçbir sosyal ve kültürel imkânından yararlanamamaktaydı (tabii, bu durum bugün de aynen devam etmektedir). Üstelik gecekondu bölgelerinde yaşamak zorunda olan bu emekçi kitleler, yalnızca çalıştıkları zaman değil, başlarını sokacak bir dam yapmaya kalktıklarında da ağır bir sömürüye maruz kalmaktaydılar. Büyük kentlerde kızışan arazi spekülasyonu nedeniyle, gecekondu yapılabilecek hazine arazilerine de “gecekondu ağası” tabir edilen ve mafya gibi çeteleşen “uyanık”lar el koymuş durumdaydı. Bunlar burjuva devletin içinde kendileri gibi “uyanık” olan kimi görevlilerle birlikte çalışıyor ve rantı da birlikte paylaşıyorlardı. Başını sokacak bir gecekondu yapmak için bir parça arsa çevirmek isteyen işsiz emekçiler ise bu gecekondu ağalarına büyük paralar ödemek zorunda kalıyorlardı. Bu yıllarda büyük kent burjuvazisi ile tarım burjuvazisinin elinde biriken servetlerin önemli bir kısmı, büyük kent merkezlerinde gayrimenkul yatırımlarına yönelmişti. Arsa spekülâsyonu nedeniyle büyük kent merkezlerindeki inşaat arazileri de aşırı derecede pahalılaşmış durumdaydı. Bu arsalar üzerinde konutlar inşa edilecek olsa bile, bu konutları satın alabilecek gelir düzeyine sahip yeterli bir müşteri kitlesi (orta sınıf denen) henüz oluşmuş değildi kentlerde. Öte yandan burjuva devletin de sosyal konut yapmak gibi bir derdi yoktu bu dönemde. Kaldı ki, böyle bir şeye niyetlense bile, bunu yapacak mali kaynaklara sahip bulunmuyordu. Çünkü bu dönemde devletin elinde biriken mali fonlar, öncelikle emperyalist sermayeyle ortaklık kurmuş bulunan yerli büyük burjuvazinin “yatırım projelerine” tahsis edilmek zorundaydı! Bu durumda inşaat sektörünün yaygın bir şekilde gelişebilmesi de sözkonusu olamazdı elbette. Bu nedenle, 60’lı yılların başlarında inşaat sektörü neredeyse iki uç noktada kutuplaşmış durumdaydı. Bir yanda çok yüksek gelir grubuna (burjuvaziye ve onun iş yöneticilerine) hitap eden lüks inşaat sektörü, diğer yanda ise geniş yoksul emekçi kitlelerin kendi göbeklerini kendilerinin kesmesi anlamına gelen “gecekondu inşaatı sektörü”! Birbirine taban tabana zıt bu iki “sektör”ün, birbirine nazire yaparcasına yan yana gelişmeleri, Türkiye kapitalizminin dışa bağımlı çarpık gelişmesini pek güzel yansıtmaktaydı doğrusu! Her türlü altyapıdan ve sosyal imkândan mahrum bulunan ilkel gecekonduların hemen yanıbaşında, ihtişamla yükselen lüks inşaatlar, Türkiye’deki dışa bağımlı, çarpık tekelci kapitalist sanayileşmenin sosyal sonuçlarını çarpıcı bir biçimde sergileyen bir tablo görünümündeydi adeta!Bu dönemde servetlerin hem küçük bir azınlığın elinde yoğunlaşması, hem de bu servetlerin istihdam yaratacak yeni yatırımlara girmemesi, merkezi devleti ve mahalli idareleri (belediyeler) mali kaynaklardan da (vergi) yoksun bırakıyordu. Bu durumda burjuva devlet, ne Batı’da olduğu gibi bir sosyal reform politikası uygulayabiliyor, ne de belediyeler eliyle bir sosyal konut politikası izleyerek emekçi kesimleri düzene entegre edecek önlemler geliştirebiliyordu. Bunun burjuva düzen açısından taşıdığı risk ise, kentleri kuşatan gecekondu bölgelerinde çelişkilerin yoğunlaşması, derinleşmesi ve bu alanların sınıf mücadelesinin patlamalı alanları haline gelmesidir. Fakat bu durumun farkında olan yerli büyük burjuvazi ve emperyalist ortakları, gecekondu bölgelerindeki işsiz emekçi kitleleri “sosyal reformlarla” olmasa bile başka yollarla yatıştırmanın yolunu bulacaklardı gene de! Burjuvazinin sadık partileri, çoğunluğu nesnel olarak lümpen-proletaryanın saflarını oluşturan ve bilinç düzeyi bakımından örgütlü işçilerden çok uzakta bulunan bu işsiz kitleleri, çeşitli vaatlerle (başta tapu dağıtma vaadi olmak üzere, pek çok seçim vaadiyle) kandırıp, kendilerine yedeklemeyi başaracaklardı. Yedek sanayi ordusunu oluşturan gecekondu bölgelerinin bu “gizli işsiz” kitleleri, kendi sınıflarını değil, kendilerinin gerçek düşmanı olan burjuvaziyi kör bir bilisizlik içinde yıllarca destekleyeceklerdi. Bu dönemde gecekondu bölgelerinin işsiz kitleleri içinden devşirilen gruplar, ABD emperyalizmi ve burjuva devletin birlikte hazırlayıp uyguladıkları bir plan dahilinde, sosyalistlere ve örgütlü işçi hareketine karşı vurucu güç olarak kullanıldılar. Emperyalizm ve onun ortağı yerli büyük burjuvazi, bu grupları genellikle dinî ve şoven milliyetçi propagandalarla örgütleyerek harekete geçirdi. Öte yandan, gecekondu bölgelerinin bu işsiz emekçi kitleleri, burjuvazi açısından ucuz bir işgücü deposu oluşturdukları için, örgütlü işçi sınıfının (sendikaların) işverenler karşısında pazarlık gücünü zayıflatan olumsuz bir rol de oynayacaklardı nesnel olarak!


[i] aktaran Gülten Kazgan, 100 Soruda Ortak Pazar ve Türkiye, Gerçek Yay., 1970
[ii] Aktaran: S. Yerasimos, Azgelişmişlik Sürecinde Türkiye, Gözlem Yay., 1976, s.587

31 Ağustos 2008
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /VIII

8.bölüm

turk_siyasetinin_bir_donemine_yon_veren_parti_adalet_partisi_h335_a1cfc.jpg

Güdümlü-tekelci kapitalist sanayileşmenin siyasal sonuçları

Bundan önceki bölümde, Türkiye’deki dışa bağımlı tekelci kapitalist sanayileşme sürecinin ekonomik ve sosyal yapıda meydana getirdiği değişimler üzerinde durduk. Bu bölümde ise, bu ekonomik ve sosyal değişimlerin siyasal yaşama nasıl yansıdığını ve ne gibi sonuçlar doğurduğunu irdelemeye çalışacağız. Daha önce de belirttiğimiz üzere, 1960’lara kadar ağır aksak bir şekilde ilerleyen Türkiye’deki kapitalist sanayileşme süreci, 60’lı yıllarda başlayan ithal ikameci sınai yatırımlar sayesinde sıçramalı bir gelişme gösterecekti. Sanayideki bu sıçramalı gelişme, hem sanayi proletaryasının nicelik ve nitelik olarak gelişimini hızlandırmış, hem de sınıf mücadelesi eğrisinde ani bir yükselişe yol açmıştı. İşçi sınıfının örgütsüz ve her türlü haktan yoksun bulunduğu yıllarda ciddi bir sınıf mücadelesiyle karşılaşmamış ve bu bakımdan üzerinde hiçbir basınç hissetmemiş olan yerli büyük burjuvazi, sınıf mücadelesinin 60’lardaki bu ani yükselişi karşısında ciddi bir bocalama içine girecekti. Tam da yabancı sermayeyle ortaklık kurup tatlı kârlar elde etmeye başladığı bir dönemde karşısına dikilen bu sınıf mücadelesi engeli, esaslı bir şekilde ürkütmüştü burjuvaziyi. Bu koşullarda tam olarak ne yapacağını bilmez durumda olan yerli büyük burjuvazinin yardımına, TC’nin en yakın askeri ve siyasi müttefiki ABD emperyalizmi koşacaktı şüphesiz! ABD egemenleri, bir NATO üyesi ve aynı zamanda SSCB’nin sınır komşusu olan bir ülkede sınıf mücadelesinin gelişerek kapitalist düzeni tehdit edici boyutlara ulaşmasının, yalnızca o ülkenin burjuvazisi açısından değil, emperyalist-kapitalist sistemin genel çıkarı açısından da ne denli tehlikeli bir durum oluşturduğunun bilincindeydi. İşte bu nedenledir ki, işler Türkiye’de daha o “tehlikeli” safhaya gelmeden ABD’li yetkililer derhal harekete geçecek ve sınıf mücadelesinin bu “tehditkâr” yükselişi karşısında ne gibi “güvenlik” önlemleri (siyasî, askerî, polisiye vb.) almaları gerektiği konusunda Türk makamlarını uyarmaya başlayacaklardı. ABD’li yetkililerin o dönemde yerli burjuvazinin temsilcileriyle ve burjuva devletin ilgili birimleriyle sık sık “bilgi alışverişinde” bulunmaya başlamalarının nedeni bu olsa gerektir! Öte yandan, bu “bilgi alışverişi”nin, ABD’li yetkililerin Türk makamlarını yaklaşan “tehlike” karşısında “uyarması”, “bilgilendirmesi”, “bilinçlendirmesi” ve de fiilen “yönlendirmesi” şeklinde olduğuna hiç kuşkumuz yok. ABD emperyalizmine göre, alınması gereken önlemlerin başında, bir NATO üyesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) içyapısını düzene sokmak ve iç hiyerarşisini yeniden tesis etmek geliyordu. Çünkü TSK’nın hiyerarşik yapısı (emir-komuta zinciri), alt rütbeli subayların gerçekleştirdiği 27 Mayıs 1960 darbesiyle esaslı bir şekilde kırılmış ve ardından gelen iki darbe girişimiyle de (Albay Talat Aydemir’in önderliğindeki 22 Şubat 1962 ve 21 Mayıs 1963 darbe girişimleri) “tehlikeli” bir şekilde bozulmuş bulunuyordu. Bu durumda, TSK içindeki emir-komuta zincirinin sağlam temellerde yeniden tesisi, hem Türkiye’deki kapitalist düzenin “bekası” açısından, hem de Türkiye’nin dahil olduğu emperyalist ittifakın (NATO) bölgedeki çıkarları açısından yaşamsal bir önem taşımaktaydı ABD ve Türk egemenleri için! Alınması gereken ikinci önlem, Türkiye’de ortaklık kurmuş bulunan yerli ve yabancı büyük sermayenin ekonomik çıkarlarını savunacak ve bu bağlamda ABD’ye, NATO’ya, ikili anlaşmalara sadık kalacak bir siyasal iktidar yapılanmasının bir an önce oluşturulmasıydı. Ama mevcut burjuva parlamenter yapı içerisinde böyle bir iktidarın oluşturulabilmesi için de öncelikle yerli sömürücü egemen sınıflar bloku içindeki çatlağın giderilmesi, yani kent büyük burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri arasında bozulan ittifakın yeniden tesisi gerekiyordu.[1] Fakat öte yandan, bu ittifakın kurulması da yeterli değildi tabii ki. İki egemen sınıf kesimi arasında kurulan bu ittifakın, burjuvazinin bir diğer kesimini oluşturan geleneksel devletlû sınıfın, yani kendilerini cumhuriyetin kurucusu ve kollayıcısı olarak gören yüksek askerî bürokrasinin de desteğini alması gerekiyordu. Bu da ancak, ordu içinde emir-komuta zincirinin (iç hiyerarşinin) yeniden sağlanmasıyla ve yüksek komuta kademesinin, burjuva iktidar blokunun emrine girmesiyle mümkün olabilecek bir şeydi. Üçüncü önlem, yükselmekte olan işçi hareketinin önünün kesilmesiyle ilgiliydi. ABD emperyalizmi ve yerli büyük burjuvazi, Türkiye’de işçi hareketinin gelişimini frenleyebilmek için öncelikle sendikal hareketin kontrol altına alınması gerektiği konusunda anlaşmış durumdaydılar 1960’larda. Bu konuda attıkları ilk adım ise, o yıllarda mevcut tek sendikal konfederasyon olan Türk-İş üzerinde burjuva devletin denetimini sıkılaştırmak oldu. Türk-İş bu yolla mücadeleci sınıf sendikacılığından mümkün olduğunca uzak tutulacak ve burjuva devletin kontrolü altında güdümlü, uzlaşmacı bir sendikal hareket konumunda tutulacaktı. Bu güdümlü sendikal hareket, daha sonra komuoyuna “partiler üstü” ya da “siyaset dışı” sendikacılık (!) diye lanse edilecek olan harekettir. Dördüncü önlem, Türkiye’de işçi sınıfı temelinde gelişebilecek olan devrimci sosyalist siyasal hareketin ne pahasına olursa olsun önünün kesilmesiyle ilgiliydi. Bu konuda atılacak adımların başında ise, Türkiye’deki dinci ve milliyetçi sağ güçlerin sosyalist harekete karşı birer vurucu güç olarak kullanılması geliyordu. Ama bunu yapabilmeleri için de, öncelikle bu güçleri azılı anti-komünist, anti-Sovyet örgütlerin çatısı altında toparlamaları gerekiyordu. Daha sonra ise bu anti-komünist sağcı örgütler, ABD emperyalizminin planladığı ve yerli büyük burjuvazinin aktif olarak desteklediği bir soğuk savaş stratejisi çerçevesinde harekete geçirileceklerdi. Bu örgütler zamanla anti-komünist, anti-Sovyet kitle eylemleri düzenleyecek ve bu eylemlerle kışkırttıkları kitleleri, henüz daha yolun başında olan sosyalist hareketin üzerine salacaklardı. ABD emperyalizmini yukarıda sıraladığımız önlemleri almaya iten şeyin sadece ortağının (yerli büyük burjuvazinin) çıkarlarını koruma güdüsü olmadığı açıktır. ABD’yi Türkiye’de bu önlemleri almaya iten esas neden, Sovyetler Birliği’nin sınır komşusu olan Türkiye’nin jeopolitik konumunun, emperyalist sistemin çıkarları açısından taşıdığı önemdi. Bilindiği gibi, ikinci emperyalist paylaşım savaşından en kazançlı çıkan emperyalist devlet ABD olmuştu. 60’lı yıllara gelindiğinde de ABD emperyalist sistemin tartışmasız hegemon gücü konumundaydı. ABD’nin bu konumunu diğer emperyalist devletler de de facto kabullenmiş durumdaydılar o dönemde. Dolayısıyla, emperyalist güçler arasında şimdiki gibi bir hegemonya mücadelesinin söz konusu olmadığı 60’lı yıllarda asıl çatışma, emperyalist-kapitalist sistemin tek hegemon gücü olan ve dünya üzerindeki nüfuz alanlarını daha da genişletmek isteyen ABD emperyalizmi ile buna karşı çıkan ve ABD’nin önünde fiili bir engel oluşturan SSCB arasında geçiyordu. İki karşıt sistemin temsilcileri olarak, ekonomik, siyasî, askerî her alanda karşı karşıya gelen bu iki süper güç arasındaki rekabet ve nüfuz yarışı, birbirlerine karşı yürüttükleri sürekli bir soğuk savaş biçimine bürünmüş durumdaydı. Bir NATO üyesi olan kapitalist Türkiye de bu savaşta ABD emperyalizminin yanında saf tuttuğu için, doğrudan soğuk savaşa dâhil olmuş bulunuyordu. Bu yıllarda Türkiye’de bir yandan sınıf mücadelesinde bir yükselişin yaşanması, diğer yandan sosyalizme, SSCB’ye ve genel olarak “sosyalist sisteme” şu ya da bu ölçüde sempati duyan bir sol hareketin gelişmeye başlaması, sadece Türk egemenleri değil, emperyalist sistemin hegemon gücü olan ABD’yi de tedirgin etmişti. Bu nedenledir ki, emperyalist sistemin bu iki “müttefik” gücü (ABD ve Türkiye), Türkiye’de yükselişe geçen işçi hareketini ve solu engellemek için birlikte hareket edecek ve sola karşı planlanan soğuk savaşı birlikte yürüteceklerdi. Ve tabii, Türkiye’deki burjuva demokrasisi de bu soğuk savaş temelinde biçimlenecek ve inişleri çıkışları buna göre olacaktı!

TSK’nın bozulan iç düzeninin yeniden tesisi

1961 seçimlerinden sonra oluşan yeni burjuva parlamentosunda, hiçbir burjuva partisi tek başına mutlak çoğunluğu elde edebilmiş değildi. Milli Birlik Komitesi’nin de desteklediği CHP’nin ‘61 seçimlerinde aldığı oy, 1957 seçimlerinde aldığı oydan da daha azdı (%36,7). Büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin desteklediği iki sağ partinin, yani Adalet Partisi (AP) ile Yeni Türkiye Partisi’nin (YTP) aldıkları toplam oy oranı ise CHP’den fazlaydı (%48,5). Üstelik bu iki sağ parti, seçimlerin yapılacağı yıl kurulmuşlardı ve kapatılan Demokrat Parti’nin (DP) devamı oldukları iddiasıyla seçimlere katılmışlardı. Nitekim DP’nin oyları, gerçekten de bu iki sağ parti arasında bölüşülecekti 1961 seçimlerinde. 1961 seçimlerinin bu şekilde sonuçlanması çok normal bir şeydi aslında. Çünkü 27 Mayıs rejimi eski ekonomik ve sosyal yapılara hiç dokunmamıştı. Bu nedenledir ki, seçmen kitlelerin eski siyasal eğilimlerinde de önemli bir değişiklik meydana gelmemişti. Özellikle kırsal kesimdeki seçmen tercihleri, 1950’lerde olduğu biçimiyle aynen devam ediyordu. Bunun da başlıca nedeni, kırsal kesimdeki (özellikle aşiret bağlarının güçlü bir şekilde hüküm sürdüğü Kürt illerinde) seçmenlerin siyasal tercihlerinin eskiden olduğu gibi gene büyük toprak sahipleri tarafından yönlendiriliyor oluşuydu. Nitekim ‘61 seçimlerinden sonra oluşan yeni burjuva parlamentosundaki milletvekili dağılımı bunu açıkça ortaya koyuyordu. YTP’den seçimlere katılıp parlamentoya giren Doğu ve Güneydoğu illeri milletvekillerinin büyük çoğunluğu, büyük toprak sahiplerinin temsilcileriydiler. Dolayısıyla büyük toprak sahipleri 1950’li yılların parlamentolarında olduğu gibi, bu yeni parlamentoda da önemli bir ağırlığa sahip bulunuyorlardı. Öte yandan, AP de 1961 seçimlerinde hem kent büyük burjuvazisinin hem tarım burjuvazisinin, hem de büyük toprak sahiplerinin (toprak ağaları) temsilcilerini taşımıştı yeni parlamentoya. Böylece, kent büyük burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri 1961-65 döneminde iki ayrı partiyle (AP ve YTP) temsil edilmiş olacaklardı parlamentoda. Yani egemen sınıf cephesi içinde bir önceki dönemde (1950-60) oluşan çatlak, yeni dönemde de hâlâ devam ediyordu. CHP’ye gelince; bu parti 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren subayların, küçük-burjuva aydınların, Kemalist asker/sivil bürokrasinin adeta son sığınağı haline gelmişti ‘61 seçimlerinde. CHP’nin geleneksel olarak milliyetçi-devletçi küçük-burjuva eğilimi temsil ettiğine inanan bu kesimler, CHP’nin seçimleri büyük bir çoğunlukla kazanacağını da umut ediyorlardı. Fakat bu umutları çok çabuk sönecekti. Çünkü CHP seçimlerde çoğunluğu elde edememiş ve DP’nin devamı olduklarını iddia eden iki sağ partiyle (AP ve YTP) anlaşarak bir de koalisyon hükümeti kurmuştu seçimlerden sonra. İsmet İnönü’nün başbakanlığında kurulan bu koalisyon hükümeti, sanayileşmeye öncelik tanıyan ve bu temelde yerli ve yabancı büyük sermayenin çıkarlarını gözeten bir program uygulayacaktı iktidarda kaldığı sürece. Koalisyonda yer alan CHP’nin bu tutumu, ondan çok şey bekleyen küçük-burjuva aydınları, Kemalist bürokrasiyi ve zaten iktidarın sivillere devredilmesinden pek de hoşnut olmayan ordu içindeki radikal eğilimli subayları ciddi bir şekilde hayal kırıklığına uğratmıştı. Nitekim ilerde değineceğimiz üzere, bu kesimler 1965 seçimlerinden sonra CHP’den giderek uzaklaşacak ve kendi Kemalizm anlayışları temelinde, devlet ağırlıklı bir “ulusal kapitalizm”i savunan ulusal kalkınmacı bir siyasal çizgi oluşturmaya yöneleceklerdi. Darbeciliği de içeren ve adına “parlamento dışı muhalefet” hareketi denen bu “radikal” siyasal çizginin ideolojik-teorik esin kaynağı, 1930’ların Kemalizmi ile 1960’ların pek revaçta olan ulusal kalkınmacı “üçüncü dünyacılık” akımı idi! Seçimlerden sonra ordu içinde özellikle alt rütbeli subaylar arasında “huzursuzluğun” giderek artmakta oluşu, hem ABD’yi hem de yerli büyük burjuvaziyi ve büyük toprak sahiplerini endişelendirmekteydi. İşçi ve köylülerin hareketlendiği bir ortamda, bir de ordu içinde radikal eğilimli subayların huzursuzluğunun artması, istikrarın bozulacağından ve düzenlerinin sarsılacağından korkan egemenler için tehlikeli bir gelişmeydi kuşkusuz. Çünkü böyle bir ortamda ordu içinde çıkacak bir karışıklık, emperyalizmin ve yerli ortaklarının kontrolü ellerinden kaçırmalarına neden olabilirdi pekâlâ. SSCB’nin sınır komşusu olan ve bir ayağı Ortadoğu’da bir ayağı Avrupa’da bulunan Türkiye gibi bir ülkede, emperyalizmin kontrolü elden kaçırmasının ne gibi sonuçlara yol açacağı hiç belli olmazdı! Böyle bir durumda, emperyalist sermayenin ve yerli ortaklarının her şart altında başının fena halde ağrıyacağı besbelli bir şeydi. Bu gelişmeler karşısında ABD emperyalizmi ve ortağı yerli büyük burjuvazi derhal harekete geçecek ve 27 Mayıs darbesiyle bozulmuş olan ordu içindeki hiyerarşik yapıyı (emir-komuta zincirini) yeniden tesis etmeye çalışacaklardı. Bunun bir gereği olarak, ‘61 seçimlerinden hemen sonra, TSK içinde yeni atamalar ve görev değişiklikleri gündeme getirildi. Fakat TSK içinde üst komuta kademesinin siyasal iktidarla anlaşarak başlattığı bu girişim, özellikle alt rütbeli subaylar arasında tepkiyle karşılandı. Kendilerini “Silahlı Kuvvetler Birliği” olarak tanımlayan bu subaylar, yüksek komuta kademesinin başlattığı bu tasfiye operasyonuna karşı çıktılar. Bunun 27 Mayıs’ı tasfiyeye yönelik bir hareket olduğunu ileri süren bu subaylar, yeni bir darbe girişiminde bulundular. Albay Talat Aydemir’in başını çektiği darbeci subayların gerekçesi, 61 Anayasası’nın gerekli kıldığı reformların yapılamamış olmasıydı. Darbe girişiminin birincisi 22 Şubat 1962’de, ikincisi ise 21 Mayıs 1963’de olmuştu. Fakat her iki darbe girişimi de İsmet İnönü hükümetiyle anlaşan ordunun üst komuta kademesi tarafından bastırılacaktı. Bunun ardından gelen süreç ise, TSK’nın yüksek komuta kademesini oluşturan ve aynı zamanda NATO bünyesinde de yönetici görevler üstlenmiş bulunan generallerin, orduda bozulmuş olan hiyerarşik yapıyı (emir-komuta zincirini) yeniden sağlamak üzere harekete geçmeleri olacaktı. Tabii bu süreç, ordu içinde yeni çatışmaları ve tasfiyeleri getiren ve nihayet 12 Mart 1971 darbesiyle noktalanan uzun bir süreç niteliğindeydi. Bu bahse, 12 Mart darbesinin tahlilini yaparken yeniden döneceğiz.

Büyük burjuvazinin hegemonyası altında iktidar blokunun yeniden kuruluşu

1961 seçimlerinin sonuçları, hiçbir partinin tek başına hükümet olamayacağını ortaya koymuştu. 1950’li yıllarda DP hem kent büyük burjuvazisinin hem de büyük toprak sahiplerinin temsilcilerini bünyesinde toplamış bir partiydi. Oysa ‘61 seçimlerinden sonra oluşan yeni parlamentoda, bu iki egemen sınıfın temsilcileri iki ayrı partiye (AP ve YTP) bölünmüş durumdaydı. Bu koşullarda hem büyük burjuvazi hem de büyük toprak sahipleri, Milli Birlik Komitesi’nin “telkinlerine” boyun eğerek CHP’yle bir koalisyon hükümeti kurmayı kabul etmişlerdi. CHP genelde bir burjuva partisi olsa da, geleneksel olarak bürokratik elitin temsilcisi konumundaydı aynı zamanda. Dolayısıyla, İsmet İnönü’nün başbakanlığındaki CHP’li bir koalisyon hükümeti döneminde siyasal iktidarı bütünüyle kendi tekeline alamayacağını ve parlamentoyu denetim altında tutamayacağını gören büyük burjuvazi, büyük toprak sahipleriyle ittifakını bir an önce yenileyerek parlamentoda pozisyonunu güçlendirmeye çalışacaktı. Egemen sınıf cephesi içinde siyasal hegemonyasını kurabilmesi için de atması gerekli bir adımdı bu büyük burjuvazinin. Öte yandan, 1961 parlamento seçimlerinden sonraki toplumsal gelişmeler de bu iki egemen sınıf kesiminin güçlerini bir an önce birleştirmelerini şart koşuyordu zaten. Çünkü kentlerde işçilerin patronlara karşı, kırsal kesimde ise topraksız-yoksul köylülerin büyük toprak sahiplerine karşı mücadelesi gün be gün gelişmekteydi. Nitekim Türkiye’deki gelişmeleri izleyen ABD emperyalizmi de sınıf mücadelesindeki bu “tehlikeli” tırmanışı görmüş ve Türkiye ile daha yakından ilgilenmeye başlamıştı. Türkiye’yle ilgilenen ABD’li yetkililer, Türkiye’de egemen sınıfların bir an önce güçlerini birleştirmelerini ve bu güç birliğine dayalı bir siyasal iktidar yapılanmasını bir an önce oluşturmalarını öneriyorlardı Türk egemenlerine. Ama ABD emperyalizmi böyle bir siyasal iktidar yapılanmasının, tabii ki “iş ortağı” yerli büyük burjuvazinin hegemonyası altında gerçekleşmesini istiyordu. Emperyalist sermaye ile yerli büyük sermayenin bu konuda attıkları ilk adım, yeni dönemde burjuvaziyi temsil edecek bir siyasal lider yaratmak olacaktı. Hazırladıkları bir plan çerçevesinde hareket ederek, önce Adnan Menderes’in eski Su İşleri genel müdürü Süleyman Demirel’i Adalet Partisi’nin başına getirdiler. Süleyman Demirel, belli bir süre ABD’de de eğitim görmüş, mesleğinde başarılı olmuş genç bir politikacıydı. Demirel’in halkın içinden gelen bir kişi olduğu, “çobanlık yapığı” ve de ayrıca Amerika tarafından “çok iyi tanınıp takdir edilen parlak bir mühendis” olduğu burjuva medyada günlerce tefrika edildi. Burjuva medya tarafından böylesine övülüp göklere çıkarılan Demirel, AP kongresinde rakibini yenilgiye uğratarak başkan seçildi. AP’nin başına paraşütle indirilen Süleyman Demirel, Türkiye’nin yükselen sınıfı olan sanayi burjuvazisinin tartışmasız siyasi lideriydi artık. Demirel bu konumun kendisine sağladığı politik avantajları iyi değerlendirerek, 1965 seçimleri öncesinde büyük toprak sahiplerini de kendi partisine çekmeyi başaracak ve böylece ABD emperyalizmi ile yerli büyük sermayenin arzuladığı egemen sınıflar ittifakını kendi partisi içinde gerçekleştirmiş olacaktı. Sonuçta büyük burjuvazi ile büyük toprak sahiplerini bünyesinde toplayan AP, 1965 seçimlerini %53 gibi bir oyla kazanarak tek başına iktidara geldi. Büyük toprak sahiplerinin desteğini tamamen yitiren YTP ise bu seçimlerde büyük bir oy kaybına uğrayarak siyaset sahnesinden silinip gitti. Kurulan bu yeni iktidar blokunun tartışmasız hegemon gücü, ticarî, sınaî ve malî sermayeyi bünyesinde toplayan yerli büyük burjuvazi oldu. Böylece, hem yerli büyük burjuvazinin hem de ABD emperyalizminin arzuladığı ve olmasını istediği siyasal iktidar yapılanması Türkiye’de gerçekleşmiş bulunuyordu. Fakat 1965 seçimleri sonrasında ortaya çıkan ve sağ güçlerin ezici üstünlüğünü yansıtan bu parlamento tablosuna rağmen, gerek ABD’li yetkililer gerekse yerli egemen sınıf temsilcileri hâlâ endişeliydiler. Çünkü iki askeri darbe girişiminin (22 Şubat ve 21 Mayıs) bastırılmış olmasına rağmen, ordu içindeki hoşnutsuzluk ve kıpırdanmalar devam ediyordu. Üstelik bu kez ordu içindeki kıpırdanmalar, 27 Mayıs darbesinde olduğu gibi, ideolojik bakış açısından ve politik programdan tamamen yoksun kıpırdanmalar da değildi doğrusu! 27 Mayısçı subaylar ne yapacaklarını bilmez durumdaydılar ve siyasal inisiyatifi daha baştan CHP’ye, dolayısıyla burjuvaziye kaptırmış durumdaydılar. Oysa şimdi hem ordu içinde hem de sivil kesimde gelişen ve adına “parlamento dışı muhalefet” denilen bu hareketin, kendine göre bir “ideolojisi” ve “politik programı” vardı. Bu program her ne kadar küçük-burjuvazinin bakış açısındaki sınıfsal bulanıklığı taşıyor ve olmayacak bir düşün (kendi içine kapalı, “bağımsız ulusal kapitalizm”) peşinden koşuyorsa da, sonuçta bu muhalefet hareketi ABD emperyalizmiyle ortaklık kuran yerli büyük burjuvazinin devletteki mutlak hakimiyetine kesin karşı çıkıyordu. Bu burjuva-küçük burjuva karması muhalefet hareketinin ordu içinde ve özellikle genç subaylar arasında giderek taraftar bulması, ABD emperyalizmini ve yerli büyük burjuvaziyi derinden endişelendirmekteydi elbette! Akıl hocalığını ABD’nin yaptığı Türkiye gibi kapitalist bir ülkede, yükselen sınıf mücadelesi koşullarında yerli büyük burjuvazinin ne genişlikte bir burjuva demokrasisi uygulayabileceği de netleşmeye başlamıştı. Sertleşen sınıf mücadelesine ve “tehlikeli” toplumsal muhalefet hareketlerinin gelişmesine tahammülü olmayan ve öte yandan çelişkileri yumuşatacak reformlar yapmaya da takati bulunmayan bir kapitalist ülkede burjuvazi ne kadar burjuva demokrasisi uygulayabilirse, Türkiye’de de burjuvazi o kadar bir “burjuva demokrasisi” uygulayabilecekti!

Türkiye’de finans kapitalin gelişmesi ve bir finans oligarşinin oluşması

1965 seçimlerinde AP’nin %53 oy alarak tek başına hükümet kuracak bir çoğunluğa ulaştığını söylemiştik. Seçimlerden sonra kurulan ve 1969 yılına kadar devam eden birinci AP hükümeti döneminde, lokomotifliğini sanayi sektörünün yaptığı katlamalı bir kapitalist gelişme süreci yaşanacaktı. Daha önce de değindiğimiz üzere, kapitalist üretimin gelişmesi ve iç pazarın genişlemesi için bu dönemde devlet altyapı yatırımlarını (yol, su, elektrik, maden çıkarma vb.) artırırken, yerli ve yabancı özel sektör şirketleri de sanayi sektöründeki yatırımlarını hızlandırmışlardı. Neticede, birinci Demirel hükümeti dönemi, sanayide sermaye yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin arttığı, tekellerin oluştuğu ve sanayi burjuvazisi içinden bir kesimin tekelciliğe yükseldiği bir dönem oldu. Fakat iş bu aşamada durmadı ve duramazdı da. İç pazarın genişlemesiyle birlikte, satışları ve kârları her geçen yıl katlamalı olarak büyüyen ve önemli bir sermaye birikimine ulaşan tekelci sanayi burjuvazisi, artık her alana el atmaya, her sektörde (sanayi, tarım, ticaret, bankacılık, sigortacılık vb.) yatırımlar yapmaya yönelecekti. Sermaye cephesindeki bu hareketlilik, farklı sektörlerdeki büyük sermayelerin iç içe geçmesini, kaynaşmasını, dolayısıyla yeni ortaklıkları ve şirket birleşmelerini de beraberinde getirecekti. Özellikle, genişleyen özel sektör yatırımları ve bu temelde artan kredi ihtiyacı, bankaların kapitalist ekonomi içindeki rollerini ve önemini muazzam şekilde artırmıştı. Bu süreç, banka sermayesinin kapitalist ekonomi üzerindeki etkinliğini artırdığı gibi, aynı zamanda onun giderek hâkim sermaye haline gelmesini de sağlayacaktı. Nitekim bu süreçte banka sermayesi, çeşitli sektörlerdeki büyük sermayelerin kaynaşarak bir malî sermaye (finans kapital) sentezine ulaşmasında başat bir rol oynayacaktı. İşte finans kapital gelişiminin bir göstergesi olan “holding” şirketlerin Türkiye’de ortaya çıkışı da bu döneme rastlamaktadır. Her ne kadar Türkiye’de holdingler 1970’lerde duyulmaya başlamışsa da, gerçekte çok daha erken tarihlerde oluşmuş bulunuyorlardı. Türkiye’nin ilk holding kuruluşu olan Koç Holding, 1963 yılında kurulmuştu. Bu holding, çeşitli sektörlerde faaliyet yürüten 25 şirketi bünyesinde toplayan bir finans kapital kuruluşuydu. Keza Sabancı Holding de 1966 yılında kurulmuştu. 1960’ların sonlarına doğru ise bunlara, Yaşar, Eczacıbaşı, Transtürk vb. gibi daha pek çok holding katılacaktı. Bunların yanı sıra, o dönemde her ne kadar “holding” unvanını taşımıyor olsa da, OYAK da aynı nitelikte bir sermaye kuruluşu olarak boy gösterecekti kapitalist ekonomide. İlerde finans kapitalin içinde yerini alacak olan bu sermaye kuruluşu, Batılı kapitalist ülkelerde benzeri olmayan bir biçimde, ordu mensupları tarafından “yaratılmış” bir sermaye kuruluşuydu. Yönetiminde generallerin bulunduğu OYAK, özel bir kanunla kurulmuş, vergilerden muaf tutulmuş “ayrıcalıklı” bir sermaye kuruluşuydu. O dönemin burjuva siyasal iktidarlarının hemen hepsi de OYAK’ı aktif olarak desteklemiş ve onun ayrıcalıklı konumuna göz yummuşlardır. Bunun bir sebebi vardı kuşkusuz: ABD emperyalizmi ile yerli büyük burjuvazi, ordu içindeki yüksek komuta kademesinin (askeri bürokratik elitin) gelişmekte olan yerli malî sermayeyle tam bütünleşmesini ve askeri bürokrasinin bir bütün olarak Türkiye’deki egemen burjuva iktidar blokunun tam destekçisi konumuna gelmesini arzuluyorlardı. Nitekim emperyalist ittifakın bu isteği, bilindiği gibi yarı faşist 12 Mart darbesiyle gerçekleşecek ve ardından gelen faşist 12 Eylül darbesiyle de iyice perçinlenecekti. Burada önemli bir not daha düşmemiz gerekiyor: Bu her iki darbe de, Türkiye’de sermayenin malî sermaye aşamasına yükseldiği bir tarihsel kesitte gerçekleşmiştir. 12 Mart darbesi, yerli büyük sermayenin malî sermayeye dönüşüm sancıları çektiği bir dönemin ürünüyken, 12 Eylül darbesi, malî sermayenin dışa açılma, emperyalistleşme sancıları çektiği bir dönemin ürünü olmuştur. Kapitalizmin tekelci aşamasında, tüm kapitalist sektörlere (sanayi, ticaret, bankacılık, sigorta vb.) hükmeden ve bu sektörlerde faaliyet gösteren tüm sermayeyi de kendine bağımlı hale getiren finans kapital kuruluşlarının (holdingler) Türkiye’de de oluşmaya başlaması, kapitalistler sınıfı içinde de son derece önemli bir ayrışmayı gündeme getirecekti. Bu, kapitalistler sınıfı içinde bir kesimin sivrilerek diğerleri üzerinde hegemon bir konuma yükselmesi olayıydı. Bu kesim, malî sermayenin (finans kapital) yönetimini elinde bulunduran ve bu dolayımla büyük bir iktidar gücüne de (ekonomik, siyasî ve askerî) ulaşmış bulunan finans oligarşiden (malî sermaye zümresi) başkası değildi. Sanayi, ticaret, banka, sigorta vb. sermayelerinin bileşik gücünü temsil eden bu malî sermaye zümresi, burjuvaların en kodamanlarını bünyesinde toplamaktaydı. Bu zümreye, finans kapitalin diğer bir temsilcisi olan OYAK’ın omuzu kalabalık generalleri de dahil olacaktı şüphesiz! Türkiye’de sermayenin 1960-70 arasında kat ettiği gelişme aşamalarını değerlendirdiğimizde, karşımızda kapitalizmin klasik gelişme örneklerinden farklı bir örneğin bulunduğunu görmekteyiz. Kapitalizmin klasik örneklerine bakacak olursak, orada çok erken tarihlerde başlayan ve görece uzun bir zaman dilimine yayılarak yaşanan kapitalist gelişme aşamaları (rekabetçilik, tekelcilik, finans kapitalin oluşumu vb.) Türkiye’de çok geç tarihlerde başlamış, fakat çok kısa bir zaman dilimi içinde (1960- 71) sıçramalı olarak yaşanmıştır. Tüm bu aşamaları hızlandırılmış bir biçimde yaşayan ve sonunda finans kapital düzeyine ulaşan yerli büyük sermaye için artık geriye dönüş söz konusu değildir Türkiye’de. Elif Çağlı’nın çok özlü bir biçimde ifade etiği gibi, “‘70 dönemecinden öteye Türkiye kapitalizminin gelişim öyküsü, artık burjuvazinin tarım, ticaret ve sanayi kesimleri arasındaki çekişmeler temelinde anlatılamaz. Bundan böyle siyasi yaşamda yine pek çok altüstlük yaşanacak olsa da, kapitalist düzen finans kapitalin olgunlaşması ve giderek her alanı ahtapot kollarıyla sarıp hegemonyası altına alması temelinde ilerleyecektir.”[2] 1970’li yıllarda finans kapital aşamasına ulaşmış bulunan yerli büyük sermaye, başka ülkelerde kendisinden çok önce bu aşamaya ulaşmış bulunan her finans kapital oluşumunun yaptığı gibi, dışa açılmak, yatırımlarını ulusal sınırların ötesine taşımak, yani emperyalistleşmek için yanıp tutuşmaya başlamıştır. Fakat istemek başka şey, yapabilmek başka şeydir! Hem geç kalmanın yarattığı dezavantajlar (tarihsel faktör), hem de Türkiye’nin o yıllarda içinde bulunduğu ekonomik ve siyasî istikrarsızlık ortamının yarattığı belirsizlikler, Türkiye finans kapitalinin dışa açılma, emperyalistleşme emellerini boşa çıkarmaktadır. Bu ise, ilerde göreceğimiz üzere, Türkiye’de kapitalizmin krizinin daha da derinleşmesine ve buna bağlı olarak sınıf mücadelesinin sertleşmesine ve bu temelde devrimci durumların doğmasına yol açacaktır.

[1]   27 Mayıs rejimi döneminde çıkarları zarara uğrayan ve bu nedenle de küskün olan egemen sınıf kesimi büyük toprak sahipleri olmuştu. Milli Birlik Komitesi’nin yönetimi döneminde büyük toprak sahiplerinin kredileri kısıtlanmış, Ziraat Bankası’ndaki hesapları denetim altına alınmış, tarım fiyatları düşük tutulmuş ve “toprak reformu” yapılmasını isteyen bir yasa tasarısı Kurucu Meclis’in gündemine getirilmişti. Oysa aynı dönemde sanayi burjuvazisi lehine birçok kararlar alınmıştı Milli Birlik Komitesi tarafından. Sanayi burjuvazisine verilen krediler artırılmış ve bir planlama teşkilatı kurularak, sanayi sektörü öncelikle teşvik edilen bir sektör haline getirilmişti. Bu durum, egemen sınıf bloku içinde sanayi burjuvazisi ile büyük toprak sahipleri arasında bir çekişmeye yol açmıştı.
[2]   Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay., s.248

28 Eylül 2008
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /IX

9.bölüm

sarachane_1961.jpeg

Burjuvazinin şu ya da bu fraksiyonundan tutarlı demokratlık beklemek ham hayaldir

Türkiye egemen sınıfı içinde süregelen statükocu-liberal kavgası, AB’ye üyelik müzakerelerinin fiilen başladığı 1999 yılından bu yana burjuva siyasetin gündemini esaslı bir şekilde meşgul etmektedir. Egemen sınıf içindeki güç ve iktidar paylaşımıyla doğrudan ilgili olan bu kavga, emek cephesinin genel olarak örgütsüz, dağınık ve güçsüz durumda bulunduğu bir ortamda devam etmektedir bugün de. Egemen sınıf fraksiyonlarının kendi iç kavgalarını kamuoyu önünde böylesine rahat ve korkusuzca yürütebilmelerinin bir nedeni de budur kuşkusuz! Çünkü onlar, güçlü bir işçi hareketinin bulunmadığı koşullarda, kendi iç kavgalarının sömürü düzenlerini sarsmayacağından ve sınıf çıkarlarına zarar vermeyeceğinden gayet emindirler. Bunun somut bir örneği, son dönemde Doğan grubu ile Başbakan Erdoğan arasında patlak veren kavgadır. Karşılıklı suçlamaların ve iddiaların havada uçuştuğu bu kavga, sermayenin kirli çamaşırlarının da ortalığa saçılmasına (Hilton arazisi ve Deniz Feneri olayı gibi) yol açarak, kamuoyunu günlerce meşgul etmiştir. Şu bilinen bir gerçektir ki, kapitalistler ancak sömürü düzenleri tehdit altında olduğunda ve ortak sınıf çıkarları tehlikeye girdiğinde acilen birleşme ve birlikte hareket etme ihtiyacı duyarlar. Birbiriyle rekabet halinde bulunan bu sınıfın mensupları, ancak zorunlu oldukları durumlarda kendi bireysel ya da kesimsel çıkarlarını ikinci plana iterek, ortak sınıfsal bir davranış içine girebilmektedirler. Aksi durumlarda ise, yani sömürü düzenlerine yönelik yakın bir “tehlike” ya da “yıkıcı” bir tehdit söz konusu değilse ve kendilerini güvende hissediyorlarsa, o zaman bireysel ya da grupsal çıkarları ön plana geçmekte ve kendi adlarına güç ve iktidar sahibi olma tutkuları ağır basmaktadır. Sermaye grupları arasında rekabeti ve çıkar çatışmasını kızıştıran da esasen bu sınıfın doğasında var olan bu güç ve iktidar tutkusudur! Şimdi 2000’li yıllar Türkiye’sinde izlediğimiz egemen sınıf içi kavga da böyle bir kavgadır. Bu kavgada kimi burjuva kesimlerin “liberal”, kimilerinin de “statükocu” bir konumda ve bölünmüşlük görünümünde karşımıza çıkmaları bizleri hiç yanıltmasın. Yarın aynı çevrelerin, sınıflarının ortak çıkarlarını savunmaları sözkonusu olduğunda, işçi sınıfının karşısına birleşmiş “gerici güçler” olarak çıkacaklarından hiç kuşku duyulmasın! Gene aynı şekilde, bugün özel çıkarları için birbirlerine saldıran Aydın Doğan ile Başbakan Erdoğan’ın da, yarın sınıf mücadelesi keskinleştiğinde ve devrimci işçi hareketi kapitalist düzeni tehdit eder duruma geldiğinde, domuztopu gibi birleşeceklerinden ve kapitalist düzenin gerici saldırı oklarını işçi sınıfına yönelteceklerinden hiç kuşkumuz olmasın! Türkiye kapitalizminin tarihsel gelişim sürecini bir de bu açılardan değerlendirmeye tâbi tutacak olursak, egemen sınıf içinde bu türden bölünmüşlük görüntüsünün birçok kez yaşandığına, ama ortak sınıf çıkarları söz konusu olduğunda derhal birleşildiğine tanık oluruz. Fakat öte yandan, sermayenin henüz gelişme aşamalarının başlarında bulunduğu 1960’lar Türkiye’sindeki burjuvazinin konumuyla, finans kapitalin egemen olduğu 2000’ler Türkiye’sindeki burjuvazinin konumunun aynı olmadığını ve bu konuda belirgin faklılıkların bulunduğunu da burada ayrıca zikretmeliyiz. Kapitalizmin bugün geldiği düzeyi kavramak bakımından da bu iki dönemin karşılaştırılması çok önemlidir kuşkusuz. İki dönem arasında pek çok açıdan farklılıklar bulunmakla birlikte, biz burada iki dönemi karakterize eden en temel farklılıklara değinmekle yetineceğiz. Bir defa 60’lı yıllar Türkiye’sindeki kapitalizm, ne bugünkü düzeyde tekelci bir konuma yükselebilmişti ne de banka sermayesi ile sanayi sermayesinin kaynaşmasından doğan mali sermaye (finans kapital) grupları bugünkü gibi bir gelişmişlik düzeyine ulaşabilmişlerdi. Gerek “tekelcilik” gerekse “mali sermaye”, 60’lı yıllar Türkiye’sinde henüz oluşum halindeydiler daha. Öte yandan, 60’lı yıllarda burjuvazi kesimsel çıkarlarını ön planda tutmaktan veya kendi içinde kapışmaktan çok, o dönemde hızlı bir gelişme gösteren sınıf mücadelesi karşısında, kendi sınıfının “ortak çıkarlarını” savunma göreviyle yüz yüze bulmuştu kendisini. Hatta o yıllarda burjuvazi, kapitalist düzenin bekası için kendi olağan siyasal rejimini (burjuva parlamentarizmini) bile rafa kaldırmayı göze almış durumdaydı. O dönemde olağan siyasal rejimini geçici bir süreliğine rafa kaldırmayı veya sınırlarını olabildiğince daraltmayı düşünmesi, burjuvazinin keyfi bir tercihi değildi kuşkusuz. Keskinleşen sınıf mücadelesinden ve gelişen devrimci işçi hareketinden duyduğu amansız korkunun bir sonucuydu! Ama siyasal düzlemde yaşanan bu somut pratikler, burjuvaziye dair tarihsel bir gerçekliği de apaçık ortaya koyuyordu: Sermaye sahibi büyük burjuvazi işine geldiği sürece kendini liberal, demokrat, anti-militarist, barışçı vb. gösterebilmektedir. Ama işine gelmediğinde, kendine yakıştırdığı bu sıfatları elinin tersiyle bir kenara iterek anında otoriter, militarist, anti-demokrat ve de şahin kesilivermektedir! “Liberal” ve de “demokrat” pozlara bürünüp militarizme karşı çıkan da, kılıç kuşanarak halkı hizaya getirmek isteyen de hep aynı büyük burjuvazidir! Fakat tüm bunları yaparken kendisi pek öne çıkmaz bu burjuvazinin. O genellikle arka planda kalmayı tercih eder ve yapmak istediklerini hep burjuva siyasetçilere, asker-sivil bürokrasiye, “derin devlet” adamlarına yaptırır! Böylece, dışardan bakıldığında o hep sureti haktan gözükür. Kötülükleri o değil, ya ülke içindeki “sorumsuz siyasetçiler” ya “darbeciliğe hevesli” askerler ya da deniz aşırı “dış güçler” yapmaktadır hep! 60’lardan itibaren Türkiye’deki toplumsal ve politik gelişmeler incelendiğinde ve bu dönem boyunca Türk büyük burjuvazisinin siyasal tutumu izlendiğinde, bu sınıfın siyasal liberalizm, demokrasi ve özgürlükler üzerine verdiği söylevlerin nasıl da buz üzerine yazılı olduğu ve onun dilinde bu kavramların nasıl da bir demagojiden ibaret bulunduğu daha iyi anlaşılmaktadır.

60’lı yıllar: Gelişen sınıf mücadelesi ve büyük sermayenin artan tedirginliği

Genel başkanlığına Süleyman Demirel’in getirildiği Adalet Partisi (AP), 1965 yılında yapılan milletvekili genel seçimlerini büyük bir farkla kazanmıştı. Liberal söylemlerle ve refah getireceği vaadiyle seçmenlerin %53’ünün oyunu almayı başaran bu parti, tek başına hükümet kurabilecek bir sayısal çoğunluğa ulaşmıştı parlamentoda. AP’nin elde ettiği bu seçim başarısı en başta ABD’yi ve yerli-yabancı büyük sermaye çevrelerini sevindirmişti. Zira bu çevreler, mevcut burjuva partiler içinde kapitalist düzeni en iyi yönetebilecek, yerli ve yabancı sermayenin ortak çıkarlarını en iyi savunabilecek partinin AP olduğunda karar kılmış ve ittifak halinde bu partiyi desteklemişlerdi. Sonuçta AP’nin tek başına iktidara gelmesiyle birlikte, bu çevreler de arzuladıkları siyasal iktidara kavuşmuş olduklarını düşünüyorlardı kuşkusuz. Fakat öte yandan, arzuladıkları siyasal iktidara kavuşmuş olduklarını düşünseler bile, gene de tedirginliklerini üzerlerinden tam olarak atabilmiş değildi bu çevreler. Hem ABD emperyalizmini hem de yerli büyük sermayeyi tedirgin eden esas şey, o dönemde Türkiye’de yaşanan toplumsal ve siyasal gelişmelerdi kuşkusuz. 27 Mayıs darbesinden sonra oluşan görece liberal siyasal ortamda, hem işçi sınıfının hem de öğrenci gençliğin eylemliliğinde gözle görülür bir artış olmuştu. Bu dönemde işçi sınıfı, önceki yıllarla kıyaslanmayacak ölçüde militan bir sendikal örgütlülük ve eylemlilik içine girmiş bulunuyordu. İşçi sınıfının bu eylemliliğini, 60’ların ikinci yarısından itibaren üniversite gençliğinin yükselen eylemleri izleyecekti. Bu eylemlerin hepsi de mevcut düzene karşı toplumsal hoşnutsuzluğu dile getiren ve düzen değişikliği isteyen muhalif eylemlerdi. Egemen sınıfları da asıl tedirgin eden şey, eylemlerin bu içeriğiydi. Önemli bir diğer gelişme ise, Türkiye’de uzun yıllardan beri bastırılmış ve yeraltına itilmiş olan sosyalizm düşüncesinin de bu hareketli dönemde yeniden gün yüzüne çıkması ve işçi sınıfı ile aydınlar ve öğrenci gençlik arasında hızla yayılmaya başlamasıydı. Nitekim bu gelişmelerin bir sonucu olarak, bu dönemde örgütlü sosyalist hareket de hızla gelişmeye başlayacak ve elle tutulur bir siyasal güç düzeyine yükselecekti. Bu yıllarda sola ve sosyalizme artan ilgi, o dönemde tek legal sosyalist parti olan Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) gelişiminde ifadesini bulacaktı. Ama öte yandan, daha çok “ulusalcı” yönü ağır basan ve bu temelde “anti-emperyalist”, “anti-Amerikancı” söylemleri öne çıkaran “ulusal bağımsızlıkçı” bir küçük-burjuva radikal hareket de gelişecekti bu dönemde. Bu ikinci hareket, özellikle üniversite gençliğini, aydınları ve hatta ordu içindeki genç subayları güçlü bir biçimde etkiliyor ve gelecekteki cuntacı “sol” örgütlenmelerin oluşumuna da zemin hazırlıyordu. 1965 seçimlerinde işçi ve emekçi haklarının savunusu temelinde bir ajitasyon-propaganda yürüten ve “bağımsızlık, demokrasi, sosyalizm” şiarını yükselten TİP ise seçimlerde %3 oy alarak parlamentoya 15 milletvekili sokmayı başarmıştı. TİP’in parlamentoya 15 milletvekili sokabilmesi, o günkü seçim sisteminin görece demokratik yapısı sayesinde mümkün olabilmişti kuşkusuz. 27 Mayıs sonrasının görece liberal siyasal ortamının etkisi altında hazırlanmış olan bu seçim sistemi, partilerin aldığı her oyun tam olarak değerlendirilmesini (milli bakiye sistemi) ve buna göre partilere dağılımını esas alıyordu. Bu seçim sistemi sayesinde parlamentoya 15 milletvekili sokmayı başaran TİP, büyük burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin iktidarına karşı tek ciddi muhalefeti yürüten parti haline gelecekti parlamentoda. TİP’in 15 milletvekiliyle bile bir burjuva parlamentosunu hop oturtup hop kaldırması, sömürücü egemen güçleri ciddi olarak endişelendirmişti. Çünkü egemen güçler, sınıf çelişkilerinin yoğun bir şekilde yaşandığı Türkiye gibi azgelişmiş kapitalist bir ülkede, sosyalist bir partinin varlığının, kapitalist düzenin ve emperyalist ittifakın (NATO) geleceği açısından ciddi bir tehlike oluşturduğunu düşünmeye başlamışlardı. Bu konularda çok deneyimli olan ABD emperyalizminin o dönemde Türkiye’deki olayları dikkatle izlediğine ve alınması gereken önlemler konusunda müttefiki yerli büyük burjuvaziyi, burjuva siyasetçileri ve de tabii “derin devlet” adamlarını yönlendirdiğine hiç kuşku yok! Nitekim toplumsal olaylar karşısında burjuva hükümetlerin almış olduğu “önlemler”, ABD’nin daha en baştan işin içinde olduğunu apaçık ortaya koyuyordu. ABD emperyalizmine göre, bir Orta Doğu ülkesi olan ve aynı zamanda SSCB’nin de sınır komşusu bulunan Türkiye gibi sosyal çelişkileri alabildiğine yoğunlaşmış bir ülkede, burjuva demokrasisinin sınırlarının geniş tutulması ve Batıdaki gibi liberal-demokratik bir siyasal ortama izin verilmesi, bu ülkede kapitalist düzenin ve NATO’nun geleceğini tehlikeye düşürebilirdi pekâlâ! O nedenle, NATO’nun ve ABD’nin dostu olan yerli egemen güçler bu konularda çok dikkatli olmalı ve kontrolü hiçbir zaman elden bırakmamalıydılar! Başta iktidar partisi AP olmak üzere, parlamentodaki sağcı burjuva siyasetçiler de ABD’nin bu önerilerine ve “öğütlerine” canı gönülden katıldıklarını parlamentodaki tutumlarıyla açıkça ortaya koyuyorlardı zaten. Burjuva siyasetçiler, ‘61 Anayasası’nın getirdiği görece liberal açılımları tasfiye edebilmek için, 1965-69 parlamento döneminde her yolu deneyeceklerdi. Fakat burjuva parlamentosunun mevcut bileşimi ve parlamento dışı muhalefet hareketinin gelişimi, o dönemde sağcı burjuva güçlerin Anayasa’da yapmak istedikleri gerici değişikliklere izin vermeyecekti. Böylece, ABD’nin ve yerli büyük sermayenin Anayasa’da yapmak istediği gerici değişiklikler, 12 Mart 1971 askeri darbesine kadar fiilen ertelenmiş oluyordu! Toplumsal çelişkilerin derinleştiği ve sınıf mücadelesinin giderek keskinleştiği Türkiye gibi dışa bağımlı az gelişmiş kapitalist bir ülkede, burjuvazinin geniş bir demokrasi uygulamaya nefesinin yetmediği ve yetmeyeceği, AP’nin iktidarda olduğu 1965-69 parlamento döneminde giderek daha net ortaya çıkıyordu. ABD emperyalizmi ve yerli büyük sermayenin, “burjuva demokrasisinin sınırlarının daraltılması” yönünde telkinlerde bulunduğu bir ortamda, parlamentodaki burjuva partilerden bunun aksine bir davranış beklemek saflık olurdu zaten! 1960’ların “liberal” AP’si de tıpkı 1950’lerin “liberal” DP’si gibi, “özgürlüklerin ve demokrasinin savunucusu olacağını” ve “halktan yana bir siyasal çizgi izleyeceğini” vaat ederek oy istemişti halktan. Fakat AP’nin bu konuda samimi olmadığı ve onun da tıpkı DP gibi demokrasi ve özgürlükleri yalnızca kendisi için istediği, bu partinin iktidardaki eylemleriyle giderek daha net anlaşılıyordu. Sınıfsal yapısı gereği, bu parti ne emekçi halktan yana reformlar yapabilir ne de iddia ettiği gibi toplumsal ve siyasal yaşama demokratik bir açılım getirebilirdi. Nitekim iktidara gelir gelmez, halk kitlelerinin çıkarlarıyla temelden çelişen bir ekonomik programı uygulamaya sokarak, kimlerin partisi olduğunu zaten çok net olarak ortaya koymuş bulunuyordu bu parti. İşçilerin, köylülerin, emekçi halk kesimlerinin oyunu alabilmek için her türlü demagojik popülist söyleme başvuran AP, aslında yerli ve yabancı sömürücü egemen güçlerin hizmetinde olan en has bir sermaye partisiydi! Nitekim bu partinin milletvekillerinin parlamentoda işçi haklarını savunan TİP’li milletvekillerine saldırması, ‘61 Anayasası’nın getirdiği liberal-demokratik açılımları tasfiye etmek için harekete geçmesi ve TİP’i bir daha parlamentoya sokmamak için seçim sistemini değiştirmesi, aslında bu partinin de tüm liberal-demokrat söylemli burjuva partileri gibi özünde anti-demokrat ve de gerici bir parti olduğunu gözler önüne seriyordu. Gerek ABD emperyalizmi gerekse yerli egemen güçler (büyük sermaye ve büyük toprak sahipleri), 1965-70 döneminde AP iktidarını aktif olarak destekleyecek ve AP iktidarı da bu güçlerin istediği ekonomik programı kararlı bir şekilde uygulayacaktı. Fakat Türkiye’deki kapitalist düzenin zayıflığından ve bunalımlar karşısındaki kırılganlığından ciddi şekilde endişe duyan ABD emperyalizmi ve yerli egemen güçler, geleceğe güvenle bakamıyorlardı gene de. Dışa bağımlı olan ve yatırımlarının önemli bir bölümünü dış borçla sürdürmek durumunda kalan Türkiye kapitalizmi, belirli büyüme oranını sürekli tutturmak zorundaydı. Büyümedeki bir yavaşlama, ekonominin dönen çarklarını durdurabilir ve kapitalist ekonomiyi hepten durgunluğa sokabilirdi. Böyle bir ekonomik bunalımın gerçekleşmesi ise, zaten sürekli bütçe açıklarıyla ve dış borçla yaşamını sürdüren azgelişmiş kapitalist bir ülkede işsizliği daha da azdırabilir ve sosyal patlamalara yol açabilirdi. İşte ABD emperyalizmi ile yerli büyük sermayenin geleceğe yönelik duydukları bu korku ve endişe, Türkiye’de burjuva demokrasisinin kaderini de belirleyecekti!

İdeolojik ayrışma-siyasal saflaşma

Türkiye’de olaylar ABD emperyalizminin ve yerli ortaklarının endişelerini haklı çıkaracak doğrultuda gelişiyordu kuşkusuz. Özellikle 1960’ların ikinci yarısından itibaren toplumsal çelişkilerin yoğunlaşması ve buna paralel olarak toplumun hemen her kesiminde (işçiler, köylüler, öğrenci gençlik, aydınlar vb.) toplumsal sorunlara duyarlılığın artması ve bu temelde hızlı bir politikleşme sürecinin yaşanmaya başlanması, egemen sınıfların işini bayağı zorlaştıran gelişmelerdi. Bu dönem aynı zamanda, toplumda ideolojik ayrışma ve siyasal saflaşmaların eskiye oranla çok daha yoğun yaşandığı bir dönem olacaktı. Toplumsal ve siyasal sonuçları bakımından en önemli ve en etkili ayrışma işçi hareketinde yaşanacaktı bu dönemde. Türkiye’de işçi sınıfının örgütsüzlüğünden ve sınıf bilincinin geriliğinden yararlanan yerli ve yabancı kapitalistler, yıllar yılı yoğun bir sömürüye maruz bırakmışlardı bu sınıfı. Özellikle yerli kapitalistler, emeğin bu yoğun sömürüsü sayesinde hızlı bir sermaye birikimi süreci yaşamışlar ve kısa sayılabilecek bir zaman diliminde tekelciliğe ve finans kapitale doğru yol almaya başlamışlardı. Yerli kapitalistler sermayelerini büyütmede gösterdikleri bu “başarıyı”, her şeyden önce işçileri yıllar boyunca sendikasız ve her türlü haktan yoksun çalıştırmalarına ve hiç kuşkusuz burjuva devletin her açıdan onlara sağladığı sınırsız desteğe borçluydular. Türk burjuvazisi, çalışma yaşamı ve sendikalaşmayla ilgili konularda da ABD’deki uygulamaları örnek almıştı kendine. Yıllardan beri zaten her türlü haktan yoksun bıraktığı ve baskı altında tuttuğu işçi sınıfını, şimdi de sözümona bir burjuva demokrasisinin uygulandığı koşullarda, gerçek sınıf sendikalarında örgütlenmekten uzak tutmaya çalışıyordu. Bunun için bir yandan (ABD’den de aldığı destekle), tek sendikal konfederasyon olan Türk-İş’i sınıf işbirlikçisi ve düzen yanlısı bir sendikal konfederasyon olarak yapılandırmaya çalışırken, diğer yandan işyerlerinde gerçek sınıf sendikalarının örgütlenmesini engellemek için, yaygın bir şekilde patron yanlısı “sarı sendikacılığı” teşvik ediyordu. Bütün bunlar, sınırsız propaganda ve örgütlenme hakkının gerçekte yalnızca düzen ve devlet yanlısı burjuva partilere tanındığı “Türk tipi” burjuva demokrasisinde yaşanıyordu kuşkusuz! Fakat öte yandan, bu “Türk tipi” burjuva demokrasisinin her türlü sınırlayıcı engellemelerine karşın, Türkiye işçi sınıfı gene de yılların durgunluğunu üzerinden atabilmiş ve ayağa dikilmiş durumdaydı. Onu bu haklı mücadelesinden vazgeçirerek tekrar yerine oturtmak ve uysal bir şekilde beklemesini sağlamak pek mümkün görünmüyordu artık! Direnişler, grevler hatta yer yer fabrika işgalleri birbirini izliyordu sanayi kentlerinde. İşçiler grev haklarını kullanmak üzere grev kararı alıyor, bu duruma hiç alışık olmayan ve içlerine sindiremeyen patronlar ise fabrikalarını kapatıyor, polis çağırıyor ve işçiler işyerine gelen polisle çatışıyordu. Grevlerin fiilen başladığı yerlerde ise, çaresiz kalan patronların yardımına bu kez burjuva devlet koşuyordu. Devlet, “halkın sağlığını ve güvenliğini tehdit ettiği” gerekçesiyle sık sık grevleri ertelemeye başlamıştı. Paşabahçe Şişe-Cam’ın 2200 işçisinin 31 Ocak 1966’da başlattığı grev ise, hem sınıf mücadelesinin gelişiminde varılan aşamayı göstermesi bakımından, hem de işçi hareketinde artık zamanı gelmiş olan ayrışmanın somutlanması bakımından önemli bir dönemeç noktası olacaktı. Bu grevin yürütümünü doğrudan Türk-İş Yürütme Kurulu üstlenmişti. Fakat grev sürerken, Türk-İş Yürütme Kurulu grevci işçilere hiç danışmadan işverenlerle anlaşmaya varmış ve bir bildiri yayınlayarak işçilerin greve son vermelerini ve işbaşı yapmalarını istemişti. O güne kadar Türk-İş içinde zaten mayalanmakta olan ayrışma, Türk-İş Yürütme Kurulu’nun bu son davranışıyla iyice açığa çıkacaktı. Türk-İş’in bu sınıf işbirlikçi ve de düzen yanlısı sendikal anlayışına baş kaldıran sendikalar (Petrol-İş, Lastik-İş, Maden-İş, Tez Büro-İş), Paşabahçe işçilerinin grevini desteklemek üzere bir dayanışma komitesi kurduklarını açıklayacaklardı. Fakat bu sendikalar, Paşabahçe grevinin bitişinden hemen sonra Türk-İş’ten geçici olarak ihraç edileceklerdi. İhraçlarla başlayan bu süreç, sendikal harekette kesin bir ayrışmayla sonuçlanacaktı. Büyüyen işçi sınıfı ve yükselen sınıf mücadelesi, sınıfından kopmamış sendikacıları, sınıf çıkarları temelinde daha mücadeleci ve daha militan bir sendikacılık yapmaya zorluyordu. Türk-İş içindeki bu ayrışmada başı çeken Maden-İş, Lastik-İş ve Basın-İş sendikaları 12 Şubat 1967’de yaptıkları olağanüstü kongrede, Türk-İş’ten ayrılma kararı aldılar. 13 Şubat 1967 ise, bu sendikaların arasına Bağımsız Gıda-İş ve merkezi Zonguldak’ta bulunan Türk Maden-İş’in de katılımıyla DİSK kuruldu. Böylece, sosyalist bir partinin (TİP) kuruluşundan tam altı yıl sonra, bu kez de kendini sol ve devrimci olarak tanımlayan bir işçi kitle örgütü, yeni bir sendikal konfederasyon da kurulmuş oluyordu Türkiye’de. DİSK’in kurucularının neredeyse tamamı 1961 yılında TİP’in kuruluşunda da yer alan sendikacılardı. Dolayısıyla, DİSK’in kuruluşunda TİP’in önemli bir rol oynadığı açıkça ortadaydı. Bu dönemde parlamentoda 15 milletvekili bulunan TİP, işçi ve emekçilerden yana bir iktidarın işbaşına gelmesini savunan ve her ne kadar programında yazılı olmasa da, kendini sosyalist olarak tanımlayan legal bir partiydi. DİSK bu dönemde Türk-İş’in izlediği sınıf işbirlikçi çizgiye karşı mücadele ederek ve sınıf sendikacılığını savunan bir anlayışıyla örgütlenerek hızla gelişmeye başladı. DİSK’in bu dönemde devlet işletmelerinde örgütlenmesinin önü çeşitli yöntemlerle kesilmiş olsa da, özel sektördeki en önemli işletmelerde örgütlenmesi engellenememişti. İşçiler akın akın DİSK’e geliyorlardı. DİSK’e bağlı sendikalara üye olmak isteyen işçileri patronlar çeşitli baskılarla ve oyunlarla engellemeye kalkıştıklarında ise, işyerlerinde çatışmalar çıkıyor, her yer militan işçi eylemlerine sahne oluyordu. Bu militan işçi eylemleri 1968 ve ‘69 yıllarında daha da artarak sürdü. 1968 Şubatında Zonguldak’ta yirmi beş bin maden işçisi, toplu sözleşme görüşmelerinde bir sonuç alınamayınca iş bırakarak eylemlere başladı. Başka yerlerde olduğu gibi bu eylemlerde de işçiler polisle çatışacaktı. Aynı yılın Temmuz ayında Derby lastik fabrikası işçileri, işyerinde patronla anlaşıp kendilerini satmaya kalkışan Türk-İş’e bağlı Kauçuk-İş sendikasını reddettiler ve DİSK’e bağlı Lastik-İş Sendikasında örgütlenmek istediler. Bunun üzerine fabrikada olaylar çıkmış ve işçiler fabrikayı işgal etmişlerdi. Daha sonra yapılan oylamada, işyerinde yetkiyi ezici bir çoğunlukla Lastik-İş kazanacaktı. Aynı aylarda öğrenci gençler de üniversite işgallerini başlatmış bulunuyorlardı İstanbul ve Ankara’da. İlerleyen günlerde ise Türkiye, sosyalist fikirleri benimseyen öğrenci gençlerin işçi hareketiyle militan dayanışmasına sahne olacaktı. Militan işçi mücadelesinde bir ilk olan Derby işçilerinin fabrika işgali deneyimi, diğer işyerlerindeki sendikal mücadelelere de örnek teşkil etmiş ve fabrika işgali eylemleri yayılmaya başlamıştı. Nitekim 1969 sonu ve 1970’in başlarında Singer, Demirdöküm, Sungurlar işçileri de sendikal haklarını elde etme mücadelesinde polis ve jandarmayla çatışmayı göze alarak, fabrika işgali eylemlerini başlatacaklardı. Bu eylemler esnasında kolluk kuvvetlerinin şiddetine maruz kalan işçiler, ordusu, polisi ve yasalarıyla karşılarına dikilen devletin gerçekte kimlerin devleti olduğunu daha iyi anlıyor ve bu devletin burjuva sınıf karakterini daha net kavramaya başlıyorlardı. Aynı şekilde, Türk-İş’in temsil ettiği uzlaşmacı sendikacılık anlayışının da nasıl patronların değirmenine su taşıdığını ve sınıf sendikacılığının gelişip güçlenmesinin önünde nasıl engel oluşturduğunu da bizzat mücadele içinde yaşayarak kavrıyorlardı. DİSK, mücadeleci ve militan sınıf sendikacılığı anlayışıyla artık işçi sınıfının geniş kitleleri için bir çekim merkezi haline gelmiş bulunuyordu. Ve tabii bu gerçeklik, Türkiye’de yerli ve yabancı sermaye güçlerini müthiş derecede rahatsız etmeye başlamıştı. Ama egemen güçleri rahatsız eden yalnızca işçi hareketindeki bu gelişmeler değildi. Aynı şekilde gençlik hareketindeki gelişim ve değişim de egemenleri ciddi biçimde tedirgin ediyor ve gelecek için endişelendiriyordu.

Öğrenci gençlik de düzene başkaldırıyor

1960’lara gelinceye dek, genelde Türkiye’de gençlik hareketleri, devletin korporatif yapısı içinde yer alan resmi gençlik örgütlerinin dışına çıkmamıştı. Devlete bağımlı ve devlet tarafından yönlendirilen bu “resmi” gençlik örgütleri (MTTB, TMTF, TMGT vb.) dışında her türlü örgütlenme fiilen engellenmiş durumdaydı. Gençliğe yönelik bu resmi devlet politikası da yeni bir şey olmayıp, İttihat Terakki döneminden beri devam edegelen bir politikaydı aslında. Özellikle öğrenci gençlik bu yolla toplumcu politikadan ve toplumsal duyarlılıktan uzak tutulmuş ve devletin resmi politikaları çerçevesinde milliyetçi ve şoven bir bakış açısıyla eğitilip biçimlendirilmişti. Bu nedenle de, birbirini takip eden gençlik kuşakları, yıllar yılı egemen devlet politikalarını ve statükoyu savunmaktan öteye geçememişler ve egemen sınıf içindeki iktidar kavgalarında piyon olarak kullanılmaktan kurtulamamışlardı. Ama 60’lı yılların ikinci yarısından itibaren dünyada esen değişim rüzgârları Türkiye’yi de etkiledi ve gençliğin yıllardan beri süregelen bu edilgin durumu birden değişmeye başladı. Devletin pek hoşlandığı o “resmi otoriteye saygılı”, “munis” gençlik yoktu artık üniversitelerde! 1960’ların ikinci yarısından itibaren dünyada yeni bir dönem açılmıştı. Asya, Afrika ve Latin Amerika’da ulusal kurtuluş mücadelelerinin ve demokratik devrimlerin yükselişe geçtiği bir dönem oldu bu. Özünde burjuva demokratik karakterde olan bu mücadeleler, ilk başlarda küçük gerilla gruplarının yürüttüğü gerilla savaşı biçiminde başlamışken, giderek daha geniş halk kesimlerinin katıldığı uzun süreli halk savaşlarına dönüştü. 60’lı yılların başında Küba devriminin başarıya ulaşması ve Castro liderliğinde kurulan iktidarın kendini “sosyalist“ ilan etmesi, Vietnam halkının fedakârca yürüttüğü ulusal kurtuluş mücadelesinin ABD emperyalizmi karşısındaki yenilmezliği, Filistin direnişinin ve Latin Amerika ve Afrika’daki diğer ulusal kurtuluşçu gerilla mücadelelerinin yükseliş içinde olmaları vb, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de öğrenci gençliği derinden etkiledi. Bu koşullarda, bir taraftan ABD emperyalizminin saldırganlığına ve küstahlığına karşı gençlik içinde güçlü bir anti-emperyalist, anti-Amerikancı akım gelişirken, diğer taraftan ulusal kurtuluş mücadelelerini destekleyen SSCB, Çin Halk Cumhuriyeti ve diğer “sosyalist“ ülkelere karşı giderek artan bir sempati dalgası yükselmekteydi. Artık gençlik hareketi içinde de esaslı bir ayrışma başlamış bulunuyordu. Önceki yıllarda genelde resmi gençlik derneklerinin (TMGT, MTTB, TMTF gibi) dışına çıkmamış olan gençler, 1965’lerden itibaren alternatif bir örgütlenme arayışına girdiler. Genel olarak sola ve devrimciliğe yönelmiş olan gençler için o dönemde tek adres TİP ve onun yan kuruluşu gibi çalışan Sosyalist Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) idi. O nedenle, üniversite gençliğinin politikleşen öncü kesimleri bu yıllarda TİP’in ve FKF’nin etrafında toplaşmaya başlamışlardı. Bu gelişmeler, gençlik hareketinde de bir ideolojik ayrışmanın yaşanmaya başladığının açık göstergesiydi. Öğrenci gençliğin bir kısmı sola ve devrimciliğe yönelirken, geleneksel anlayışlara ve resmi otoritelere bağlığını sürdüren ve bizzat egemen güçler tarafından yönlendirilen düzen yanlısı gençlerse resmi gençlik örgütleri içinde kalarak buraları kendi ideolojik mevzileri haline getirmeye çalışıyorlardı. 1968 yılı, hem Avrupa’da hem de Türkiye’de radikal gençlik eylemlerinin birden bire patladığı yıl oldu. 1968 yılında Türkiye’de işçi sınıfının yasal sınırları zorlayan militan eylemleri gelişirken, aynı yılın yazında gençlerin üniversitelerde başlattığı işgal ve boykot eylemleri patlak verdi. Olayların gelişimini bir bütün olarak göz önüne aldığımızda, 1968 yılının Türkiye’de gerçekten de bir dönüm noktası olduğunu söylemeliyiz. Gençlik içinde genel olarak sola, anti-emperyalist akımlara, ulusal kurtuluşçu hareketlere sempati giderek artmaya ve bu doğrultuda siyasal oluşumlar hızla gelişmeye koyuldu. Aynı anda yükselişe geçen işçi ve gençlik eylemleri, üniversite gençliğini daha da radikalleştirmiş ve politik bakımdan devrimciliğe ve sosyalizme ilgisini daha da artırmıştı. Kendilerini ilerici-devrimci olarak tanımlayan öğrenci gençler anti-emperyalist gösteriler düzenliyor, işçilerin sendikal mücadelelerini, grevlerini, direnişlerini aktif olarak destekliyor ve en önemlisi DİSK’le dayanışma içinde oluyorlardı. O güne kadar Türkiye’nin tarihinde pek görülmüş bir şey değildi bu. Yerli ve yabancı sermaye güçlerini asıl tedirgin eden de buydu. Birbirleriyle yakınlaşan ve eylem birliği içine giren işçi hareketi ile öğrenci hareketinin eylemleri düzen sınırları dışına taşmaya ve giderek devrimcileşmeye başlamıştı. Sadece bu kadar da değil; hem işçi hareketi içinde hem de öğrenci hareketi içinde sosyalizm düşüncesi de mayalanmakta ve bu düşünce etrafında örgütlenmeler oluşmaktaydı. Diğer taraftan, bu dönemde hem kendi demokratik örgütlerini (Devrimci Doğu Kültür Ocakları) kurmaya girişen, hem de TİP içinde Türk sosyalistleriyle birlikte örgütlenen sosyalist Kürt aydınlarının ve gençlerinin devrimci muhalefeti de Türk egemenlerini esaslı bir şekilde tedirgin eden diğer bir gelişme oldu.

ABD emperyalizmi ve yerli egemen güçlerin “düzen koruyucu” derin önlemleri!

Aslında hem işçi hareketinin militanlaşmasında hem gençliğin radikalleşip sola açılmasında hem de Kürt ulusal hareketinin öncü unsurlarının yeniden örgütlenme çabası içine girmesinde, 27 Mayıs sonrasında oluşan görece liberal siyasal ortamın önemli bir payı olduğu yadsınamaz. Oluşan bu liberal siyasal ortam, toplumsal değişim taleplerinin ideolojik düzeyde ifade edilmesine ve siyasal düzeyde örgütlenmesine eskiye oranla çok daha uygun bir zemin hazırlamıştır. Nitekim işçi hareketinin ve devrimci hareketin yükselişe geçtiği ve yaygın bir örgütlenme içine girdiği bir ortamda, burjuva demokrasisinin sınırlarının genişletilmesinin kendi aleyhlerine olacağını gören ve “tehlike” sinyallerini herkesten önce alan ABD emperyalizmi ve yerli büyük sermaye, sömürü düzenlerini koruyacak “önlemleri” almakta hiç duraksamamıştır. Tam da ABD ile SSCB arasında soğuk savaşın tam gaz sürdüğü bir tarihsel kesitte, Sovyetler Birliği’nin burnunun dibindeki bir ülkede (Türkiye’de) işçi sınıfının ve öğrenci gençliğin eylemlerinin devrimcileşmesi ve genel olarak solun yükselişe geçmesi, kuşkusuz ABD’yi ve yerli egemen güçleri derinden tedirgin ediyordu. Özellikle ABD, bir NATO üyesi olan Türkiye’de SSCB lehine bir iktidar kaymasının vuku bulacağı endişesini yaşıyordu her an. Nitekim bu tür bir endişeyi savaştan sonra tüm NATO üyesi ülkeler için de taşımış olan ABD, olası bir sosyalist devrim tehlikesine karşı Avrupa’daki bazı ülkelerde birtakım karşı-devrimci önlemleri daha baştan almış bulunuyordu zaten. ABD’nin almış olduğu bu karşı-devrimci önlemlerin başında ise, günümüzde çokça tartışılan ve artık günlük basında bile tefrika konusu haline gelen kontrgerilla örgütlenmeleri geliyordu. NATO bünyesinde oluşturulan bu örgütlerin görevi, NATO üyesi ülkelerde kapitalist sistemi yıkmaya yönelecek anti-kapitalist devrimci gelişmeleri engellemek ve bu ülkelerde ABD yanlısı burjuva iktidarların iş başında kalmasını sağlamaktı. Çeşitli adlar altında kurulmuş bulunan bu gizli örgütler, kapitalist devletlerin her türlü araçla donattığı ve toplumun her kesimi içinde örgütlediği bir nevi karşı-devrimci savaş örgütleriydiler. NATO üyesi ülkelerde, legal orduların yanı sıra örgütlenmiş olan bu “illegal” savaş örgütlerinin esas görevi, burjuvazinin “iç düşman” olarak gördüğü komünistlere, ilericilere, devrimcilere, hülasa emekten yana olan tüm güçlere karşı gayri nizami savaş yürütmekti. Komünistlerin ya da komünizme sempati duyan solun iktidara gelmesini önlemek ve böylece “kutsal sermaye düzenini” ebediyen korumak adına bu örgütlerin yaptığı ve yapacağı her şey (sabotaj, provokasyon, kitle kırımı, adam kaçırma, suikast, cinayet, soygun, uyuşturucu ticareti vb.) mubah sayılacaktı egemen güçler tarafından. İlk olarak Avrupa’da (İtalya, Almanya, Belçika vb.) kurulmuş olan bu karşı-devrimci örgütlerin kadroları ise, zaten bu işlere yatkın olan eski Nazi artığı subaylardan, işsiz güçsüz faşist takımından, mafya ile içli dışlı olan emniyetçilerden ve doğrudan mafya unsurlarından devşirilmiştir. 2. Dünya Savaşından sonra kendini emperyalist-kapitalist sistemin mutlak hâkimi olarak gören ve uluslararası ilişkilerini de bu bakış açısıyla yürüten ABD, 1960’ların başında Türkiye’de de bu kontrgerilla örgütlenmesini gerçekleştirmiştir. Bu örgüt 27 Mayıs’tan sonra bizzat CIA ve Pentagon tarafından ve elbette Türk egemen sınıfıyla hemfikir olunarak kurdurulmuştur. Bu günlerde gazetelerde yapılan açıklamalardan da öğrenmiş bulunuyoruz ki, Türkiye’deki kontrgerilla örgütlenmesinde yer alanların başında, o dönemde Amerika’da kontrgerilla eğitimi almış, kurslardan geçirilmiş generaller gelmektedir. Daha sonra bu örgütlenmeye, “vatanı kurtarıyoruz” düşüncesiyle (!) subaylar, emniyetçiler, profesörler, gazeteciler, işadamları ve sıradan insanlar da katılmıştır! Doğrudan ABD’nin yönettiği ama yerli egemen sınıfın da bilgisi dahilinde olan bu Gladyo ya da Kontrgerilla isimli örgüt, Türkiye’de solun 1960’lardaki yükselişini engellemek için, en başta dinci “mukaddesatçıları” ve ırkçı milliyetçileri kullanmıştı. Bu kesimler azılı anti-komünist görüşler temelinde örgütlenerek, ilericilerin, sosyalistlerin, sol düşünceli aydınların, gençlerin vb. üzerine salınmıştı. Bu dönemde Anadolu’nun her kentinde kurulmaya çalışılan “Komünizmle Mücadele Dernekleri” ve Türkeş’in yönetimindeki paramiliter ırkçı faşist çeteler de işte bu türden örgütlenmelerdi. Gene bu dönemde, MTTB ve TMTF gibi yarı resmi öğrenci dernekleri de devletin el altından desteklemesiyle kontrgerillanın denetimi altına girmiş ve içinde gericilerin yuvalandığı dernekler haline getirilmişti. Fakat ABD’nin ve yerli egemenlerin birlikte örgütledikleri bu karşı-devrimci faaliyetler, ne işçi hareketinin ne de öğrenci gençlik hareketinin 60’lardaki yükselişini engelleyebilecekti. Özellikle devrimci gençlik hareketi 1968 dönemecinden itibaren çığ gibi büyüyecekti. ABD donanmasından 6. Filo’nun İstanbul’a gelişini protesto etmek için binlerce gencin katıldığı yürüyüş ve miting (Şubat 1969) ise, gençlik eylemlerinin radikalleşmesinde ve aynı zamanda egemen güçlerin de buna karşılık “düzen koruyucu” karşı-devrimci önlemlerini artırmasında bir dönüm noktası olacaktı. Türkiye sol hareketinin tarihine Kanlı Pazar olarak geçen bu mitingde, ABD emperyalizmi ve yerli egemen güçlerin birlikte tezgâhladığı ve dinci gericilere uygulattığı bir saldırı sonucunda iki işçi ölmüş ve onlarca kişi yaralanmıştı. Fakat tüm bu provokasyonlara rağmen hem işçi hareketi hem de devrimci gençlik hareketi yükselişini sürdürecekti. 1969 yılında yapılan genel milletvekili seçimlerini gene AP kazanmış ve tek başına hükümet kurabilecek bir sayısal çoğunluğa sahip olmuştu parlamentoda. TİP’in parlamentoya girişini engellemek için bir önceki dönemde seçim yasası sağcı burjuva partilerin oylarıyla değiştirilmiş olduğundan, 1969 seçimlerinde TİP ancak iki milletvekili sokabilmişti parlamentoya. Öte yandan, solda yaşanan bölünmeler nedeniyle de zaten bu parti hem kadrosal düzeyde hem de kitle desteği düzeyinde önemli bir güç kaybına uğramış ve etkisini yitirmeye başlamıştı. 1969 seçimlerinden sonra parlamento bütünüyle burjuvazinin hâkimiyeti altındaydı. Ne işçilerin ne de emekçi köylü ve esnafın sesi duyuluyordu parlamentoda. Fakat buna karşın, parlamentodaki burjuva partilerin hepsi de (AP’si de, CHP’si de, CKMP’si de) parlamento dışında gelişen solun, işçi hareketinin ve gençliğin devrimci muhalefetinden müthiş ürkmekteydiler! Bu nedenle de, sola ve devrimciliğe karşı gizli bir ittifak oluşmuş gibiydi bu burjuva partiler arasında. Nitekim açığa vurulmayan bu gizli ittifakın anti-sol, anti-demokrat ve karşı-devrimci niteliği, ilerde gerçekleşecek olan yarı faşist 12 Mart darbesine karşı takındıkları tutumlarda apaçık çıkacaktı ortaya. ABD emperyalizmiyle sıkı bir işbirliği ve ortaklık içinde işlerini yürüten yerli egemen güçler, parlamentonun bütünüyle kendi hâkimiyetleri altında olmasına karşın, işçi ve gençlik hareketinin yükselişini olağan burjuva yöntemlerle durduramayacaklarını anlayınca, olağanüstü yöntemleri devreye sokmakta gecikmediler. ABD’nin ve yerli büyük sermayenin el ele verip örgütlediği “düzen koruyucu” ve de “vatan kurtarıcı” kontrgerilla fiilen devredeydi artık. Bu aşamadan itibaren, bir yandan AP hükümetinin harekete geçirdiği toplum polisinin saldırıları artarken, diğer yandan isimleri yeni yeni duyulmaya başlayan paramiliter ülkücü faşist çetelerin üniversite gençliğine yönelik provokasyonları arttı. İlerleyen günlerde ise, devrimci gençlik hareketinde öne çıkan gençlerin art arda ölüm haberleri gelmeye başlayacaktı. Vedat Demircioğlu, Taylan Özgür, Battal Mehetoğlu ve daha birçok genç, bu dönemde devrimci gençlik hareketinin verdiği ilk şehitler olacaklardı. Emperyalizmin ve yerli sermayenin güdümündeki karanlık güçler, hazırladıkları provokasyonlarla aslında devrimci gençleri adım adım bireysel eylemlere ve erken bir silahlı çatışmanın içine çekmeye çalışıyorlardı. Amaçlanan şey, devrimci gençlerin küçük gruplara bölünerek kendi kitlesinden soyutlanması ve aynı zamanda devrimci gençlik hareketinin işçi hareketiyle olan bağlarının giderek kopmasıydı. Emperyalizm ve yerli egemen güçler, sınıf mücadelesinin alabildiğine kızıştığı ve toplumun her kesiminin ayakta olduğu çatışmalı bir dönemde bu planlarını adım adım uygulayarak, 12 Mart darbesinin koşullarını da hazırlamış oldular bir bakıma. İstedikleri de buydu zaten! Çünkü devrimci hareketin gelişimini ve işçi hareketinin devrimcileşmesini olağan burjuva yöntemlerle engelleyemeyeceklerini artık çok iyi anlamışlardı!

Aralık 2008
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /X

10.bölüm

15-16-haziran-son.jpg

Emperyalizmin ve yerli finans oligarşinin hegemonyası altında gelişen siyasal süreç

Daha önce de belirttiğimiz üzere, 1970-71 yılları yerli finans kapitalin ekonomik, siyasi ve askeri yapı üzerinde hegemonyasını pekiştirmek üzere önemli adımlar attığı tarihsel bir dönemeç noktasıdır. 1970 yılına girildiğinde, Türkiye’de siyasal manzara şudur: Düzen karşıtı gerçek muhalefet hareketleri parlamento dışında gelişmekte ve eylemleriyle toplum kesimleri içinde etkilerini giderek artırmaktadırlar. Mevcut burjuva parlamentosu ise gelişen bu muhalefet hareketleri karşısında, siyasal gericiliğin ve tutuculuğun adeta kalesi haline gelmiş gibidir. Bir yanda, yerli ve yabancı büyük sermayenin ve büyük toprak sahiplerinin çıkarlarının savunuculuğunu yapan AP hükümeti gerici bir tutum sergilerken, diğer yanda ana muhalefet partisi CHP de geleneksel devlet düzeninin (statükonun) savunuculuğunu sürdüren tutucu bir burjuva “merkez partisi” tutumu içindedir. Parlamentodaki bu iki burjuva partisi birbirlerine karşı “uzlaşmaz” bir muhalefet yürütüyor gibi görünseler de, öte yandan işçilerin, gençlerin, aydınların parlamento dışında geliştirdikleri gerçek muhalefet hareketleri karşısında aynı egemen sınıf refleksini göstermektedirler. Parlamentodaki tek muhalif sol parti olan Türkiye İşçi Partisi ise, bir önceki döneme göre parlamento içinde etkisini tamamen yitirmiş bir parti konumundadır. Egemen sınıf içi kavganın bir bakıma geri plana itildiği ve burjuva düzen savunuculuğunun ön plana geçtiği bu yıllarda, burjuva partiler de kendi aralarında adeta zımni bir işbölümü yapmış gibidirler. Örneğin, bir yandan AP iktidarı parlamento dışında gelişen devrimci sol hareketi bastırmak için doğrudan devletin baskı aygıtlarını harekete geçirirken, diğer yandan CHP de kendisine “solda” yeni bir yol (ortanın solu) belirlediğini “ilan ederek”, parlamento dışında gelişen devrimci sol muhalefeti düzen sınırları içine çekmeye ve kendine yedeklemeye çalışmaktadır. CHP’de İsmet İnönü’nün dillendirdiği ve bütünüyle burjuvazinin oportünist tavrını yansıtan bu “ortanın solu” siyaseti, daha sonra partinin genel sekreteri Ecevit tarafından sahiplenilecek ve daha da popülerleştirilecektir! Fakat egemen sınıf partilerinin burjuva parlamenter rejim çerçevesinde uygulamaya çalıştıkları bu “sopa ve havuç” politikası, o dönemde ne işçi hareketindeki militanlaşmayı durdurabilecek ne de gençliğin devrimci eylemlerini, gösterilerini geriletebilecektir. Gerçekten de 1969 yılı işçi sınıfının ve devrimci gençliğin militan eylemleriyle dolu olarak geçmiş ve 1970 yılına da bu devrimci atmosfer içinde girilmiştir. Diğer taraftan 1970 yılı, Türkiye kapitalizminin gelişim süreci içinde yerli büyük sermayenin bir üst evreye sıçradığı ve finans kapital sentezine ulaştığı bir dönemeç noktasıdır aynı zamanda. Büyük sanayi sermayesi ile banka sermayesini bünyesinde kaynaştıran ve her ikisine de hükmeden yerli finans kapital (mali sermaye), 1970 dönemecinden itibaren kapitalist ekonominin her alanında belirleyici olmaya ve burjuva siyasete daha etkin bir biçimde yön vermeye başlamıştır. Fakat her şeye rağmen gene de ulusal sınırların ötesine geçemeyen, dışa açılamayan ve henüz sermaye ihracını gerçekleştirebilecek bir düzeye ulaşamayan, dolayısıyla dış sömürüden pay alamayan yerli finans kapital grupları, artan sermaye ihtiyaçlarını karşılayabilmek için sömürüyü ülke içinde derinleştirmek ve yoğunlaştırmak zorundadırlar. Ne var ki, mevcut koşullarda bunu başarabilmeleri de o kadar kolay bir iş değildir. Arzularını gerçekleştirebilmeleri için, öncelikle işçi sınıfının uzun süreden beri militan bir eylemlilik içinde olan örgütlü kesimlerini, özellikle de özel sektörde hızla örgütlenen ve ileri taleplerle patronların karşısına dikilen DİSK’i geriletmeleri ve böylece sınıf sendikacılığı hareketini etkisiz hale getirmeleri gerekmektedir.

İşçilerin devrimci sınıf tepkisi: 15-16 Haziran 1970 direnişi

Bugün olduğu gibi o gün de emperyalizmle sıkı bir işbirliği içinde hareket eden yerli finans kapitalin tepe adamları (finans oligarşi), sermayenin karşısına dikilen bu sınıf engelini bertaraf etmek için harekete geçtiler. Finans oligarşi, DİSK’in gelişiminin engellenmesi ve militanlaşan işçi hareketine tez elden müdahale edilmesi için, öncelikle parlamento ve hükümet nezdinde girişimlerde bulunacaktı. Bu konuda “ikna” çalışmaları yürüten finans oligarşinin temsilcileri, yalnızca AP’yi değil, CHP’yi de işbirliği içine çekmeye çalışıyorlardı. Nitekim finans oligarşinin parlamento düzeyinde yürüttüğü bu “ikna” çalışmaları semeresini verecek ve DİSK’i tasfiye etmeyi amaçlayan bir yasa tasarısı, aralarında CHP’li sendikacıların ve milletvekillerinin de bulunduğu bir komisyon tarafından hazırlanarak parlamentoya sunulacaktı. Finans oligarşinin hegemonyası altında uygulamaya konulan bu planlar, militanlaşan işçi hareketini zapturapt altına almayı ve giderek tasfiye etmeyi hedefliyordu kuşkusuz. Ama egemen güçlerin parlamento aracılığıyla oynamaya kalkıştığı bu oyun, hiç de onların planladığı gibi yürümeyecekti. Burjuva siyasetçilerin parlamentoda ince hesaplar yaparak DİSK’i tasfiyeye girişmeleri karşısında, işçi sınıfının tepkisi çok sert oldu. Fabrikaları boşaltıp cadde ve sokakları dolduran on binlerce işçi, burjuvazinin bu sinsice girişimlerine militan eylemleriyle cevap verdiler: “DİSK biziz, bizi yok edemezsiniz!” 168 fabrikayı ve 150 bin işçiyi kucaklayan ve kimi bölgelerde Türk-İş üyesi işçilerin de katıldığı 15-16 Haziran Direnişi, başta İstanbul olmak üzere tüm Marmara bölgesini etkilemişti. Direnişçi işçiler başından sonuna kadar aynı kararlılık ve militan eylemlilik içindeydiler. Ordu tanklarıyla ve zırhlı araçlarıyla gösterilere müdahale etmek istediğinde de işçiler tankları ve barikatları aşıp geçtiler. Gösteriler esnasında polisin tutukladığı arkadaşlarını kurtarmak için işçiler karakolları bastılar ve arkadaşlarını polisin elinden çekip aldılar. Bu direniş günlerinde polisin açtığı ateş sonucunda üç işçi ölmüş, iki yüze yakın işçi yaralanmıştı. İki gün boyunca devam eden işçilerin bu militan eylemliliği, ancak DİSK’in çağırısı ile son bulacak ve işçiler fabrikalarına döneceklerdi. 15-16 Haziran büyük işçi eylemleri, bu kadarını hiç beklemeyen burjuvaziyi adamakıllı ürkütmüştü. Korkuya kapılan pek çok patronun o günlerde İstanbul’u terk ettiği biliniyor. O dönemde Türk solunun büyük bir çoğunluğu bu gerçekliğin henüz farkında olmasa da, 15-16 Haziran işçi eylemlerinin ürküttüğü egemen sınıflar, kendi düzenleri için tehlike çanlarının çalmaya başladığının çok iyi farkındaydılar. Burjuvazi, kendi karşıtı ve gelecekteki mezar kazıcısı olan sınıfın taşıdığı devrimci potansiyel gücü görmüş ve gerçekten ürkmüştü. Bir proleter sosyalist devrimin dayanacağı devrimci sınıfın Türkiye’de nesnel olarak mevcut bulunduğu gerçeği, tüm tartışmaların ötesindeydi artık. İşçilerin ortaya koyduğu 15-16 Haziran direnişini gördükten sonra, işçi hareketinin ve solun devrimci gelişiminin artık burjuva demokrasisinin “olağan” yöntemleriyle durdurulamayacağına kanaat getiren emperyalizm ve yerli finans oligarşi, bu durumda “olağanüstü” bir yönetimin koşullarını hazırlamak üzere hiç vakit geçirmeksizin harekete geçecekti. Bu aşamadan itibaren, bir yandan olağanüstü önlemlerin zorunluluğu konusunda parlamentoyu ikna etmeye çalışırken, diğer yandan ve esas olarak, ordu üst yönetimini kendi görüşleri doğrultusunda homojenleştirmeye çalışacaktı egemen güçler. Olağanüstü bir rejimi hayata geçirebilmeleri için, her şeyden önce ordu üst yönetimindeki çatlağı gidermeleri gerekiyordu çünkü! 27 Mayıs’la birlikte ordunun yönetim mekanizmalarında oluşmuş bulunan çatlağın hâlâ giderilememiş olması (Albay Talat Aydemir’in art arda gerçekleştirdiği iki darbe girişimi bunu kanıtlıyordu), ABD’yi ve yerli büyük sermayeyi ciddi bir şekilde endişelendiriyordu. Böyle bir ortamda, ordu içinde AP hükümetine karşı olan kimi radikal subayların gerçekleştireceği bir “sol” darbenin, burjuva devlet düzenini alt üst edebileceğinden ve hatta Türkiye’yi ABD’den ve Batı ekseninden uzaklaştırabileceğinden korkuyorlardı. Üstelik böyle bir “sol” darbe ihtimali, o dönemin koşulları dikkate alındığında hiç de yabana atılır bir ihtimal değildi! Bunun tedirginliğini yaşayan ABD ve yerli egemenler, ordunun yönetim kademelerinde baş gösteren istikrarsızlığın bir an önce giderilmesini istiyorlardı. Hele onlar açısından asıl önem taşıyan şey, hazırlık içinde olduğunu bildikleri radikal subayların denetimindeki “sol” bir cuntanın yapmaya hazırlandığı darbenin nasıl engellenebileceği idi. Bu aşamadan itibaren ABD emperyalizmi ve yerli finans oligarşi, radikal subayların denetimindeki bu sol cuntayı yakın takibe alacak ve onu tasfiye etmenin koşullarını hazırlamaya koyulacaktı. Burjuvazinin kurmayları 15-16 Haziran büyük işçi eylemlerinden sonra gelişen süreci ve işçi sınıfının taşıdığı devrimci potansiyeli çok iyi görmüş bulunuyordu. Ama solda hâlâ bu gerçeği görmeyen ya da görmek istemeyen “sosyalistlerin” sayısı az değildi. İşçi sınıfı temelinde hareket edecek güçlü ve birleşik bir sosyalist harekete ne denli ihtiyaç duyulduğu apaçık ortadaydı ama ne yazık ki Türk solu bu ihtiyacı karşılayacak durumda değildi. Bir zamanlar pek çok sosyalist kadroyu bünyesinde toplayan ve solun birleşik partisi konumunda olan TİP de artık bölünmüş, güçsüz düşmüş ve etkisini yitirmiş bir parti konumundaydı.

12 Mart’a ilerlenen süreçte Türk solunun durumu

Bilindiği üzere Türkiye sol hareketindeki ideolojik-siyasal ayrışma ve saflaşmalar, 15-16 Haziran’a gelinmeden çok önce başlamıştı. Dolayısıyla Türkiye sol hareketi, işçi sınıfının tarihinde çok önemli bir dönemeç noktası oluşturan 15-16 Haziran işçi kalkışmasını örgütsüz, hazırlıksız ve kendi içinde birkaç parçaya bölünmüş olarak karşılamıştı. Soldaki bu ideolojik-siyasal ayrışma ve saflaşmanın tam olarak başladığı dönem ise, “Türkiye devriminin karakteri” üzerine yoğun tartışmaların yürütüldüğü 1968 dönemiydi. Bu dönemde üzerinde en yoğun tartışılan sorular, Türkiye’nin önündeki devrimci aşamanın niteliği, bu devrimin hangi sınıfın öncülüğünde yürütüleceği, hangi sınıflara dayanacağı ve temel görevinin ne olacağı gibi sorulardı. Aslında çok karmaşık ve yanıtlanması çok zor olan sorular değildi bunlar. Ama öte yandan bu sorular Türkiye’de bir devrimin gerekliliğini savunan kişi veya grupların siyasal olarak nerede durduklarını, nasıl bir devrimi savunduklarını ve esas olarak da hangi sınıf temelinde hareket etmeye eğilimli olduklarını açığa çıkaran sorulardı. Bu açılardan bakıldığında, 60’lı yılların Türkiye sol hareketinde başlangıçta en genel hatlarıyla belirginleşen ayrışma, çok açık olarak söylemeliyiz ki, devrimcilerin içten içe taşıdıkları (ya da yöneldikleri) sınıf eğilimlerini açığa vuran bir ayrışmaydı. Bu ayrışmada bir tarafta, Türkiye’de gerçekte var olmayan bir “milli burjuvazinin” tarihsel misyonunu üstlenmeye kalkışan küçük-burjuva sol Kemalistlerin tepeden inmeci “devrim” (darbecilik) anlayışı belirginleşirken, diğer tarafta siyasal programı henüz tam olarak netleşmemiş olsa bile, genel bir yönelim olarak işçi sınıfı iktidarını ve sosyalizmi savunan bir Marksist sol anlayış[*] belirginleşmekteydi. Türkiye’de devrim sorununu bir “ulusal bağımsızlık ve ulusal kalkınma” sorunu olarak gören ve kendilerini de “ulusal devrimci” olarak tanımlayan birinci gruptakiler (küçük-burjuva sol Kemalistler), bu görüşlerini önce YÖN dergisinde, daha sonra da DEVRİM dergisinde dile getirmiş bulunuyorlardı. 21 Ekim 1969’da Doğan Avcıoğlu’nun yönetiminde yayına başlayan DEVRİM dergisi, devrimcilerin önündeki tarihi görevin, “yarım kalmış Kemalist devrimi tamamlamak” olduğunu çok açık olarak söylüyor ve bu amaçla tüm devrimcileri “İkinci Kurtuluş Savaşı” çizgisi etrafında birlik olmaya çağırıyordu. Sol Kemalistlerin 1970’li yılların başında yapmış oldukları Türkiye tahlili özetle şöyledir: Türkiye Atatürk devrinden beri sanayileşme sürecini tamamlayamamış ve Batı’daki gibi bir kapitalist endüstri toplumu olamamış bir ülkedir. Dolayısıyla bugün Türkiye’de hâkim üretim biçimi kapitalizm değildir ve sanayileşmeyi sağlayacak gelişmiş bir burjuva sınıfı da bulunmamaktadır. Dolayısıyla ve bu nedenle, Türkiye’de gelişkin bir işçi sınıfı da mevcut değildir. Türkiye esas olarak emperyalizme bağımlı, yarı-feodal, yarı-sömürge bir tarım ülkesi konumundadır. Türkiye’deki hâkim güçler emperyalizm, toprak ağaları ve kökü dışarıda komprador burjuvazidir. Dolayısıyla, Türkiye’de devrim esas olarak bu hâkim güçlere karşı yapılmalı, yani “anti-emperyalist, anti-feodal, milli-demokratik” bir devrim olmalıdır! Bu devrimin temel görevi ise, Kemalist ilkeler doğrultusunda, devlet ağırlıklı “bağımsız, milli bir kalkınmayı” gerçekleştirmektir! Diğer taraftan sol Kemalistler, “zinde güçler” diye adlandırdıkları asker-sivil aydın zümreyi de bu devrimin öncü gücü olarak görüyorlardı. Onlara göre Türkiye, Kemalist asker-sivil kadroların milli-devrimci iktidarında ve milli burjuvazinin de desteği ile ulusal sanayileşme hamlesini başlatabilir ve planlı bir kalkınmayı başarabilirdi! İşçi sınıfına gelince, Kemalistlere göre Türkiye’de işçi sınıfı gelişmiş bir sınıf olmadığı için, öncü ve devrimci bir rol üstlenebilecek yetenekte de değildi. İşçi sınıfı olsa olsa artçı bir rol, bir destek güç rolü üstlenebilirdi yalnızca! Kemalistler bu konuda kendilerine katılmayan ve sınıf mücadelesini öne çıkararak işçi sınıfının öncülüğüne ve sosyalizme vurgu yapan sosyalistlere çok kızıyorlardı. Çünkü onlara göre Türkiye’de işçi sınıfının öncülüğünü savunmak, vurguyu sınıf mücadelesine ve sosyalizme yapmak, zinde güçleri (yani askerleri) küstüren ve “ulusal güçlerin” birliğine zarar veren bir davranış olmaktaydı! Oysa durum hiç de Kemalistlerin dediği gibi gelişmiyordu Türkiye’de. İlginçtir, o dönemde işçi sınıfının öncülüğünü ve sosyalizmi savunanların tutumu “ulusal güçlerin birliğine” herhangi bir zarar vermemişti ama, Kemalistlerin başlattığı “zinde güçler” tartışması sosyalist solu kısa zamanda bölmeyi başaracaktı! Sosyalist solda bölünmenin fitilini ateşleyen ise, o dönemde Kemalistlerle flört eden eski tüfeklerden Mihri Belli’nin, sosyalist hareket içinde birdenbire MDD tezini yükseltmesi olmuştu! Mihri Belli grubunun 1968 sonlarında yayınlamaya başladığı Türk Solu Dergisi de tıpkı Doğan Avcıoğlu gibi, Türkiye’yi “emperyalizme bağımlı, yarı feodal, yarı sömürge” bir ülke olarak tanımlıyor ve Türkiye’nin önündeki devrimin anti-kapitalist bir devrim değil, tam bağımsızlığı ve demokratikleşmeyi hedefleyen “anti-emperyalist, anti-feodal, milli-demokratik” bir devrim olduğunu söylüyordu. Bu devrimde sosyalistlerin Kemalistlerle ittifak yapmasını da mutlak bir zorunluluk olarak gören Mihri Belli, bu konuda daha da ileri giderek, “zinde güçler” olarak tanımladığı asker-sivil bürokrasi ile devrimci gençliğin, aydınların, milli burjuvazinin ve işçi sınıfının bir “milli cephe” içinde birleştirilmelerinin, önde gelen “acil bir görev” olduğunu propaganda ediyordu! Mihri Belli’ye ve onun gibi düşünen “sosyalistlere” göre, zinde güçlerle birlikte oluşturulacak böyle bir milli demokratik cephenin temel görevi, “milli devrimci” bir iktidarı iş başına getirmek ve ülkenin tam bağımsızlığını garanti altına alacak bir “milli kalkınma” hamlesini başlatmak olmalıydı! Türkiye’de bir işçi sınıfı partisinin kurulması ve bir sosyalist devrimin hedeflenmesi ise, ancak bu milli demokratik devrimin başarılmasından ve “tam bağımsız, gerçekten demokratik Türkiye”nin kurulmasından sonra sözkonusu olabilirdi, daha önce değil! O halde “tam bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye” ideali gerçekleştirilinceye değin, kimsenin hakkı yoktu sınıf mücadelesini öne çıkarmaya ve “sosyalist devrim” ya da “sosyalist Türkiye” sloganını atmaya! Bu kurala uymayanlar (örneğin TİP gibi) “milli güçlerin birliğine” büyük zarar vermiş oluyorlardı! Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, MDD tezini savunan ve bu temelde Kemalistlerle (yani asker-sivil bürokrasi ile) bir ittifak arayışını her şeyin önüne geçiren Mihri Belli gibi “sosyalistlerin” gerçekte nasıl bir devrim düşledikleri, bu devrimde işçi sınıfına nasıl bir “rol” biçtikleri apaçık ortadaydı: MDD’ciler de tıpkı Kemalistler gibi, işçi sınıfına öncü değil artçı bir rol biçiyorlardı demokratik devrimde! O dönemde devrimci gençliği de etkileyip yanına çekmeyi başaran “sosyalist” Mihri Belli’nin Türkiye için önerdiği “devrim teorisi” böyle bir şeydi işte! Oysa olayların gelişimini çok daha farklı yorumlayan ve Türkiye’deki sınıf gerçeğine farklı bir gözle bakan sosyalistler de vardı Türkiye’de. Ve onlar hiç de MDD’ciler gibi düşünmüyorlardı gelişen süreç hakkında! MDD’cilere kıyasla daha bir sınıf temelinde hareket etmeye çalışan bu sosyalistlere göre, proleter devrimcilerin görevi, Kemalistlerle bir ittifakı her şeyin önüne geçirmek ya da devrimci mücadelede asker-sivil bürokrasiye (zinde güçlere) bel bağlamak değil, işçi sınıfı temelinde devrimci sosyalist bir hareket yaratmaktı. Çünkü bu yapılmadan, hiçbir devrim başarılamazdı Türkiye’de. Oysa bir küçük-burjuva aceleciliği içinde kısa yoldan “başarı” elde etme peşinde koşan MDD’ci sosyalistler, farkında olsunlar ya da olmasınlar, bu esas devrimci görevden yan çizdikleri sürece, işçi sınıfını sol Kemalistlerin ya da ne idüğü belirsiz “zinde güçler”in kuyruğuna takmış oluyorlardı! Bu kuyrukçu tutum ise, uzun dönemde işçi sınıfını burjuvazi karşısında örgütsüz ve güçsüz düşürmekten ve devrimci mücadeleyi sakatlamaktan başka bir sonuç getirmeyecekti! Her şeye rağmen proleter sınıf temelinde hareket etmeyi savunan sosyalistler, MDD’cilerin Türkiye için yaptıkları sosyo-ekonomik tahlillere de hiç katılmıyorlardı. Bu sosyalistlere göre, 1970’ler Türkiye’sinde hâkim üretim biçimi ne feodalizm ne de yarı feodalizmdir. Türkiye’deki hâkim üretim biçimi, bünyesinde derebeylik kalıntılarını da barındıran, orta düzeyde gelişmiş bir kapitalizmdir. Bu kapitalizmde belirleyici olan hâkim sınıf ne feodal beyler, ne de “kökü dışarıda”, “gayri milli” bir sınıf olarak tanımlanan komprador burjuvazidir. Bu kapitalist düzende hâkim sınıf, kökü düpedüz içerde olan, yani ulusa dahil bulunan yerli büyük burjuvazidir. Türkiye iktisaden emperyalizme bağımlı bir ülke haline gelmişse, bu, emperyalizmin bir saldırısı ya da ülkeyi işgali sonucunda değil, yerli büyük burjuvazinin emperyalist sermayeyi “ülkeye davet etmesi ve onunla ortaklık kurması” sonucunda olmuştur. Yıllardır Kemalist devletin koruyucu kanatları altında beslenip palazlanan bu yerli büyük burjuvazi, 1950’lerde kendi arzusu ve iradesiyle emperyalist sermayeyle bağlaşmış, emperyalizmin askeri ve iktisadi örgütlerine katılmış ve Türkiye’yi iktisadi ve askeri açıdan emperyalizme bağımlı bir ülke haline getirmiştir. Kaldı ki, Türkiye’de emperyalist sermayeyle bütünleşmek istemeyen ve MDD’cilerin iddia ettiği gibi gerçekten anti-emperyalist nitelik taşıyan bir “milli burjuva” kesim zaten hiç olmamıştır. Sonuç olarak, Türkiye’de hâkim düzen, emperyalizmle iç içe geçmiş bir kapitalist düzendir. O halde ülke içinde emperyalizmin temel dayanağı olan bu kapitalist düzene ve bu düzenin başındaki yönetici sınıfa, yani yerli büyük burjuvaziye ve onun devletine karşı başat bir mücadele verilmeden, ülkenin emperyalizme bağımlılıktan kurtarılması da mümkün olmayacaktır. Dolayısıyla devrimci sosyalistler, Türkiye’nin önündeki devrimin anti-kapitalist, anti-emperyalist bütünsel bir devrim olduğunu açıkça belirtmelidirler. Böyle bir devrimin öncüsü ve temel gücü ise, Marksist ideolojiyle donanmış devrimci bir parti tarafından yönetilen örgütlü-devrimci işçi sınıfı olabilir ancak! Türkiye’de demokratik görevleri de çözecek, ülkeyi emperyalizme bağımlılıktan da kurtaracak devrim, bir proleter devrim olabilir ancak! Bunun dışında, Türkiye’de anti-kapitalist mücadeleden tamamen soyutlanmış ve önderliği burjuva/küçük-burjuva “zinde” güçlere terk edilmiş, kerameti kendinden menkul bir “anti-emperyalist” mücadele anlayışı ya da “demokratik devrim” düşüncesi, gerçekte bir aldatmacadır, bir saptırmacadır! 1968 ve 1969 yıllarında sosyalist hareket içinde yürüyen bu tartışma, sonuçta sosyalist kadroların “devrim” anlayışlarını ve sınıf eğilimlerini esaslı bir şekilde birbirinden ayrıştıran bir tartışmaydı. Ama bu döneme ilişkin burada vurgulanması gereken en önemli nokta, sosyalist hareket içinde Kemalizmle flört eden MDD’ci görüşün, hem sosyalist solun bölünmesinde, hem de başlangıçta sosyalizme yönelmiş olan devrimci gençlerin, daha sonra bu konumlarından uzaklaşarak “ulusal devrimciliğe” yönelmelerinde belirleyici bir rol oynadığı gerçeğidir. Kendilerini sosyalist olarak tanımlayan fakat Marksizmi kavramak bakımından daha yolun başında olan devrimci gençlerin ezici bir çoğunluğu, bu dönemde MDD çizgisinin yürüttüğü “ulusal devrimcilik” propagandasından güçlü bir şekilde etkilenerek, özünde bir küçük-burjuva devrimciliği olan MDD’ciliği benimsemişlerdir. Bu gelişmeler, o dönemin sosyalist gençlik örgütü olan Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun da bölünmesine yol açacaktır. 1969 yılının Ekim ayında yapılan FKF kongresini MDD’ci gençler kazanacak ve derneğin ismi Devrimci Gençlik Federasyonu (Dev-Genç) olarak değiştirilecektir. O dönemde devrimci gençlerin önemli bir bölümünün kendilerini hem sosyalist olarak görmeleri, hem de Kemalizme yakınlık duymalarının esas nedeni, MDD’ci tezlerin etkisi altında kalmış olmalarındandır kuşkusuz. Aslında kendilerini sosyalist olarak tanımlayan devrimci gençler, MDD’ci “teorisyenlerin” yürüttüğü propagandalar sonucunda, Kemalizmin de tıpkı sosyalizm gibi anti-emperyalist, devrimci, halkçı bir ideoloji olduğuna kendilerini inandırmaya ve bu nedenle Kemalizme de yakınlık duymaya başlamışlardı. Gerçekte onlar, emekçi halkın kurtuluşu uğruna mücadeleye atılmış devrimci gençlerdi. Ama ne yazık ki Kemalizmi de “devrimci-halkçı” bir ideoloji sanma yanılgısından kendilerini henüz kurtarabilmiş değillerdi. Bu yanılgının devrimci harekette yarattığı yıkıcı sonuçlar ise, ancak ilerde, yani iş işten geçtikten ve büyük kayıplar verildikten sonra bilince çıkarılmaya başlanacaktı; ama gene de tam olarak değil! Konuyla doğrudan bağlantılı olduğu için, burada devrimci gençlerin konumuyla ilgili bir noktaya daha değinmek gerekiyor. O dönemde devrimci gençlerin Kemalizm hakkındaki yanılgılarını artıran ve siyasal tahlillerinde Marksizmden uzaklaşmalarına yol açan en önemli etkenlerden biri de, dönemin büyük sosyalist liderleri olarak belledikleri tarihi figürlerin (Mao, Ho Shi Min, Enver Hoca, Che Guevera, Castro vb.) siyasal yazılarında ve ideolojik-teorik açılımlarında da esas vurgunun “ulusal kurtuluş” devrimlerine yapılması ve “ulusal” devrimciliğin, “sınıfsal” devrimciliğin önüne geçirilmiş olmasıdır. Tıpkı yerli MDD’cilerinki gibi, bu sosyalist liderlerin görüşleri de bir anlamda sol Kemalistlerin görüşleriyle paralellik taşıdığı için (kapitalist olmayan yol, milli kalkınma, yeni demokrasi, milli devrimci iktidar vb.), o dönemde Kemalizmin “anti-emperyalistliği” ve “devrimciliği” daha kolay benimsenir olmuştur devrimci gençler tarafından!

15-16 Haziran işçi direnişinden 12 Mart darbesine

15-16 Haziran direnişinin işçi sınıfının kendine olan güvenini artırdığı ve öncü işçilerin sınıf bilincini daha da pekiştirdiği görünen bir gerçeklikti. Direniş sonrasında gerek işyerlerinde, gerek sendika şubelerinde, gerekse öncü işçilerle devrimci gençlerin birlikte yaptıkları toplantılarda, direniş günleri değerlendiriliyor ve sık sık devrimci politik bir önderliğe duyulan gereksinim üzerinde tartışmalar yürütülüyordu. 15-16 Haziran eylemlerinin, o güne kadar sosyalist solda ve devrimci gençlik hareketi içinde “Türkiye devriminin karakteri” ve “işçi sınıfının bu devrimdeki rolü” üzerine yürütülen tartışmaları yeniden alevlendirdiğine hiç kuşku yok. Ne var ki, 15-16 Haziran büyük işçi eylemlerinden sonra yeniden başlayan bu tartışmalar, gerek sosyalist solda gerekse devrimci gençlik hareketi içinde daha önce başlamış bulunan ideolojik-politik ayrışmayı ve örgütsel bölünmeleri hiçbir biçimde ortadan kaldırmayacak, tersine daha da derinleştirecekti. Tartışmalardan çıkan sonuçlar, sosyalist solda ayrışma ve bölünmenin artık geri dönüşsüz bir noktaya gelmiş bulunduğunu apaçık gösteriyordu. Özellikle devrimci gençlik hareketi içindeki ayrışma iyice belirginleşmişti. MDD’ci gençler küçük-burjuva devrimciliği yolunda ilerleyip Kemalistlerle ittifakı sürdürürlerken, baştan beri MDD çizgisine ve küçük-burjuva devrimciliğine mesafeli duran sosyalist gençler ise yollarını küçük-burjuva devrimciliğinden tam olarak ayıracak ve işçi sınıfı içinde örgütlenmeye, öncü işçilerle bağlar kurmaya yöneleceklerdi. Öte yandan, 1971 yılına ilerlenirken, sosyalist soldaki bölünme yalnızca TİP ile MDD çizgisi arasındaki genel bir bölünme olarak kalmayacak, aynı zamanda MDD çizgisinin kendi içinde de bölünmeler yaşanmaya başlayacaktı. Başlangıçta MDD içinde yer alan ve Mihri Belli grubuyla birlikte hareket eden devrimci gençlik liderleri, daha sonra yollarını ayırmaya ve kendi bağımsız örgütlenmelerini inşaya giriştiler. Önce Maoculuğu benimseyenler (Doğu Perinçek grubu) yollarını ayırdılar. Daha sonra ise, Che Guevera çizgisini benimseyenler (Mahirler ve Denizler), Mihri Belli’yi oportünizm ve pasifizmle suçlayarak ayrı örgütlenmelere (kır ve şehir gerillacılığı) yöneldiler. Gerçekten de bu yıllar, “zaman” kavramının hızlandırılmış ve sıkıştırılmış bir şekilde yaşandığı yıllar oldu. Esas olarak 1968 sonlarından itibaren yaşanmaya başlanan sosyalist soldaki tartışma ve bölünme süreci, 1970’in sonuna gelindiğinde artık “tamamlanmış” ve taraflar kendi örgütsel yapılarını oluşturmaya başlamış bulunuyordu. Egemen sınıflar, işçi hareketinin ve solun 1968’den beri devam eden kitlesel yükselişini engelleyememişlerdi, ama son bir yıl içinde (1970) solda yaşanan bu derin çalkantı ve bölünme süreci bunu başaracağa benziyordu! Çünkü tam da bu dönemde, devrimci hareket ile işçi hareketi buluşup kaynaşacak yerde, giderek birbirinden uzaklaşıyor ve her ikisi de güçsüz düşüyordu. Üstelik devrimci hareketin işçi hareketinden uzaklaşmasının, özellikle 15-16 Haziran büyük işçi direnişinden sonra daha da belirgin bir hal almış olması gerçekten de düşündürücüydü! Oysa tam tersi yönde bir gelişme beklenirdi doğal olarak. Yani sosyalizme inanan devrimci kadroların ve gençlerin, 15-16 Haziran eylemlerinden sonra işçi sınıfının nesnel varlığını ve taşıdığı devrimci potansiyeli daha iyi kavrayıp, daha kararlı bir şekilde sınıfa yönelmeleri gerekirdi. Ama öyle olmadı! İşçi sınıfının 15-16 Haziran’da sergilediği militan eylemlilikten sonra, sosyalist solda ve devrimci gençlik hareketinde tam tersi yönde bir gidiş başladı. Sanki iyi sıhhatte olsunlar devrimci sürece müdahale etmiş ve bunun sonucunda, sosyalist solda derin bir ideolojik-siyasal kayma yaşanmaya başlanmıştı. Bunun somut göstergesi ise, sosyalist solda işçi sınıfı temelinden kopuk bir küçük-burjuva devrimciliğinin giderek daha çok prim yapması ve açık farkla proleter devrimciliğin önüne geçmesi oldu. Solda galebe çalan bu küçük-burjuva devrimciliği, sosyalist devrim hedefinin yerine “ulusal devrim” hedefini geçirerek, “sol” Kemalist cuntaların darbe değirmenine su taşıdı adeta! Oysa 15-16 Haziran’la doruğuna ulaşan militan işçi eylemleri, bir yandan mücadeleye atılan işçilerin kararlılığını ve gözüpekliğini ortaya koyarken, diğer yandan aynı işçilerin politik bilinçle donandıklarında ve örgütlendiklerinde, kapitalist düzeni nasıl da temellerinden sarsabileceklerinin işaretlerini veriyordu. Aslında öncü işçilerin de o dönemde şiddetle ihtiyacını duydukları şey, politik sınıf bilinçlerinin daha iyi gelişmesini sağlayacak örgütlü bir politik faaliyetin içinde yer almaktı kuşkusuz. Ne var ki solda eksik olan tam da buydu işte. Sınıf temelinde hareket eden ve öncü işçileri kendisine çekebilecek olan gerçek anlamda devrimci komünist bir örgütlülük yoktu ortada. Dolayısıyla, o dönemde kendisine “proleter devrimciyim” diyen çevre ya da grupların her şeyden önce yapmaları gereken şey, bu eksikliği kavrayıp giderilmesi için bir araya gelmek ve işçi sınıfı içinde sabırlı, kararlı bir örgütsel faaliyet yürütmek olmalıydı elbette. Ne var ki, o dönemde gerek TİP içindeki gerekse TİP dışındaki sosyalist kadroların ancak çok küçük bir bölümü bu tarihi görevin gerekliliğini ve zorunluluğunu kavramış durumdaydı! İşçi sınıfının bu militan eylemlerinin taşıdığı devrimci potansiyeli görmezden gelen sosyalistlerin büyük çoğunluğu ise, işçi sınıfı dışında daha “zinde” ve daha “devrimci” güçler aramakla meşguldüler hâlâ! İşçi sınıfı içinde devrimci faaliyet yürütmekten ve komünist bir örgüt inşa etmek görevinden sürekli yan çizen bu “sosyalistler”, diğer taraftan kendilerini “proleter devrimci”, “Marksist-Leninist” vb. olarak adlandırmaktan da hiç geri durmadılar tabii ki! Solda ideolojik-politik ortam bu olunca, işçi sınıfı içinde örgütlenme fikri de, zaten kafası küçük-burjuva “devrim” teorileriyle iyice karışmış olan devrimci gençlerin tamamen görüş ufku dışına çıkmış oldu. Öte yandan bu dönem, gençliğin ateşli duygularına hitap eden küçük-burjuva “ultra-sol” teorilerin ortalıkta kol gezdiği bir dönem niteliği taşıdı. İşçi sınıfının fiili öncülüğü olmadan da sosyalist bir devrimin yapılabileceğini vazeden bu “yeni devrim teorileri” ve “devrim stratejileri”, küçük-burjuva devrimci gençlik içerisinde bol miktarda alıcı da buldu. “Kısa yoldan” devrim yapmanın “maceracı” yollarını sunan bu küçük-burjuva “sol” teoriler, elbette ki daha cazip gelmeye başlamıştı devrimci gençlere! Başlangıçta işçi sınıfının öncülüğünü, sosyalizmi benimsemiş olan (en azından, geçmişte TİP içinde yer almış kadrolar için bunu söylemek mümkün) devrimci gençler, daha sonra darbeciliğe de göz kırpan MDD’ci görüşlerin cazibesine kapılarak “ulusal devrimciliğe” evrilmiş ve nihayet dünyada dolaşımda olan “ultra-sol” yeni teorilerden etkilenerek bizzat kendileri eklektik devrim teorileri üretmeye girişmişlerdi. Nitekim “fokoculuk”, “şehir gerillacılığı”, “öncü savaşı”, “silahlı propaganda” vb. gibi “teoriler” hep bu dönemdeki eklektik düşüncelerin bir bulamacı olarak ortaya saçıldı. Kendileri her ne kadar farkında olmasalar da, 12 Mart öncesinde bu teorilerin yol göstericiliğinde devrim için eyleme geçmiş olan devrimci gençlerin tüm fedakâr çabaları, yiğitlikleri ve adanmışlıkları, ne yazık ki proleter sınıf temelinde gelişecek gerçek bir devrimci sosyalizm mücadelesine hizmet etmemiştir. Tersine bu çabalar, sonunda ordu içindeki Kemalist cuntaların kendi iç hesaplaşmalarına ve darbe tezgâhlarına yem olmuştur. Proleter devrimci sınıf pusulasını (Marksizmi) yitiren ve küçük-burjuva ulusal devrimciliğin girdaplarında yolunu kaybeden 1968 devrimci gençliğinin 12 Mart döneminde yaşadığı büyük trajedinin nedenleri de burada yatmaktadır! (devam edecek)

[*] Öte yandan, kendi içinde geniş bir siyasal yelpaze oluşturan bu ikinci eğilimin sosyalizm ve devrim anlayışının da o dönemde oportünizmle, parlamentarizmle veya resmi komünizmin dogmalarıyla önemli ölçüde sakatlanmış olduğu da bilinen bir gerçekliktir. Ama konunun bu yönünün incelenmesi, bu yazının konusu değildir. Türk solunun bu dönemine ilişkin ideolojik-siyasal ayrışmaların ve ortaya çıkan sosyalizm anlayışlarının daha ayrıntılı bir incelenmesi için bkz. M. Sinan, Marksizm ve Türk Solunun İdeolojik Geleneği, www.marksist.com

1 Ocak 2009
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /XI

11.bölüm

12_mart_cellatlari.jpg

Adım adım 12 Mart darbesine

15-16 Haziran büyük işçi eylemi, zaten kabına sığmayan devrimci gençleri daha da hareketlendirmişti. Devrimci gençlik liderleri politik olarak Milli Demokratik Devrim (MDD) çizgisine bağlılıklarını sürdürmekle birlikte, Mihri Belli’nin bir anlamda zinde güçlere bel bağlamış olan “beklemeci” çizgisini artık daha sert eleştirmeye başlamışlardı. Nitekim bu dönemde MDD çizgisi içinde gerçekleşen bölünmeler de devrimci gençlik liderlerinin farklı bir yöneliş içinde olduklarını açıkça ortaya koyuyordu. Dev-Genç liderleri (Mahirler) Ocak 1971’de yayınladıkları açık mektupta, Mihri Belli’nin siyasal çizgisini milliyetçilikle, sağ oportünizmle, reformizmle eleştiriyor ve artık bu çizgiyle yollarını tamamen ayırdıklarını açıklıyorlardı. Dev-Genç liderlerine göre, yarı sömürge bir ülke olan Türkiye’nin kentleri bütünüyle emperyalizmin boyunduruğu altındaydı. O halde emperyalizme karşı devrimci savaş, emperyalist boyunduruğun en zayıf olduğu halkalarda yani kırlarda başlamalı ve kentlerin fethi doğrultusunda bir rota izlemeliydi. Devrim kırlardan başlayacağına göre, bu devrimin temel gücü de köylülük olacaktı. İşçi sınıfına gelince; işçi sınıfı devrimin önder gücüydü ama onun önderliği “fiili önderlik” değil, “ideolojik öncülük” olmalıydı! “Emperyalist işgale karşı işçi-köylü ittifakı temelinde halk savaşı” stratejisini benimsediklerini söyleyen devrimci gençlik liderleri, bu stratejiye uygun bir askeri örgütlenmeye gitmek gerektiğini savunuyorlardı. Nitekim 12 Mart öncesinde yayınladıkları bildirilerde, bu askeri devrimci örgütlerin kurulduğunu kamuoyuna duyuracaklardı. Silahlı mücadeleyi esas alan bu askeri devrimci örgütlenmeler (THKO ve THKP-C), bir süre sonra giriştikleri askeri eylemlerle (bombalama, banka soygunu, adam kaçırma vb.), “halk savaşı”nı fiilen başlattıklarını ilan ediyorlardı! 1971 yılına girildiğinde ordu içinde de kıpırdanmalar artmış durumdaydı. Kendilerini Kemalist milliyetçi- devrimciler olarak tanımlayan radikal subaylar, AP hükümetini devirmek için bir darbe hazırlığı içindeydiler. Radikal subayların oluşturduğu “sol” cuntanın içinde eski 27 Mayısçı subayların yanı sıra, çeşitli meslekten Kemalist aydınlar da (Devrim dergisi çevresi) yer alıyordu. Ayrıca dönemin kuvvet komutanlarının da bu “sol” cuntayı desteklediği yaygın bir inançtı sol kamuoyunda! Bu ortamda darbeyi bir an önce gerçekleştirmek ve kendi “devrim” programlarını hayata geçirmek için sabırsızlanan radikal subaylar, darbe tarihini kesinleştirmeleri için kuvvet komutanlarına alttan basınç bindirdiler. Alttan gelen bu basınca daha fazla engel olamayacaklarını anlayan kuvvet komutanları, bu durumda darbe tarihini 9 Mart olarak bildireceklerdi cuntaya. Fakat bu arada ABD ve yerli finans oligarşi de ordu içinde faaliyetlerini aralıksız sürdürüyordu. Belli ki, ABD ve yerli finans oligarşi, radikal subayların “sol” darbe girişimini engellemek için kuvvet komutanlarıyla üst düzeyde pazarlıklar yürütüyordu. Üst düzeyde yürütülen bu pazarlık, NATO’nun Güney Doğu kanadını oluşturan Türk ordusunun yapısıyla ve Türkiye’deki burjuva rejimin geleceğiyle ilgiliydi kuşkusuz! ABD ve yerli finans oligarşinin kısa dönemli amacı, kuvvet komutanları ve üst düzey generallerle bir anlaşmaya vararak, gerçekleşecek askeri müdahalenin kendi kontrolleri dışına çıkmasını engellemekti. Uzun dönemli amaç ise, orduda bozulan emir komuta zincirini yeniden ve sağlam bir biçimde tesis etmek ve kendi denetimleri dışında cuntasal oluşumlara bir daha asla izin vermemekti! Radikal subayların aşağıdan yaptıkları baskı sonucunda, 8 Martı 9 Marta bağlayan gece yarısı silahlı kuvvetlerin büyük bir bölümü alarma geçirildi ve önceden hazırlanmış olan darbe planı istikametinde askeri birlikler seferber edildi. Artık sıra, kuvvet komutanlarının (Kara, Hava, Deniz) hareket emrini vermesine gelmişti. Darbeci subaylar birliklerinin başında bu emrin gelmesini beklemekteydiler. Ancak bekledikleri emir hiçbir zaman gelmeyecekti. Çünkü o güne kadar radikal subaylarla ve sol cuntayla birlikte hareket ettikleri izlenimini veren kuvvet komutanları, eğer radikallerin planlandığı gibi bir sol darbe gerçekleşirse, ilerde kendilerinin de harcanacağından korkarak (ya da başkaları tarafından böyle korkutularak), son anda hareketten vazgeçtiler. Bu arada ordu içinde “sol” cunta yanlısı radikal subayları oyalamak için, onlara darbe tarihinin şimdilik Hazirana ertelendiğini bildirdiler. Oysa gerçek durum bu değildi. Gerçekte kuvvet komutanları, o sırada ordunun tutucu ve Amerikancı kanadının görüşlerini dile getirdiği bilinen Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç’la, dolayısıyla ABD ile bir anlaşmaya varmışlardı. Bu anlaşmaya göre, ilk adımda radikal subayların “sol” darbe girişimi engellenecekti. Daha sonra ise, kuvvet komutanları ile Genel Kurmay Başkanı’nın imzaladığı bir uyarı mektubu (meşhur 12 Mart Muhtırası) Senato ve Meclis Başkanlığına iletilecekti. TRT’nin haber bültenlerinde de okunan bu muhtırada, “parlamento ve hükümetin tutumunun ülkeyi anarşiye ve kardeş kavgasına sürüklediği” vurgulanıyor ve “ anayasanın öngördüğü reformları Atatürkçü bir görüşle yapacak ve inkılâp kanunlarını uygulayacak kuvvetli ve inandırıcı, partiler üstü bir hükümetin bir an önce kurulması” isteniyordu. Bu yapılmadığı takdirde, TSK idareye doğrudan doğruya el koyacaktı! Ordu içinde radikal subayların nefretini en çok üzerine çekmiş ve darbenin esas hedefi haline gelmiş olan Demirel, 12 Mart Muhtırasının verilmesiyle birlikte “şapkasını alıp gitti” ve AP hükümeti de böylece düşürülmüş oldu! Fakat bunun karşılığında kuvvet komutanları da ABD’ye ve finans oligarşiye verdikleri “sözü” yerine getirdiler ve “sol” cuntayla ilişkisi olan radikal subayların tasfiye sürecini başlattılar. Sol cunta içinde yer aldığı tespit edilen pek çok subay emekli edildi ve bazıları da tutuklandı. Emekli edilen ve tutuklananlar arasında kilit görevler üstlenmiş olan generaller de bulunmaktaydı. TSK içinde sürecin kendi aleyhlerine işlediğini gören sol Kemalistler, artık her şeyin bittiğini anlayıp bir bozgun havası içinde geri çekildiler. Darbe öncesinde devrimci gençleri “gerillacılığa” teşvik eden sol Kemalistler, şimdi artık “gerillacılıktan” vazgeçilmesi çağrıları yayınlamaktaydılar! Sol Kemalistlerin devrimciliğine bel bağlayanlar ise, bu ibretlik manzara karşısında, şaşkınlıklarını üzerlerinden atmaya çalışıyorlardı! ABD ve yerli finans oligarşi “son anda” yaptıkları bu müdahaleyle, hem ordu içinde “emir-komuta” zincirinin bozulmasını engellemiş, hem de radikal subayların 9 Martta gerçekleştireceği “sol” darbeyi önlemiş oldular. Bu aynı zamanda, burjuva devletin temel direği olan silahlı kuvvetler bünyesinde muhtemel bir bölünme ve “iç çatışma”nın da savuşturulması anlamına geliyordu. Bu aşamadan itibaren, burjuvazinin tüm fraksiyonları, finans oligarşinin hegemonyası altında bir araya gelecek ve burjuva rejimde doğan otorite bunalımını aşmak üzere, olağanüstü bir rejimin uygulanmasına onay vereceklerdi. Silahlı kuvvetlerin yüksek komuta kademesi, sermayenin doruğu ve ABD arasında varılan bu “kutsal” anlaşma, parlamentoda da hemen yansımasını bulmuştu. AP, CHP ve öteki burjuva partiler, finans oligarşinin direktifiyle başbakanlığa atanan CHP milletvekili Nihat Erim’in kuracağı “partiler üstü” hükümete bakan vereceklerini ve programını onaylayacaklarını açıkladılar. Fakat öte yandan, hem sol kamuoyunu oyalamak hem de ordu içindeki radikal subayları yatıştırmak için, kurulan bu hükümetin “ilerici, reformcu, sol bir hükümet” olduğu izlenimi de yaratılacaktı kamuoyunda. Nitekim bu izlenimi yaratabilmek için, Nihat Erim hükümetine parlamento dışından “sol” görüşlü olduğu bilinen kişiler de alınacaktı. Örneğin parlamento dışından atanan bakanlar arasında, Yön ve Sosyalist Kültür Derneği çevresinden olduğu bilinen ve o sırada OECD ve Dünya Bankasında çalışan Atilla Karaosmanoğlu, ismi “ilerici” öğretim görevlileri arasında geçen Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Türkân Akyol, NATO Genel Sekreter yardımcısı Osman Olcay ve 27 Mayısçı iki tabii senatör de yer almaktaydı. Böylece burjuvazi, teknokrasi ve asker-sivil bürokrasi, kapitalist düzenin bekası için bir “milli birlik ve beraberlik hükümeti” etrafında kenetlenmiş oldular! Nihat Erim hükümeti programını açıkladığında, ilk kutlama mesajı finans kapitalin sembol ismi ünlü işadamı Vehbi Koç’tan gelmişti. Erim hükümetinin oluşumundan bir ay sonra ise, burjuvazinin finans kapital düzeyine yükselmiş olan unsurlarının örgütü TÜSİAD kuruldu! Zenginler kulübü olarak da anılan TÜSİAD, burjuvazinin genelini temsil eden sanayi-ticaret odaları ve işveren sendikalarının yanında, finans oligarşinin çıkarlarını temsil eden “daha özel” bir örgüt olarak inşa edildi. Nitekim TÜSİAD kuruluşundan itibaren bu “özel” durumuna uygun davranacak ve tüm burjuva kesimler üzerinde finans oligarşinin hegemonyasını tesis etmeye ve bu doğrultuda baskı gücü oluşturmaya çalışacaktı. AP ve CHP, sermayenin doruğunda kararlaştırıldığı gibi hareket ettiler ve parlamentoda Nihat Erim hükümetine güvenoyu verdiler. İşin ilginç yanı, 12 Mart darbesiyle tasfiye edilmiş olan sol Kemalistlerin de (Devrim dergisi çevresi) başlangıçta Nihat Erim hükümetini desteklemiş olmasıydı. O dönemde Cumhuriyet gazetesinde İlhan Selçuk, Erim hükümetinin reformlara girişebilmesi için “Atatürkçülerin birlik içinde olması gerektiğini” vurgulayan yazılar yazıyordu. Oysa aynı dönemde TİP ve Dev-Genç, Nihat Erim hükümetini “tekelci kapitalistlerin”, “bürokratik faşizmin” hükümeti olarak tanımlayacak ve hiçbir biçimde destek olmayacaklarını açıklayacaklardı. O tarihte CHP Genel Sekreteri olan Bülent Ecevit bile, Türkiye’de Yunanistan usulü bir askeri diktatörlük kurulduğunu söyleyerek ve partisinin Erim hükümetine bakan vermesini protesto ederek, partideki görevinden istifa edecekti. Nitekim Erim hükümetinin gerçek yüzünü göstermesi için çok beklemek gerekmedi. 12 Mart’ın gerçekte devrimci solu ve işçi hareketini ezmek için geldiği, Erim hükümetinin icraatıyla kısa zamanda ortaya çıktı. 12 Mart darbesiyle süreci kendi kontrolleri altına alan yerli finans oligarşi ve ABD, kurdurdukları Erim hükümeti aracılığıyla burjuva düzeni yeniden tahkim etmeye girişmişlerdi. Bu olağanüstü burjuva yönetim döneminde, komünistlere ve devrimcilere karşı mücadele de artık MHP’li, Ülkü Ocaklı sivil faşist çeteler eliyle değil, doğrudan doğruya emperyalizmin ve burjuva devletin derin aygıtları (kontrgerilla) eliyle yürütülecekti! Nihat Erim hükümeti işbaşına geldikten bir ay sonra (26 Nisan 1971’de) Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Hatay ve Diyarbakır’da sıkıyönetim ilan etti ve hemen ardından devrimcileri, solcuları, örgütlü işçi hareketini ezmek için meşhur “Balyoz Harekâtı”nı başlattı. Sözde reform hükümeti olarak işbaşına gelen, gerçekte ise yerli finans kapitalin ve ABD’nin istediği ekonomik-siyasal düzenlemeleri yapmakla görevlendirilmiş bulunan Nihat Erim hükümeti, işbaşında bulunduğu süre boyunca bu uğursuz görevini eksiksiz yerine getirecekti. Erim hükümetinin sıkıyönetim ilan etmesinden sonra tüm inisiyatif sıkıyönetim komutanlarının, dolayısıyla kontrgerillanın eline geçti. Sıkıyönetim ilan edilen tüm illerde ve özellikle azılı anti-komünist Faik Türün’ün sıkıyönetim komutanı olduğu İstanbul’da solcu ve devrimci avı başlatıldı. Binlerce polis ve asker eşliğinde, Fırtına Bir ve Fırtına İki adı verilen arama, kitap toplatma ve yakma harekâtı yürütüldü. Yüzlerce devrimci gözaltına alınıp işkencelerden geçirildi ve tutuklandı. TİP, Kürt sorunuyla ilgili aldığı kongre kararı nedeniyle Sıkıyönetim Mahkemesi tarafından kapatıldı ve yöneticileri ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Dev-Genç, Türkiye Öğretmenler Sendikası, Devrimci Doğu Kültür Ocakları ve daha pek çok ilerici ve devrimci dernek kapatıldı. Sendikalar sürekli baskı altında tutuldu ve faaliyetleri fiilen en aza indirildi. Devrimci gençlik liderleri Sıkıyönetim Mahkemelerinde idam cezalarına çarptırıldılar. Devrimci gençlik hareketinin önde gelen üç lideri asılarak, diğer gençlik liderleri kahpece pusuya düşürülerek ve bombalanarak hunharca katledildiler. Olağanüstü burjuva rejimin uyguladığı bu yıldırma ve pasifikasyon harekâtının uzun erimli amacı, devrimci ve sol hareketin bir daha belini doğrultamayacak şekilde ezilmesi, örgütsüzleştirilmesi ve böylece hem işçi hareketinin hem de gençliğin devrimcileşmesinin önüne geçilmesiydi. Bu arada finans kapital, kendi düzeninin bir zaafı olarak gördüğü 61 Anayasasını değiştirmek için de harekete geçmişti. 61 Anayasasında yazılı olan özgürlüklerin kullanılmasından başı çok ağrıyan burjuvazi, şimdi bu özgürlüklere anayasada sınırlar getirilmesini istiyordu. Burjuvazinin bu isteğini Nihat Erim şöyle dile getirecekti: “61 Anayasası Türkiye için bir lükstür. Halk bu anayasanın getirdiği özgürlükleri kullanmaya henüz ehil değildir. Bu anayasadaki özgürlükler halka bol gelmiştir ve bu da anarşiye yol açmıştır. Onun için, özgürlükleri kısıtlayıcı gerekli anayasal değişiklikler derhal yapılacaktır!” Sonuçta, finans kapitalin mutemet adamı Erim’in istediği gerici anayasal değişiklikler, parlamentoda AP ve CHP milletvekillerinin oylarıyla bir bir gerçekleştirildi. Burjuvazinin asıl istediği, içinde düzene karşı devrimci muhalefet yürüten solcuların, devrimcilerin, komünistlerin bulunmadığı bir siyasal düzendi kuşkusuz! Burjuvazinin olağanüstü yönetim biçimi olan 12 Mart rejimi iki buçuk yıldan fazla sürdü. Bu olağanüstü rejim döneminde, burjuvazi sarsılan düzenini tahkim etmeye ve kendi sınıfsal çıkarlarını uzun dönemli güvenceye alacak ekonomik-siyasal düzenlemeleri yapmaya çalıştı. Gerçi burjuvazi bu dönemde yapmak istediği değişikliklerin tümünü gerçekleştiremedi, ama gelişmesinden büyük ürküntü duyduğu örgütlü devrimci sol hareketleri ve işçi sınıfı hareketini belli bir süre için de olsa sindirmeyi başardı. Bu dönemde devrimci örgütler ağır darbeler yedi, devrimci kadrolar ağır kayıplar verdi. Öte yandan, 12 Mart rejimi işçi ve sendikal hareketi de sürekli baskı altında tutarak, kapitalistlere rahat bir sömürü ortamı sağladı. Dolayısıyla bu yıllarda hem yabancı sermaye ortaklığına dayanan ithal ikameci sanayi yatırımları artmış, hem de sanayide hızlı bir tekelleşme süreci yaşanmıştır. Sanayide yaşanan bu hızlı tekelleşme sürecinde başı çeken sermaye kuruluşları arasında, asker kökenli bir sermaye kuruluşu olan OYAK da yerini almıştır. Kısa zamanda hızlı bir büyüme gösteren bu tekelci sermaye gruplarının hepsi de yabancı sermayeyle ortak yatırımları olan kuruluşlardır. Dolayısıyla bu dönem, yerli-yabancı finans kapital ortaklığının, Türkiye’nin ekonomik ve siyasal yaşamı üzerinde tam anlamıyla hegemonyasını kurmaya başladığı tarihsel bir dönemeç noktası olmuştur. Fakat bu dönem aynı zamanda, ekonomide dışa bağımlılığın ve borçlanmanın arttığı ve Türkiye kapitalizminin yapısal krizini artıran koşulların da hızla birikmeye başladığı bir dönemdir. 1971 yılından itibaren burjuva siyasal rejim üzerinde hegemonyasını kuran güç, yukarıda da belirttiğimiz üzere, askeri-bürokratik elitin de içinde yer aldığı finans oligarşidir. 12 Mart rejiminde burjuvazinin tüm kesimlerini bir anlamda zora dayanarak kendi hegemonyası altında birleştiren finans oligarşi, diğer taraftan bu olağanüstü rejim koşullarının uzun yıllar sürdürülemeyeceğinin de bilincindedir. Bu konularda uzun dönemli düşünen ve planlarını buna göre yapan emperyalizm ve yerli finans oligarşi, Türkiye’de tekrar olağan burjuva yönetim biçimine geçildiğinde, devrimci harekete alternatif olabilecek bir burjuva reformist “sol” harekete ne denli ihtiyaç duyacaklarının da farkındadır. Bütünüyle burjuvazinin kontrolünde olacak böyle bir reformist “sol” hareketin burjuvazi açısından yerine getireceği tarihi görev, Türkiye’de işçi sınıfını, gençliği, aydınları ve geniş emekçi kitleleri devrimci örgütlerin, özellikle de gerçek proleter devrimci (komünist) örgütlerin etkisinden uzak tutmaktır. Nitekim ilerde göreceğimiz üzere, burjuvazinin akıl hocaları, bu amaçla hazırladıkları bir siyasal projeyi 1973 seçimlerinde hayata geçirmeye çalışmışlar, fakat başarılı olamamışlardır. 1973 seçimleri öncesinde burjuva medyada bir “Ecevit efsanesi” yaratılmaya çalışılmıştır. “Karaoğlan Ecevit”, “halkçı Ecevit”, “umudumuz Ecevit” gibi popülist söylemlerle politikada imajı parlatılan Bülent Ecevit, emekçi kitlelere bir “kurtarıcı” olarak takdim edilmiştir. Burjuvazinin akıl hocalarının kafasındaki plan, yılların resmi devlet partisi CHP’yi, sosyal-demokrat bir parti olarak ambalajlayarak, işçi sınıfını, solcu aydınları, devrimci gençliği bu partinin kuyruğuna takmaktır. Burada asıl hedeflenen şey, Türkiye’de gelişme potansiyeli olan gerçek bir proleter devrimci hareketin önünün kesilmesidir kuşkusuz. Fakat burjuvazinin hazırladığı bu siyasal proje tutmayacak ve devrimci sol hareketleri CHP aracılığıyla ehilleştirme ve düzen sınırları içine çekme planları çok çabuk suya düşecektir.

70’li yıllar: Burjuvazinin liberalini de statükocusunu da ürküten devrimci yıllar

1973 yılının Ekim ayında milletvekili seçimleri yapıldı ve yeniden olağan burjuva parlamenter işleyişe geçildi. Seçimlerde hiçbir burjuva partisi tek başına hükümet kurabilecek bir sayısal çoğunluk elde edememişti. Bunun üzerine büyük burjuvazi yukarıda zikrettiğimiz siyasal projesini hayata geçirmek üzere harekete geçecek ve Bülent Ecevit’in başbakanlığında bir koalisyon hükümetinin kurulmasını sağlayacaktı. Burjuva basın, kurulan CHP-MSP koalisyon hükümetini kamuoyuna “solla sağ arasında gerçekleşen tarihi uzlaşma” olarak lanse edecek ve bunu gerçekleştiren Ecevit’e övgüler yağdıracaktı. 12 Mart’tan çıkışta siyasal süreç, gerçekten de finans kapital kurmaylarının arzuladığı şekilde gelişiyor gibiydi. Yukarıda da belirttiğimiz üzere, 12 Mart rejimi sona erip yeniden burjuva parlamenter rejime geçildiğinde, burjuva reformist bir “sol” hareketin yaratılması, aslında büyük burjuvazinin kurguladığı bir siyasal projeydi! Nitekim seçimlerden sonraki siyasal tabloya bakıldığında, burjuvazinin kurguladığı bu siyasal projenin bir biçimde gerçekleşmiş olduğu anlaşılıyordu. Üstelik Kıbrıs harekâtının da tam bu tarihlere denk düşmüş olması (Haziran 1974) ve ardından Yunanistan’da faşist Albaylar Cuntasının iktidardan alaşağı edilmesi, bu siyasal projenin tutmasını kolaylaştırmıştı. Öte yandan, bu süreçte Bülent Ecevit’in “sol” rüzgârlar estiren söylevleri de onu kamuoyunun gözünde, emekçiden yana, halkçı bir lider, bir kahraman haline getirirken, partisi CHP’yi de emekten yana, solcu bir parti haline getiriyordu. “Halkçı Ecevit” ve “ortanın solu” söylemi adeta bir mitos haline gelmişti bu dönemde. Solda artık yalnızca Ecevit’in ve onun burjuva reformist “ortanın solu” çizgisinin borusu ötecek gibi görünüyordu! Büyük burjuvazinin de burjuva parlamenter rejimde görmek istediği siyasal manzara buydu zaten! 12 Mart’tan çıkış sürecinde yaratılan bu politik atmosferden, kuşkusuz işçi sınıfı ve aydınlar da etkilenmişlerdi. Sosyalist hareketin henüz kendini toparlayamadığı, devrimci hareketin henüz yükselişe geçemediği bir ortamda, bu gelişmelerden yararlanan elbette ki CHP olmuştu. Örneğin, 12 Mart öncesinde CHP’yi en sert şekilde eleştiren ve TİP’i destekleyen DİSK bile şimdi CHP’yi desteklediğini açıklıyor ve bu partinin “Anayasal özgürlükleri, demokratik hakları ve uygarlıkçı bir anlayışı savunan tek parti” olduğunu söylüyordu. DİSK’in bu tutumu, onun tabanını da derin bir şekilde etkiliyordu tabii ki. Ancak bu durum fazla uzun sürmeyecekti. Pek çok devrimcinin 1974 affıyla cezaevlerinden çıkışıyla birlikte, sosyalist sol yeniden toparlanmaya, işçi ve devrimci hareket yeniden yükselmeye başladı. Üstelik devrimci ve sosyalist örgütlenmelere katılanların sayısı 12 Mart öncesine göre çok daha artmış, devrimci ve sosyalist hareket çok daha kitleselleşmişti. Hepsi bu kadar da değil; bu kez toplumun her kesiminde düzen karşıtı muhalefet hareketleri gelişiyor ve bu temelde yoğun bir örgütlenme seferberliği yaşanıyordu. İşçiler, memurlar, öğretmenler, öğrenciler, teknik elemanlar, sanatçılar, aydınlar her geçen gün daha da politikleşiyor, toplumsal ve siyasal sorunlar karşısında devrimci duyarlılık her geçen gün daha da artıyordu. Bu arada DİSK de CHP’nin etkisinden çıkmış ve daha solda, daha mücadeleci, militan bir sınıf sendikacılığı anlayışına yönelmişti. DİSK’in bu çizgiye gelmesindeki en önemli etken, Türkiye Komünist Partisi’nin DİSK içinde örgütlenmesi ve DİSK’i etkilemiş olmasıdır kuşkusuz. Özellikle bu son durum, yani işçi hareketinin yeniden yükselişe geçmesi ve işçilerin akın akın DİSK’in çatısı altında toplanmaya başlaması, burjuvaziyi ciddi şekilde endişelendiren ve ürküten bir gelişmeydi. Bu dönemde iç siyasal gelişmelerin yanı sıra, dış siyasal gelişmeler de burjuvaziyi etkiliyordu. Bir yandan Yunanistan’daki faşist askeri cuntanın yol açtığı Kıbrıs sorunu ve bu sorunun NATO içinde yarattığı ihtilaf, diğer yandan “haşhaş ekimi” dolayısıyla ABD ile Türkiye arasında yaşanan gerilim, burjuva devleti ciddi şekilde sıkıştıran gelişmelerdi. İçerde ve dışarıda gelişen olaylar ve yaşanan sorunlar, burjuvazinin tüm kesimlerini ve ordunun yüksek komuta kademesini, finans oligarşinin hegemonyası altında birleşmeye ve birlikte hareket etmeye zorluyordu. ABD ile ittifakın ve sermaye düzeninin çıkarları bunu gerektiriyordu çünkü! Nitekim böyle olduğu içindir ki, o dönemde burjuva iktidar bloku içinde yer alan askerler ile sivil politikacılar ve statükocular ile liberaller arasında, bugün yaşandığı gibi bir iktidar kavgası pek yaşanmayacaktı. Her şeyden önce şu noktayı çok iyi anlamak gerekiyor. Bu yıllarda yönetici sınıfın çeşitli kesimlerini (askerini de sivilini de) birlikte davranmaya iten ya da zorlayan en önemli faktör, bu kesimlerin muhtemel bir işçi devriminden duydukları korkuydu. Devrimci ve işçi hareketinin 70’li yıllardaki yükselişinden duydukları bu korku, askeriyle siviliyle statükocusuyla liberaliyle tüm egemen sınıf kesimlerini “birlikte davranmaya” zorlamıştı. Egemen sınıfın duyduğu bu korku sanal değil, maddi temelleri olan gerçek bir korkuydu. Bunun somut kanıtı, keskinleşen sınıf mücadelesi ve her an kendini hissettiren bir devrimci durumun varlığıydı. Bu gerçekliği herkesten önce gören ABD emperyalizmi, yerli finans oligarşi ve ordunun yüksek komuta kademesi, düzenin “bekası” için gerekli önlemleri almaya çoktan karar vermişlerdi. Ve verdikleri bu kararı, burjuva partilerden bağımsız olarak nasıl uygulayacakları da ilerde görülecekti! Aslına bakılacak olursa, 12 Mart darbesinden sonra Türkiye’deki gelişmeleri kontrol eden ve yönlendiren gerçek güç, asker kökenli sermayenin de içinde yer aldığı yerli finans kapitaldi. ‘70 dönemecinden itibaren ekonomide hâkim konuma geçmiş ve ahtapot kollarıyla bütün sektörleri sarıp sarmalamış olan yerli finans kapitalin gerçek arzusu, dış pazarlara açılmak ve uluslararası tekelci sermaye ile bütünleşmekti elbette. Yerli finans kapital esasen bu arzusunu gerçekleştirmeye hazırlanıyordu, ama önünde aşması gereken ciddi engeller vardı. Bu engellerin başında, örgütlü işçi hareketi geliyordu tabii ki. Ecevit Kıbrıs harekâtıyla elde ettiği politik “başarısını”, bir erken seçimle oya tahvil etmek istemişti ama rakip partiler buna izin vermemişlerdi. Siyasal manevrası tutmayan ve erken seçim arzusunu gerçekleştiremeyen Ecevit 1974 yılı sonunda başbakanlıktan istifa etmek zorunda kaldı. Yerine Demirel’in başbakanlığında Birinci Milliyetçi Cephe (MC) hükümeti (AP, MSP, MHP, CGP) kuruldu. MC hükümeti, beklendiği gibi anti-komünist bir siyaset izleyerek, sola, devrimci gençliğe ve işçi hareketine saldırmakla işe başlamıştı. Bir taraftan MHP’nin yönettiği para-militer faşist çeteler öğrenci gençliğin ve işçilerin üzerine saldırtılırken, diğer taraftan devlet dairelerinde ve poliste faşist kadrolaşmaya gidiliyordu. Öte yandan, sendikal harekette DİSK’in önünü kesebilmek için devlet de bizzat görev üstleniyordu. Örneğin MC iktidarı DİSK’in devlet ve özel sektör işletmelerinde örgütlenmesinin önüne geçebilmek için, buralarda Türk-İş’in örgütlenmesine yardımcı oluyor, hatta yer yer bu örgütlenmeyi bizzat kendisi organize ediyordu. DİSK’in örgütlenmesini engellemek için, işyerlerine yerleşen sarı sendikacılar ve para-militer faşist çeteler bizzat iktidarın yandaşlarından oluşuyordu. Fakat MC iktidarının bu gerici, faşizan baskılarına rağmen, DİSK’in gelişmesi engellenemiyordu. DİSK gelişmesini sürdürürken Türk-İş geriliyor ve üyelerinin DİSK’e geçmesine mani olamıyordu. DİSK, hem özel sektör işyerlerinde, hem de devlete ait işyerlerinde sarı sendikacılara ve faşist çetelere karşı mücadele ederek örgütlenmesini sürdürüyordu. İskenderun Demir Çelik, Seydişehir Alüminyum, Kırıkkale MKE gibi stratejik işletmelerde işçilerin DİSK’te örgütlenmeye başlamaları burjuva devleti ciddi biçimde tedirgin etmişti. Bu süreçte DİSK’in mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışını benimsemesi ve yaptığı toplu sözleşmelerle ve grevlerle işçilerin çalışma koşullarını ve ücretlerini iyileştirmesi, işçilerin akın akın DİSK’e gelmesini sağlamıştı. 1976’da DİSK’in üye sayısı 300 binlere doğru tırmanıyordu. 70’li yılların ikinci yarısından itibaren DİSK, işçi ve emekçilerin, öğretmenlerin, teknik elemanların, öğrenci gençliğin, ilerici aydınların, sanatçıların vb. gözünde, işçi sınıfının sendikal örgütü olmaktan öte bir misyona ulaşmıştı. DİSK yaptığı eylemlerle ve düzenlediği kitlesel mitinglerle adeta ilerici toplumsal muhalefetin merkezi haline gelmişti. DİSK’in 20 Eylül 1975’de İstanbul’da gerçekleştirdiği “Demokratik Hak ve Özgürlükler” mitingine 40 bin, 1 Mayıs 1976 mitingine 100 bin, TOFAŞ işçisi ve DİSK üyesi Muammer Çetinbaş’ın faşistlerce öldürülmesi nedeniyle 10 Temmuz 1976’da Bursa’da yapılan mitinge 10 binlerce işçi ve emekçi katılmıştı. Bu dönemde Devlet Güvenlik Mahkemelerinin (DGM) MC hükümeti tarafından yeniden yasalaştırılmak istenmesi, Türkiye işçi sınıfının tarihindeki en büyük işçi eylemlerinden birine yol açmıştı. İşçiler yüzlerce işyerinde üretimi durdurarak direnişe geçmişlerdi. Bunun karşılığında ise patronlar, aralarında sendika temsilcilerinin de bulunduğu binlerce işçiyi işten atmış ve bu işçilerin başka fabrikalarda işe girmesini engellemek için “kara listeler” hazırlamışlardı. Fakat tüm bu faşizan baskılara karşın, başını DİSK’in çektiği bu militan mücadele sayesinde, burjuvazinin DGM’leri yeniden açma girişimi geri püskürtülmüştü. Can Yücel’in şiirinde dile getirdiği gibi, gerçekten de hava dönmüştü ve işçiden işçiden esiyordu yel! DİSK’in başını çektiği bu militan mücadeleler sayesinde işçilerin kendilerine güvenleri artmış ve devrimci bir sınıf olmanın bilinci ve gururu içinde işyerlerinde, miting alanlarında ve patronlarının karşısında başları dik gezer olmuşlardı. İşçi sınıfı hareketindeki bu devrimci yükseliş, toplumun her kesimini etkilemişti. Devrimci gençlik hareketini temsil eden örgütlerin on binlerce üyesi ve taraftarı vardı. Gençler gözünü budaktan sakınmaksızın atılıyorlardı devrimci mücadeleye. Tabii aynı şekilde, kendi kitle örgütlerini yaratmış on binlerce öğretmen, mühendis, sağlık çalışanı, memur ve emekçi kadın, işçi sınıfıyla omuz omuza yer alıyorlardı dünyayı değiştirme mücadelesinde. Öte yandan kırsal kesimde de tarım işçilerinin ve emekçi köylülerin örgütlü mücadelesi yükseliş halindeydi. Özetle, sınıf mücadelesinin keskinleşmesi ve toplumsal mücadelelerdeki bu kitlesellik ve devrimci kabarış, önceki yıllarla kıyaslanamayacak bir durum arz ediyordu. Alt sınıfların hareket tarzındaki bu değişme ve gelişmeler, üstteki yönetici sınıflara büyük bir basınç bindirdi kuşkusuz. Bu basıncın görünür sonuçları ise, yöneticilerin eskisi gibi yönetememesi ve hem hükümette, hem parlamentoda, hem de devletin çeşitli kurumları (ordu, polis, idare, üniversiteler vb.) içinde derin bir siyasal krizin yaşanması oldu. Bu bakımdan 70’li yıllar, önceki yıllardan kesinlikle çok farklı bir nitelik taşıdı.

26 Ocak 2009
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /XII

12.bölüm

dgm-eylemlerinden-1976.jpg

Emperyalizmi ve yerli büyük sermayeyi asıl korkutan işçi hareketinin devrimcileşmesidir

1977-80 yılları Türkiye’de ithal ikameci kapitalizmin yapısal krizinin derinleştiği, sınıf mücadelesinin keskinleştiği, işçi ve devrimci hareketteki yükselişin doruk noktasına ulaştığı ve buna karşılık sermayenin de karşı-devrimci saldırılarını alabildiğine artırdığı yıllardır. Başka bir deyişle bu yıllar, Türkiye’de devrimci bir durumun yaşandığı ve toplumun “ya devrim ya karşı devrim” ikilemiyle yüz yüze geldiği yıllardır. Türkiye’de dışa bağımlı, ithal ikameci kapitalizmin 1977’den başlayarak yapısal sorunlarının iyice ağırlaşması sonucunda, bir yandan çeşitli sektörlerde ciddi üretim daralmaları yaşanırken, diğer yandan enflasyon hızla tırmanıyor ve işçilerin reel ücretleri her geçen gün daha da eriyordu. Bütün ekonomik göstergeler, sürecin bir ekonomik çöküşe doğru ilerlediğini ortaya koyuyordu. Böyle bir dönemde bir de toplu sözleşme ve grev mücadelelerinin yoğunluklu olarak gündeme gelmiş olması, kapitalistleri iyice köşeye sıkıştırmıştı. Bu durumun en çarpıcı örneği, ithal ikameci kapitalizmin en büyük sektörü olan metal sektöründe yaşanıyordu. Otomotiv, makine ve madeni eşya sanayilerini içeren bu sektördeki patronlar bir yandan sistemin yapısal sorunlarıyla boğuşurken, diğer yandan da Türkiye’nin en kitlesel, en etkili ve en uzun süreli grevleriyle yüz yüze gelmiş bulunuyorlardı. Bu sektörde çalışan işçilerin en bilinçli, en mücadeleci kesiminin sendikal örgütü olan DİSK’e bağlı Türkiye Maden-İş sendikası ile işveren örgütü MESS (Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası) arasında yürüyen toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlanmıştı. Dolayısıyla, tekelci sermayenin ve büyük holdinglerin hâkim olduğu bu işkolunda, Maden-İş üyesi binlerce metal işçisi için çetin bir mücadele dönemi başlıyordu. Zaten bu mücadele öncesinde de işçiler aylardan beri yürüyüşler, mitingler ve direnişlerle yoğun bir hareketlilik içindeydiler. İşçi sınıfının ve toplumun diğer ilerici, devrimci, demokrat kesimlerinin ayakta olduğu böyle bir dönemde, DİSK de Türkiye işçi sınıfının tarihindeki en kitlesel, en görkemli mitinge, 1 Mayıs 1977’ye hazırlanıyordu. DİSK’in aylar öncesinden başlattığı 1 Mayıs hazırlıklarına işçiler, devrimci gençler, emekçi kadınlar, aydınlar, sosyalist örgütler birlikte katılıyor, tüm caddeler, sokaklar 1 Mayıs afişleriyle, çağrılarıyla donatılıyordu. Herkes büyük bir heyecanla 1 Mayıs gününü bekliyordu. Gerçek şu ki, içinden geçilen bu dönem, sıradan ya da olağan bir dönem değildir! Kitle politizasyonunun yüksek düzeyde seyrettiği, değişim isteğinin herkesi sardığı, büyük sermayenin ve MC hükümetinin bu gelişmeler karşısında tedirginlik içinde önlemler almaya çalıştığı olağanüstü bir dönemdir bu dönem. Başka bir deyişle bu dönem, giderek olgunlaşmakta olan bir devrimci durumun tüm belirtilerini içinde taşıyan bir dönemdir. Nitekim 12 Mart 1971 öncesinde benzer bir durumun daha alt aşamalarını yaşamış ve bu konuda oldukça deney sahibi olmuş yerli finans kapitalin kurmayları ve onlara akıl hocalığı yapan “müttefik” ABD’li uzmanlar, böyle bir devrimci durumun kitleleri harekete geçirerek bir devrime doğru büyümesinden ciddi endişe duymakta ve bunun önüne geçebilmek için çareler aramaktaydılar. Tabii her zaman olduğu gibi, akıllarına gelen ilk çare, devrimci gelişmeyi karşı-devrimci saldırılarla engellemek olacaktı. Bunun ilk işaretleri ise 1 Mayıs 1977 mitinginde ortaya çıkacak ve bu tarihten itibaren, Türkiye’de devrim/karşı-devrim diyalektiğinin işlediği bir siyasal süreç yaşanmaya başlanacaktı. Bu tarihi süreçte toplumsal muhalefetin adeta öncü-merkezi haline gelen DİSK, bu konumu nedeniyle ABD emperyalizminin ve yerli finans kapitalin de boy hedefi olmuştu. DİSK’in kendisi bir siyasi parti değildi ama kapitalist düzene ve gerici burjuva yönetimlere karşı çıkan işçi ve emekçi kitlelerin, devrimci gençliğin, aydınların, ilerici-demokrat kesimlerin gözünde adeta devrimci bir muhalefet partisi gibi algılanıyordu. DİSK’in düzenlediği mitingler, düzene karşı olan tüm ilerici, devrimci sol güçleri bir araya getiren bir platforma dönüşüyordu. Nitekim DİSK’in öncülüğünde gerçekleştirilen Demokrasi Mitingleri, DGM Direnişi, 1 Mayıs 1976 kutlaması gibi kitle gösterileri de böyle olmuştu. Ve şimdi DİSK, aynı şekilde tüm ilerici, sol güçlerin katılacağı kitlesel 1 Mayıs 1977 mitingine hazırlanıyordu. DİSK’in aylar öncesinden başlattığı yoğun bir çalışma sonucunda, Türkiye’nin dört bir yanından gelen 500 bine yakın işçi ve emekçi, bir sel gibi Taksim alanına akıyordu. DİSK’in örgütlediği bu tarihi mitingin, sosyalistleri, komünistleri, ilerici-demokratları, tüm düzen karşıtı muhalefeti bir araya getirmesi, yerli ve yabancı tüm sermaye güçlerinin yüreğine bir kez daha korku salmıştı. Taksim alanına akan yürüyüş kollarında on binlerce ağız “141-142’ye Hayır”, “Faşizme Geçit Yok”, “Faşizme Karşı Omuz omuza”, “İşçiyiz Güçlüyüz, Devrimlerde Öncüyüz” sloganlarını haykırıyordu. Bu tablonun ortaya koyduğu apaçık gerçek şuydu: İşçi hareketi devrimcileşiyordu! Yerli ve yabancı sermaye güçlerini asıl ürküten de buydu işte! Toplumun diğer kesimlerinin politikleşmesinden ve öğrenci gençliğin, aydınların, ilerici-demokratların hareketlenmesinden daha çok, işçi hareketinin devrimcileşmesi ürkütmüştü egemenleri. Yıllardan beri Türkiye’de farklı kulvarlarda yürüyen işçi hareketi ile devrimci ve sosyalist hareket, şimdi hızlı bir bütünleşme sürecine girmiş gibiydi. Bu durum, işçi sınıfının muazzam bir bilinç sıçraması içinde olduğunu ve kendi bağımsız sınıf siyasetine sahip çıkmaya başladığını gösteren bir gelişmeye işaret ediyordu kuşkusuz!

İşçi hareketinin devrimcileşmesi sermayenin karşı-devrimci saldırılarını gündeme getiriyor

Yaklaşan “tehlikeyi”, yani devrimcileşen işçi hareketinin ayak seslerini çok önceden duymuş olan ABD emperyalizmi ve yerli finans oligarşi de bu süreçte boş durmamıştı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, devrimci harekete alternatif olabilecek burjuva-reformist bir “sosyal-demokrat” hareket yaratmayı ve işçi sınıfını bu hareketin peşine takmayı denemiş olan finans kapitalin kurmayları, bu amaçla bir dönem Bülent Ecevit’in liderliğindeki “ortanın solu” hareketini parlatmış ve bu hareketi emekçi kitlelere “solcu” ve de “halkçı” bir hareket olarak lanse etmeye çalışmışlardı. Ne var ki, işçi sınıfını, devrimci gençliği ve ilerici-sol güçleri devrimci çizgiden uzaklaştırıp, burjuva CHP’nin kuyruğuna takamayacağını kısa zamanda anlamış olan finans-kapitalin kurmayları, bu kez çareyi gene eski statükocu yöntemlere dönmekte bulacaklardı. Egemen güçler, yükseliş içinde olan işçi ve devrimci hareketi bastırmak ya da hiç değilse geriletmek için 1976’dan itibaren yoğun bir faaliyet gösterecek ve bu amaçla acil önlemler geliştirmeye çalışacaklardı. Nitekim MC hükümetinin bu dönemde DGM’leri yeniden açma girişiminde bulunması da bu önlemlerden birisiydi. Fakat işçi sınıfı “DGM’ler sıkıyönetimsiz sıkıyönetimdir”, “burjuvazinin sınıf mahkemeleridir” diyerek direnişe geçmiş ve bu gerici mahkemelerin açılmasına izin vermemişti. Bu durumda gerici planlarını ve saldırılarını “burjuva demokrasisi” çerçevesinde açıktan uygulayamayacaklarını anlayan yerli egemenler ve onların destekçisi ABD emperyalizmi başka yollar aramaya başladılar. Ve bu amaçla, bir yandan devlet içindeki NATO menşeli kontrgerilla örgütünü harekete geçirirken, diğer yandan da el altından destekledikleri ve taşeron olarak kullandıkları MHP’yi ve onun paramiliter sivil faşist çetelerini 12 Mart öncesinde olduğu gibi yeniden sahneye sürdüler. DİSK’in örgütlediği 1 Mayıs 1977 mitingi işte bu koşullar altında, yani yerli ve yabancı sermayenin hizmetindeki karanlık güçlerin karşı-devrimci faaliyetlerini yoğunlaştırdıkları bir ortamda yapıldı. 1 Mayıs günü bütün sol, sosyalist, komünist örgütler, sendikalar, dernekler, meslek odaları ve onların binlerce taraftarı, işçilerle omuz omuza 1 Mayıs’ın kutlanacağı alana doğru yürüyüşe geçti. Yürüyüş kollarında hep bir ağızdan haykırılıyordu: “Yaşasın 1 Mayıs, yaşasın işçilerin mücadele birliği, kahrolsun emperyalizm, kahrolsun kapitalizm, faşizme geçit yok!” Büyük tekelci patronların örgütü MESS’e karşı toplu grev mücadelesine hazırlanan Maden-İş’in on binlerce üyesi de o gün Taksim alanındaydı ve hep bir ağızdan “DGM’yi ezdik, sıra MESS’de” sloganını haykırıyorlardı. 1 Mayıs mitingine, Türkiye tarihinde o güne kadar görülmemiş bir kitlesel katılımın gerçekleşmesi ve aynı dönemde kitlesel işçi grevlerinin de kapıda olması, Türkiye’de havanın döndüğünün ve devrimci rüzgârların esmeye başladığının açık bir göstergesiydi. Ama öte yandan, ABD emperyalizmi ve yerli egemenler de bu durumun farkındaydılar ve gelişen bu devrimci havayı kırmak için uzun zamandan beri “derin” bir karşı-devrimci faaliyet içindeydiler. Bu konuda görevlendirilmiş olan yerli ve yabancı sermayenin karanlık güçleri, planladıkları karşı-devrimci genel saldırıyı başlatmak için zaten nicedir uygun bir fırsat kollamaktaydılar. Nitekim yüz binleri bir araya getiren büyük 1 Mayıs mitingi, ses getirici saldırılarını gerçekleştirmeleri için bu karanlık güçlere bekledikleri fırsatı sunacaktı. Düzen güçlerinin önceden planladıkları karşı-devrimci saldırı, 1 Mayıs mitinginin bitişine yakın bir zamanda emekçi kitlelerin üzerine açılan yaylım ateşle başladı. Doğrudan doğruya bir kitle katliamını hedefleyen bu karşı-devrimci kanlı saldırının bilançosu, 37 işçinin yaşamını yitirmesi ve yüzlercesinin yaralanması oldu. Aynı anda polis panzerleri de bilinçli bir şekilde kitlenin üzerine sürülerek, bir korku, dehşet ve yılgınlık havası yaratılmaya çalışıldı. 1 Mayısa yönelen bu kanlı saldırı, yükselmekte olan işçi hareketi ve devrimci hareket karşısında paniğe kapılan egemen güçlerin, ileriki günlerde daha genel bir saldırı planını Türkiye çapında uygulamaya sokacaklarının da açık habercisiydi! 1 Mayıs mitingine yapılan bu saldırı, o dönemde kimilerinin göstermek istediği gibi, “dış güçler” tarafından planlanmış ve Türkiye’nin egemen güçlerinden habersiz ya da bağımsız olarak uygulamaya sokulmuş bir “operasyon” değildi kuşkusuz. Gerçekte bu saldırı, öteden beri emperyalist sermaye ile sıkı işbirliği içinde olan yerli büyük sermayenin ve onun devletinin ilgisi ve bilgisi dâhilinde, önceden planlanmış ve inceden inceye hazırlığı yapılmış karşı-devrimci bir saldırıydı. Arkasında ABD emperyalizmin ve yerli finans oligarşinin tezgâhı bulunan kanlı 1 Mayıs saldırısı, işçi ve emekçi kitleleri yıldırmaya, pasifize etmeye ve aynı zamanda devrimcileri ve komünistleri de emekçi kitlelerden tecrit ederek yalnızlaştırmaya yönelik genel bir saldırı planının başlangıç aşamasını oluşturuyordu. Fakat karşı-devrimci sermaye güçlerinin bu kanlı saldırısı, bekledikleri sonucu vermemişti. Bu saldırı, örgütlü işçi ve emekçi kitleleri, sosyalistleri, komünistleri geriletmemiş, tersine mücadele azimlerini daha da bilemişti. Kanlı 1 Mayıs’tan yaklaşık bir ay sonra aynı alanda yapılan Ecevit’in mitingine, her türlü provokasyon ve saldırı ihtimaline karşın, gene yüz binler katılmış ve Ecevit’in mitingini, MC hükümetini ve faşist saldırıları protesto mitingine dönüştürmüşlerdi. Bu durum, 1 Mayıs katliamından sonra da kitlelerin ruh halinde esaslı bir değişikliğin olmadığını, bir yılgınlık halinin yaşanmadığını gösteriyordu. Nitekim 1 Mayıs olaylarından sonra, faşist karması MC hükümetine karşı protestolar daha da yaygınlaşmış ve Haziran 1977’de yapılan erken genel seçimlere bu politik atmosfer içinde gidilmişti. DİSK seçimler öncesinde yaptığı açıklamada, “tekelci sermayenin demokrasi ve halk düşmanı, gerici-faşist stratejisini bozguna uğratmak, faşizm tehlikesini yok etmek üzere MC’yi demokratik yoldan alaşağı etmek en acil hedeftir” diyordu. İşçi ve emekçilerin büyük çoğunluğu Haziran 1977 seçimlerinde oylarını “sol ve emekten yana” bir parti olarak gördükleri Ecevit’in CHP’sine verdiler. CHP bu sayede seçimlerde en çok oyu alan ve en fazla milletvekili çıkaran parti oldu. Ne var ki, CHP’nin aldığı oy ve çıkardığı milletvekili sayısı gene de tek başına hükümeti kurmaya yetmemişti. Bu durumda hükümeti gene sağ partiler koalisyonu kuracaktı. Böylece AP, MSP ve MHP’den oluşan 2. MC hükümeti dönemi başladı. Faşist saldırılar ve polis baskısı 2. MC döneminde de devam etti. Öte yandan sermaye ile işçi sınıfı arasındaki sınıf mücadelesi de aynı keskinlikte sürüyordu. Bunun en somut belirtisi ise, MESS ile Maden-İş arasındaki uyuşmazlığın, yaygın kitlesel grevlere dönüşmüş olmasıydı.

Tekelci sermayenin saldırısına metal işçilerinin yanıtı: Toplu grev

Daha birkaç ay önce, MC hükümetinin yeniden açmak istediği DGM’lere karşı direnişin en ön saflarında yer almış olan metal işçileri, şimdi de kazanılmış haklarını korumak, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmek için tekelci büyük sermayenin örgütü MESS’e karşı çetin bir mücadeleye hazırlanıyorlardı. O tarihte MESS’in başındaki şahsın Turgut Özal olduğunu hatırlarsak, bu örgütün işçi sınıfına ve DİSK’e nasıl baktığına dair ayrıca bir açıklama yapmaya gerek kalmaz sanırız! 1976 yılının Eylül ayında DGM’lere karşı demokratik direniş hakkını kullanarak politik bir eylem ortaya koyan pek çok metal işçisi, MESS’in talimatıyla işlerinden atılmış ve kara listeye alınmıştı. Sermayenin bu azılı işçi düşmanı örgütü, bilinçli metal işçilerine ve onların mücadeleci örgütü Maden-İş’e duyduğu düşmanlığı hiç gizlemiyordu. Çünkü Maden-İş, hem DGM direnişinde gösterdiği militan mücadeleyle, hem de ardından gelen toplu sözleşme görüşmelerinde geri adım atmayarak, sermaye karşısında uzlaşmacı ve teslimiyetçi bir yolu değil, sınıf mücadeleci bir yolu seçtiğini açıkça ortaya koymuştu. Maden-İş sendikası ücretlerin artırılması, sosyal hakların geliştirilmesi, haftalık çalışma saatlerinin kısaltılması, yıllık izin sürelerinin artırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş güvencesinin sağlanması, kıdem ve işsizlik tazminatlarının yükseltilmesi gibi konularda ileri taleplerle çıkmıştı MESS’in karşısına. Maden-İş’in talepleri arasında, DGM direnişi nedeniyle işten atılan sendika temsilcilerinin ve işçilerin işe iadesinin sağlanması ve yasalarda adı “bahar bayramı” olarak geçen 1 Mayıs gününün, “uluslararası işçi bayramı” olarak toplu sözleşmelere yazılması talebi de yer alıyordu. Maden-İş sendikası bu talepleri, işyerlerinde, sendika şubelerinde işçilerle birlikte günler süren toplantılar yaparak hazırlamıştı. Ne var ki MESS, işçilerden gelen bu talepleri karşılamak bir yana, toplu sözleşme masasında müzakere etmeye bile yanaşmadı. Çünkü MESS, Türkiye kapitalizminin yapısal bunalımının derinleşmekte olduğu koşullarda, yeni bir sözleşme düzeni getirerek ücret artışlarını sınırlamak ve diğer işçi haklarını da (örneğin kıdem tazminatını, yıllık izinleri, ikramiyeleri vb.) dondurmak istiyordu. Bu nedenle daha baştan toplu sözleşme masasına uzlaşmaz bir tavırla oturan MESS, önceden kurgulanmış bir stratejik amaç doğrultusunda hareket ettiğini açıkça ortaya koydu. Kendisine üye olan patronları Maden-İş karşısında domuz topu gibi birleştirip bloklaştıran MESS, DİSK’in kuruluşuna öncülük etmiş, 15-16 Haziran direnişinde başı çekmiş, DGM direnişini örgütlemiş ve mücadeleciliğiyle işçilerin haklı güvenini kazanmış olan Maden-İş’i yenilgiye uğratmak ve böylece militan sınıf sendikacılığı anlayışına esaslı bir darbe vurmak istiyordu. MESS, çok sayıda işçinin katılacağı kitlesel bir grevi, Maden-İş’in nasıl olsa göze alamayacağını, alsa bile mali zorlukları nedeniyle böyle bir grevi yürütmeye gücünün yetmeyeceğini ve sonunda mutlaka pes edeceğini düşünüyordu. Bu nedenle, toplu sözleşme masasına “uzlaşmaz” bir tavır içinde oturan MESS’in bu meydan okuyucu tavrı, aslında büyük sermayenin örgütlü işçi hareketine ve özellikle de DİSK’in temsil ettiği mücadeleci sınıf sendikacılığına karşı genel bir saldırıya hazırlandığının işaretlerini veriyordu. Yürütülen toplu sözleşme görüşmelerinin, MESS’in bu “meydan okuyucu” tavrı nedeniyle uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine, Maden-İş sendikası 1977 başında 60’a yakın işyerinde topluca grev kararı aldı. Bu grev kararıyla birlikte metal işçileri, sermayenin dayatmalarına boyun eğmeyeceklerini açıkça ortaya koymuş oluyorlardı. Metal işçilerinin ekonomik alanda başlattığı bu mücadele, tekelci büyük patronların ve MESS’in saldırgan tutumu nedeniyle kısa zamanda ideolojik ve siyasal bir mahiyet kazanacak ve işçi sınıfının tümünü ilgilendiren bir mücadele haline gelecekti. Maden-İş sendikası, o güne kadar Türkiye’de görülmemiş bir kitlesel işçi katılımıyla grev mücadelesine hazırlanmaktaydı. Fabrikalarda en alt birimlerden (üretim ünitelerinden) başlayarak grevi örgütleme çalışmaları yürütülüyor, işçilerin talepleri ve düşünceleri alınıyor, eğitimler yapılıyor, komiteler kuruluyor, dayanışma için farklı işkollarından sendikalarla, sosyalistlerle, emekçi kadın hareketiyle, ilerici-demokrat kesimlerle, aydınlarla, devrimci gençlerle vb. ilişkiler geliştiriliyordu. Metal işçilerinin MESS patronlarıyla olan bu mücadelesi, toplu grevler başladıktan kısa bir süre sonra ilerici-sol kamuoyunu da etkileyecek ve grevci işçiler etrafında giderek genişleyen bir dayanışma ağı oluşmaya başlayacaktı. Maden-İş sendikası 1 Mayıs olaylarından 30 gün sonra, grev kararı aldığı işyerlerinde grevleri fiilen başlatmıştı. İlkin 31 işyerinde grevi başlatan Maden-İş, daha sonra grevi 64 işyerine yayacaktı. Buna karşılık MESS de 13 işyerinde lokavt başlatmıştı. MESS’in lokavt başlattığı bu işyerlerinde Maden-İş grev kararı almış fakat henüz greve çıkmamıştı. Yani bu işyerlerinde üretim devam ediyordu. MESS’in bu işyerlerinde lokavt uygulaması ve işçileri sokağa atması tam bir misilleme saldırı ve işçilere verilmiş gözdağıydı. MESS’in bu saldırgan tavrının kamuoyunda yankı bulması gecikmedi. Metal işçileriyle dayanışmanın boyutları daha da genişledi. Siyasal anlayışları ne olursa olsun lokavta karşı olan hemen tüm kuruluşlar, bu arada Türk-İş yöneticileri de MESS’in bu uygulamasını protesto ettiler. Metal işçilerinin bu mücadelesi, başından itibaren “sınıfa karşı sınıf” şeklinde yürüyen ve politik mahiyet kazanmış olan bir mücadeleydi. 25 binden fazla metal işçisinin yürüttüğü bu kitlesel grevlerin gelişimi, hiç de MESS’in beklediği gibi olmayacaktı. 1960’lardan beri patronlar sınıfına karşı verilen mücadelelerde ve sınıf sendikacılığının gelişiminde hep başı çekmiş ve öncü bir rol oynamış olan metal işçileri, şimdi de haklarını gasp etmek isteyen tekelci sermayenin saldırılarına karşı ayağa kalkmışlardı. İşçiler geri adım atmamakta kesin kararlıydılar. Üstelik işçiler bu grevin çok uzun sürebileceğini ve Maden-İş’in mali olanaklarının sınırlı olduğunu bilerek ve ayda yalnızca 1000 lira gibi sembolik bir grev ödeneğini kabul ederek çıkmışlardı bu greve. Grev mücadelesini aynı anda başlatan binlerce metal işçisinin patron sendikası MESS’e karşı duydukları sınıf kini, onların mücadelelerinde ve grev çadırlarındaki öfkeli dik duruşlarında yansıyordu. İşçilerin grev süresince gösterdikleri canlılık ve kararlılık, “para almadan nasıl bu grevi yürütecekler” diyen ve ellerini ovuşturarak grevin bir an önce çözülmesini bekleyen MESS patronlarını kısa zamanda hayal kırıklığına uğratacaktı! Grevci işçiler başlattıkları toplu grevleri, patronlara inat tam 8 ay boyunca dimdik ayakta ve militan bir kararlılık içinde sürdürerek MESS’e geri adım attırdılar ve haklarını gasp ettirmediler. Üstelik metal işçileri bu mücadeleyi, burjuvazinin grevi kırmak için başvurduğu her türlü saldırıya, yalana ve demagojik propagandaya rağmen başarıyla yürütmüşlerdi. Burjuvaziye göre, Maden-İş sendikasının başlattığı bu grevler, büyük sermayenin ekonomik çıkarları açısından olduğu kadar, genel olarak burjuvazinin ve onun devletinin sınıfsal-ideolojik çıkarları açısından da “zarar verici”, dolayısıyla “tehlikeli” grevlerdi! Bu nedenle de, daha grevler başlar başlamaz burjuvazinin propaganda makineleri de işlemeye başlamıştı. MESS’e göre Maden-İş bu grevleri ekonomik hak aramak amacıyla değil, siyasi amaçla yapıyordu. MESS’in bu açıklamalarına dayanan burjuva basın da günlerce kamuoyunu grevci işçilere ve Maden-İş’e karşı kışkırtmıştı. Fakat öte yandan, burjuvazinin bu saldırıları karşısında, grevci işçiler cephesinde müthiş bir dayanışma çemberi oluşmuştu. Metal işçilerinin ortaya koyduğu bu büyük grev mücadelesinde, işçilerin gerek kendi aralarında gerekse ilerici-sol güçlerle birlikte ürettikleri devrimci dayanışma ve eylem birlikteliği, mücadeleye hazırlanan işçi sınıfının diğer kesimleri için de son derece önemli bir deneyim ve yaşayan canlı bir örnek oluşturdu. Nitekim metal işçilerinin ortaya koyduğu bu militan sınıf mücadelesi deneyimi, diğer sınıf sendikalarına da örnek teşkil edecek ve bir sonraki dönemin toplu sözleşme ve grev mücadelelerinde “ortak mücadele ve eylem birliği” anlayışı yaygınlaşmaya başlayacaktı. İşçi cephesinde yaşanan tüm bu gelişmeler, burjuvaziyi ürküten gelişmelerdi kuşkusuz! Maden-İş’in 8 ay süren toplu grevleri, 1978 yılının Şubat ayında imzalanan toplu iş sözleşmesiyle sona ermişti ama yeni bir grev dalgası daha sırada beklemekteydi. Çünkü Maden-İş sendikası ile MESS arasında, yürürlük tarihi gelmiş başka bir grup işyeri için yürütülen toplu sözleşme görüşmeleri de gene uyuşmazlıkla sonuçlanmış ve bu işyerleri için de grev kararı alınmıştı. Maden-İş grev kararı aldığı 21 işyerinden 8’inde grevi fiilen başlatacaktı. Fakat bir önceki toplu grevlerde metal işçisinin mücadeleciliğini ve direncini tanımış ve dersini almış olan MESS, bu kez çabuk pes edecekti! Bu nedenle, kısa süren bir grevden sonra, 21 Temmuz 1978’de toplu sözleşme bağıtlandı ve Maden-İş üyeleri bir önceki sözleşmeye benzer haklar elde ettiler. Maden-İş sendikası bu uzun ve kitlesel grev mücadelesinin deneyimini yaşadıktan ve metal işçilerinin mücadeleciliğini bir kez daha gördükten sonra, yeni bir karar aldı ve büyük grev mücadelesine katılmış bütün işyerlerinin sözleşmelerinin bitiş tarihlerini birleştirdi. Dolayısıyla gelecek toplu sözleşme döneminde pek çok işyerinin sözleşme görüşmeleri aynı anda başlayacaktı. Buna göre, 1979 yılının Eylül ayında başlayacak olan toplu sözleşme görüşmeleri 122 işyerini ve 40 bin işçiyi kapsayacaktı. Üstelik Maden-İş sendikası aldığı bu kararın ardındaki düşünceyi de hiç saklamıyordu: “Burjuvazi bizi kavgaya davet etti, davetleri kabulümüzdür!” Gerçekten de, 1980 yılına girildiğinde, tekelci sermayenin büyük fabrikalarının da içinde olduğu 122 işyerinde, 40 binden fazla metal işçisi, bir önceki çetin mücadele deneyimlerinin de birikimiyle, sermayeye karşı yeni bir kavgaya hazırlanıyorlardı. Maden-İş’in kitlesel katılımla sürdürdüğü bu toplu grevler, ekonomik temellerde başlamış olmasına karşın zaman içinde politik bir nitelik kazanmış ve burjuvazi ile işçi sınıfı arasında yürüyen sınıf mücadelesinin daha da keskinleşmesine yol açmıştı. Bu mücadele bir yandan işçilerin kendi sınıf güçlerine olan güvenini artırırken, diğer yandan da işçi hareketinin toplumun diğer ilerici kesimleri üzerindeki etkisini güçlendirecekti. Gerçekten de gerek DİSK’in gerekse Maden-İş’in, diğer emekçi kitle örgütlerinin gözünde güvenilir ve moral verici bir yeri vardı. Diğer taraftan şu da bir gerçek ki, sendikal hareketin böylesine sınıf mücadeleci bir konuma gelmesini sağlayan esas faktör, sendikal hareketi ayakta tutan ve geliştiren işçi kadroların politikleşmiş ve politik düzeyde örgütlenmiş oluşuydu. Bu dönemde işçilerin fabrikalarında, patron uşaklarının yüreğine korku salar bir biçimde başları dik gezmeleri ve her koşul altında sendikal örgütlülüklerini yaşatma kararlılığı içinde olmaları, onların “kerameti kendinden menkul” işçiler olmasından değil, politik olarak örgütlenmiş işçiler oluşundandı. Maden-İş sendikasını mücadeleci, militan bir sınıf sendikası haline getiren, onun tabanındaki örgütlü sosyalist işçilerin (TKP’lisi, TİP’lisi, TSİP’lisi, Dev-Yol’lusu vb.) varlığı ve bu işçilerin fabrikalarda daha gerideki işçilere öncülük etmeleri ve kavgada onlara sınıf cesareti aşılamalarıydı. Maden-İş’in MESS’e karşı grevini “Büyük Grev” yapan, DİSK’in DGM’lere karşı direnişini başarılı kılan gerçeklik de buydu işte!

27 Şubat 2009
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /XIII

13.bölüm

1_mayis_1976.jpg

1976 1 Mayıs’ı, İstanbul.

12 Eylül darbesine giden sürecin aşamaları

Daha önce de belirttiğimiz üzere 1 Mayıs 1977 büyük işçi mitingi ve ardından gelen işçi eylemleri (grevler ve direnişler), işçi hareketindeki yükselişin devam ettiğini apaçık gösteriyordu. Öte yandan, işçi hareketinin böylesine yükseliş içinde olduğu bir dönemde sol politik örgütlerin de tek tek işçilerle ve sendikalarla kurdukları bağlar işçi hareketinin politikleşmesine önemli bir ivme kazandırıyordu. Bunun en somut göstergesi, DİSK’e bağlı sendikaların tabanında yaşanan hızlı politikleşmeydi. Bu dönemde işçi sınıfının en ileri, en politikleşmiş unsurlarını bünyesinde barındıran DİSK, tabanındaki bu bilinç sıçramasından aldığı güçle ülkenin politik yaşamında giderek daha etkin bir rol oynamaya başlayacaktı. Nitekim Haziran 1977’de yapılan erken genel seçimlerin ardından, MC hükümetinin ikinci kez kurulması gündeme geldiğinde, DİSK derhal harekete geçmiş ve tüm ilerici, devrimci, demokrat güçleri tırmanan faşizme karşı birlikte mücadeleye çağırmıştı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler 28 Temmuz 1977 tarihinde yaptığı konuşmada, tüm ilerici-demokrat güçlere şöyle sesleniyordu: “Milliyetçi Cephe işbirlikçi tekelci sermayenin en gerici, şoven kesimlerinin oluşturduğu gericilik ve faşizm cephesidir. Bu cepheye karşı ve güvenoyu aldığı takdirde 2. MC’yi bir an önce iktidardan uzaklaştırmak için, ulusal bağımsızlıktan, demokrasi, barış ve toplumsal ilerlemeden yana olan parlamento içindeki ve dışındaki tüm örgüt ve güçlerin Ulusal Demokratik Cephe (UDC) içinde bir araya gelmeleri ve UDC’yi güçlendirmeleri acil bir görev ve zorunluluktur.” (DİSK 6. Genel Kurul Çalışma Raporu, 1977) “Ulusal Demokratik Cephe” açılımı aslında bir siyasal partinin (illegal TKP’nin) programatik belgeleri arasında yer alıyordu. Bu politik açılımın DİSK’in Genel Başkanı tarafından aynen dile getirilmiş olması ise, bu partinin DİSK içinde ne denli etkin bir konuma gelmiş olduğunu gösteriyordu. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in yaptığı bu cephe çağrısı sol kamuoyunda geniş yankı bulmuştu. Bu çağrıya hem DİSK’e bağlı sendikalardan hem de pek çok demokratik kitle örgütünden, gençlik ve kadın hareketinden olumlu yanıtlar gelmişti. Fakat öte yandan, pek çok sendika, kitle örgütü, legal sosyalist parti ve çevre ise, Kemal Türkler’in yaptığı bu UDC çağrısına karşı çıkmıştı. Karşı çıkanların bir bölümünün ileri sürdüğü gerekçe, cephe çağrısının esasen politik bir çağrı olduğu ve politik bir sorumluluk gerektirdiği, dolayısıyla sendikal hareketin yani DİSK’in böyle bir “politik sorumluluğu” üstlenmemesi gerektiği noktasındaydı. Bu aynı itirazı, DİSK Yürütme Kurulu içindeki kimi sendikacılar da yükseltmişlerdi. Ama bu itirazcı kesimlerin “cephe çağrısına” karşı çıkışlarının gerçek nedeni bu değildi tabii ki! Asıl neden, o dönemde sosyalist solda esaslı bir bölünmenin yaşanıyor olması ve bu temelde sosyalist örgütlerin birbirleriyle hem rekabet içinde bulunmaları, hem de birbirlerine karşı düşmanca tutumlar geliştirmiş olmalarıydı. İşte bu bölünmüşlük ve düşmanca tutumlar nedeniyledir ki, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in yaptığı UDC çağrısına, DİSK içindeki CHP’li sendikacılar karşı çıktığı gibi, TKP ile şu ya da bu ölçüde çekişme içinde olan diğer sosyalist partiler ve onların etkilediği sendikacılar ve demokratik kitle örgütü yöneticileri de karşı çıkma gereğini duydular. Yani UDC anlayışının doğruluğu ya da yanlışlığı bir yana, asıl neden, bu çağrıyı TKP’nin yapmış olması ve diğerlerinin de TKP’nin bu çağrısına angaje olmak istememeleriydi! Sosyalist solun bu bölünmüşlüğünün, birbiriyle didişmesinin ve sermayeye karşı ortak bir mücadele cephesi oluşturamamasının onu nasıl güçsüz düşürdüğü, faşizm karşısında uğradığı büyük yenilgiyle ilerde ortaya çıkacaktı. Sosyalist solun kendi içindeki bu derin bölünmüşlüğüne ve taşıdığı zaaflara karşın, o dönemde gerek işçi hareketinin gerekse toplumun diğer muhalif kesimlerinin politik eylemliliğindeki yükseliş devam ediyordu. Bu da devrimci durum koşullarının henüz ortadan kalkmadığını, tersine bu koşulların nesnel olarak varlığını sürdürdüğünü gösteriyordu. Üstelik bu koşullar, Türkiye kapitalizminin yapısal krizinin daha da derinleştiği, burjuva düzenin sorunlarının daha da ağırlaştığı ve burjuvazi açısından kısa dönemde bir çıkış yolunun da görülmediği bir ortamda devam ediyordu. Bu durumun burjuva düzende yarattığı siyasal istikrarsızlık ve çalkantılar, birebir burjuva parlamenter rejimin işleyişine de yansımaktaydı. Burjuva partiler arasında bitmeyen kavgalar, koalisyon hükümeti içinde baş gösteren anlaşmazlık ve çekişmeler, burjuvazinin siyasal temsilcileriyle burjuva devletin asker-sivil bürokratik kurumları arasındaki sürtüşmeler vb, tüm bunlar burjuva düzende bir yönetim krizinin tekrardan derinleşmekte olduğunu açıkça gösteriyordu.

DİSK içinde doğan karışıklık ve ardından gelen bölünme

İşte burjuvazi açısından koşulların son derece olumsuz olduğu böyle bir konjonktürde, DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler’in tüm ilerici, demokrat, sol güçlere yaptığı “birlikte mücadele” çağrısı, burjuvaziyi son derece rahatsız eden bir çağrı olmuştu. DİSK Genel Başkanı’nın yaptığı “cephe çağrısı” solda hâlâ tartışıladursun, burjuvazi bu çağrıyı kendi düzenine yönelen ciddi bir tehdit olarak algılamakta gecikmeyecekti. Çünkü burjuvazi, Türkiye’de irili ufaklı pek çok “sol”, “sosyalist” parti ve örgütün varlığına rağmen, işçi hareketi üzerinde asıl etkili olan ve işçileri harekete geçirme gücüne sahip bulunan örgütlülüğün DİSK olduğunu pekâlâ biliyordu. Üstelik DİSK’in son zamanlarda “Sovyetler Birliği yanlısı” bir politik hattın (TKP’nin) etkisi altına girmiş olduğu görüntüsü vermesi de burjuvaziyi hepten ürküten bir gelişmeydi! İşçi hareketindeki bu gelişme ve özellikle Sovyetler Birliği’ne sempatinin artması, soğuk savaş koşullarının hâlâ geçerli olduğu bir ortamda ne ABD’nin ne de TC’nin tahammül edebileceği bir gelişmeydi! Egemen güçlerin tahammül sınırlarını fazlasıyla zorlayan bu gelişmeler, sonunda DİSK’e yönelik bir “operasyonun” acilen başlatılmasını burjuvazinin gündemine sokacaktı. Nitekim o dönemin koşulları dikkatle değerlendirildiğinde, biraz da burjuvazinin el altından kışkırtmasıyla harekete geçtiği anlaşılan DİSK içindeki muhalif sendikacılar (özellikle CHP’li sendikacılar), DİSK’te etkili bir konumda olduğu anlaşılan Sovyetçi TKP çizgisini ve onun paralelinde görülen Maden-İş’i ve Genel Başkan’ı Kemal Türkler’i tasfiye etmek için düğmeye bastılar. DİSK içinde birdenbire patlak veren bu “derin” anlaşmazlığın (DİSK’e politik görev yüklenip yüklenemeyeceği tartışmasının), özellikle Kemal Türkler’in yaptığı UDC çağrısından hemen sonraya rastlaması gerçekten de manidardır! DİSK içindeki bu tasfiye operasyonunda başı çekenler, en başta CHP’li sendikacılar olmuştu. Daha sonra bu tasfiye operasyonuna, TKP ile şu ya da bu düzeyde çekişme, husumet ya da rekabet içinde olan legal sosyalist partilere mensup sendikacılar da katılacaktı. DİSK’te yaşanan bu karışıklık ve kargaşa süreci, sonunda DİSK’i fiilen iki başlı bir örgüt haline getirmişti. Yoğun tartışmalar ve karşılıklı suçlamalarla geçen günlerden sonra, Abdullah Baştürk’ün liderliğindeki CHP’li sendikacılar ile DİSK içinde TKP çizgisine muhalefet eden diğer “sosyalist” sendikacılar anlaşarak, DİSK’i olağanüstü genel kurula götürdüler. DİSK’in “iki başlı” hale getirildiği bu süreçte, gerek CHP’li sendikacılar gerekse onlarla işbirliği içinde olan “sosyalist” ve “devrimci-demokrat” sendikacılar, saldırı oklarını asıl olarak Kemal Türkler’in başkanı olduğu Maden-İş sendikasına yöneltmişlerdi. Çünkü DİSK içinde illegal TKP’nin çizgisini asıl savunan bu sendikaydı. Ama aynı zamanda bu sendika, DİSK içinde en militan duruşu sergileyen de bir sendikaydı. Maden-İş sendikası fabrika işgallerine, 15-16 Haziranlara, DGM direnişine, 1 Mayıslara, toplu grevlere öncülük etmiş, yani bir anlamda DİSK’i DİSK yapmış ve bu nedenle de DİSK içinde haklı bir otorite kazanmış olan bir sendikaydı. Dolayısıyla bu sendikayı ve adı DİSK’le özdeşleşmiş olan onun Genel Başkanı Kemal Türkler’i saf dışı etmeden, kimse DİSK üzerinde gerçek bir otorite kuramazdı. Bu gerçekliği burjuvazi de çok iyi biliyordu kuşkusuz! Nitekim bu gerçeklik çok iyi bilindiği için, o dönemde burjuva basın da dahil olmak üzere, ilgili ilgisiz tüm anti-TKP’ci muhalifler harekete geçecek ve DİSK’in olağanüstü genel kurulu öncesinde Maden-İş’i ve Kemal Türkler’i yıpratmaya girişeceklerdi. Üstelik bunu, metal işçilerinin MESS’e karşı aylardan beri sürdürdükleri çetin grev mücadelesine gölge düşürerek, karalayarak yapmaya kalkışanlar da olacaktı. Böylelerinin TKP’ye duydukları düşmanlıktan gözleri öylesine kararmıştı ki, ortaya attıkları mesnetsiz iddiaların ve yaptıkları demagojik yorumların TKP’ye değil, doğrudan işçi sınıfına zarar vereceği ve onun grev mücadelesini zaafa uğratacağı umurlarında bile değildi! Örneğin, Türkiye’nin ünlü “solcu” öykü yazarı Aziz Nesin, tam da böylesi kritik bir dönemde, metal işçilerinin grevini eleştiren “Büyük Grev” adlı bir öykü kaleme almıştı. Kendisine kim tarafından “ısmarlandığı” belli olmayan(!) bu öyküsünde Aziz Nesin, esas olarak Kemal Türkler’i hedef alıyor ve metal işçilerinin MESS’e karşı yürüttüğü kitlesel grevin aslında “danışıklı bir grev” olduğunu, sendika başkanının büyük patronlarla anlaşarak bu grevi yaptırdığını ima ediyordu. Bu ünlü “solcu” öykü yazarının iddiasına göre, büyük patronların (özellikle burada Koç grubu ima ediliyordu) elinde çok ürün stoku birikmişti ve bunlar stoklarını satıp eritene kadar işçilere boşu boşuna para ödemek istemiyorlardı! İşte bunun için sendika başkanıyla (Kemal Türkler ima ediliyordu) anlaşıp grev yaptırmıştı bu patronlar! Yani Aziz Nesin’e göre bu grev, sermayenin işine yarayan ve işçilerin zararına olan “sahte bir grev” idi! Onun için de işçiler sendikayı dinlememeli ve grevden vazgeçmeliydiler! Gene o dönemin nevi şahsına münhasır “sosyalist (!)” aydınlarından olan ve bugün “Ergenekon savunuculuğu” ile yıldızı parlamış bulunan Yalçın Küçük de metal işçilerinin grevi konusunda Aziz Nesin’le aynı düşünceyi paylaşmaktaydı. Yalçın Küçük de o dönemde TİP’in yayın organı olan Yürüyüş dergisinde “Büyük Oyun” başlığıyla bir yazı kaleme almıştı. Yalçın Küçük bu yazısında Aziz Nesin’i savunuyor ve “Büyük Grev” adlı öyküsüyle Nesin’in herkese ekonomi-politik dersi verdiğini iddia ediyordu. Yalçın Küçük de ekonomik kriz koşullarında Maden-İş’in yaptığı bu grevin “danışıklı bir grev” olduğunu ima ediyor ve hem Maden-İş’i hem de onun Genel Başkanı Kemal Türkler’i töhmet altında bırakıcı açıklamalar yapıyordu. İnsanların beğenmedikleri partiye karşı muhalefet yürütmelerinde ve o partinin yanlış buldukları politik çizgisini ve görüşlerini en sert biçimde eleştirmelerinde yadırganacak hiçbir yan yoktur kuşkusuz! Ama bunu yaparken, işçilerin yürüttüğü bir mücadeleyi bu işe alet edemezler. Hele hele, sırf kendi bireysel ya da dar grupsal politik çıkarları uğruna, işçilerin sermayeye karşı verdiği çetin sınıf mücadelesini zayıflatacak ya da zaafa uğratacak tutumlar içine giremezler. Girerlerse şayet, bunun adı düpedüz “grev kırıcılığı” olur. İşte metal işçilerinin zorlu grev mücadelesi karşısında bu iki “kafadar” aydının sergilediği sorumsuz tavır da böyle bir “grev kırıcı” tavırdı. Bunların tavrı, kendi dar bireysel bakış açılarını her türlü değerin üstünde görme eğiliminde olan bencil küçük-burjuva “aydın” tavrından başka bir şey değildi. Zamanında Lenin’in de “entelektüel anarşizm” diye suçladığı tavırdı bu! Aziz Nesin ve Yalçın Küçük “rakip” olarak gördükleri ve düşmanlık besledikleri bir partiyi (TKP’yi) DİSK kongresi öncesinde yıpratmaya çalışırlarken, aslında işçi sınıfının grev mücadelesine zarar veriyor ve bu tutumlarıyla burjuvazinin, tekellerin, MESS’in değirmenine su taşıyıp “grev kırıcılığı” yapmış oluyorlardı. Ama onların bu sorumsuz tutumu, o dönemde grevci işçiler tarafından da ibretle izlenecekti! Kendilerini dev aynasında gören ve kendilerinden başkasını pek umursamayan bu bencil küçük-burjuva “aydın” takımının Maden-İş grevlerini karalamak için ileri sürdüğü argümanların gerçeklikle hiçbir ilgisi yoktu. Çünkü bu grevler, ne basit bir işyeri toplu sözleşme uyuşmazlığından, ne de bu aydınların iddia ettiği gibi, işyerlerinin ekonomik koşullarından (stok fazlalığı vb.) kaynaklanmıştı. Böylesine geniş ölçekli, kitlesel grevlere yol açan nedenler, aslında işyerlerinin tekil ekonomik sorunlarının çok ötesinde nedenlerdi. Gerçek neden, derin bir yapısal bunalım içinde olan Türkiye kapitalizminde “yapısal değişim” ihtiyacının kendini şiddetle dayatması ve büyük tekelci burjuvazinin de böyle bir değişimin ön hazırlığı içine girmiş olmasıydı. Ama burjuvazinin kapitalist ekonomide böylesine köklü bir yapısal değişimi gerçekleştirebilmesi için, öncelikle böyle bir değişimin zemini hazırlanmalıydı. Örneğin, son dönemlerde burjuvazinin iyice canını sıkan şu “işçi-işveren” ilişkileri yeniden yapılandırılmalı, yani sendikal hareket ile toplu sözleşme düzeni zapturapt altına alınmalıydı. Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist örgütlerin yönlendirmesiyle harekete geçen TÜSİAD, Odalar Birliği, TİSK ve MESS gibi işveren örgütleri, bu konuda nicedir bir hazırlık içindeydiler zaten. Bunlara göre, sendikaların fonksiyonlarını asgariye indirecek ve sınıf mücadelesini baskılayabilecek bir toplu sözleşme düzenine geçmek Türkiye kapitalizmi için artık şart olmuştu! Dolayısıyla, grevlere ve direnişlere yol açan mücadeleci sınıf sendikacılığı tasfiye edilmeli, yerini sınıf uzlaşmacı-güdümlü sendikalar almalıydı. Ayrıca serbest toplu pazarlık düzeninin yerine de tepedeki hakem heyetinin (devlet-işveren sendikası ve güdümlü işçi sendikası) kararlarına tâbi olacak güdümlü bir toplu pazarlık sistemi geçirilmeliydi. Ama bu sistemin hayata geçirilebilmesi için de her şeyden önce, bu sisteme geçişin önünde fiili bir engel oluşturan “militan sınıf sendikacılığı” anlayışının sendikal hareketten tamamen tasfiye edilmesi gerekiyordu! Militan sınıf sendikacılığı anlayışının 1970’li yıllarda en geliştiği işkolu ise hiç şüphesiz metal işkoluydu. O halde burjuvazinin, militan sendikacılık anlayışına darbe vurmak ve bu anlayışı sendikal hareketten tasfiye etmek için saldırıyı başlatacağı “işkolu” da belliydi: Metal işkolu! İşte kitlesel grev mücadelesinin başka bir işkolunda değil de öncelikle metal işkolunda patlamış olmasının anlamı burada yatmaktadır. 1977-80 arasında metal işkolunda yaşanan büyük grev mücadelesi, kapitalist ekonomide yapısal bir değişime hazırlanan büyük sermayenin işçi sınıfına yönelttiği saldırıya, işçi sınıfının verdiği bir yanıttır. Metal işkolu, hem tekellerin yoğun yatırımlarının bulunduğu bir işkolu, ama hem de güçlü ve mücadeleci bir sınıf sendikasının (Maden-İş) örgütlü olduğu bir işkoludur. Bu nedenle de büyük sermaye, yapısal değişim için gerekli gördüğü “sendikal hareketi zapturapt altına alma” girişimini bu işkolunda başlatmak istemiştir. Bu işkolundaki tekelci sermaye örgütü MESS’in, 40 bine yakın metal işçisinin toplu sözleşme taleplerinden hiçbirisine olumlu yanıt vermemesi ve sendikayı kendi şartlarına boyun eğmeye zorlamasının altında yatan gerçek neden budur işte! Bu gerçekliği görmeyen ve kavramayanlar, 12 Eylül darbesinin neden yapıldığını da tam olarak kavrayamazlar. Kitlesel katılımlı olacağı ve uzun süreceği apaçık belli olan bir grevi işveren örgütü MESS’in göze alabilmiş olması, elbette ki büyük tekelci sermayenin tepede almış olduğu bir kararın sonucuydu. Bu karar, özel olarak metal işkolunda ve genel olarak da sendikal harekette “militan sınıf sendikacılığı” anlayışını inatla sürdüren güçlü bir sendikayı (Maden-İş’i) dize getirmek ve ona özenen diğer sendikalara da gözdağı vermek için alınmış bir karardı. Eğer işverenlerin örgütü MESS, Maden-İş’e karşı yürüttüğü mücadeleyi kazanırsa ve bu sendikayı teslim almayı başarırsa, genel olarak sendikal harekette sermayenin lehine bir yapısal değişimin de önü açılmış olacaktı! İşte Maden-İş bu gidişi gördüğü ve tekelci sermayenin asıl niyetini kavradığı için, MESS’e karşı kıyasıya bir mücadeleye girişmeyi göze aldı. Çünkü büyük sermayenin saldırısını durdurabilmenin ve niyetlerini boşa çıkarmanın yolunun, onunla uzlaşmak ya da ona boyun eğmekten değil, onurlu bir savaşı göze alabilmekten geçtiğini kendi mücadele tarihindeki direniş deneyimlerinden biliyordu Maden-İş. Kaveller, 15-16 Haziranlar, DGM direnişleri ve daha niceleri… Boşuna yaşanmamıştı bu direnişler! Nitekim Maden-İş, MESS’in saldırısı karşısında uzun bir direnişi göze almakla ne kadar doğru bir iş yaptığını gösterdi bir kez daha. Çünkü 1977-78’de Maden-İş’in kararlı direnişiyle (kitlesel grevler) karşılaşan tekelci sermaye, sendikal harekette gerçekleştirmek istediği “güdümlü sendikacılık” doğrultusundaki bir “yapısal” değişimi, mevcut şartlarda (işçi sınıfının tabanda militan bir örgütlülüğe sahip bulunduğu koşullarda) gerçekleştiremeyeceğini iyice anladı. Ve bu konudaki iştahını 12 Eylül sonrasına ertelemek zorunda kaldı! Metal işçilerinin başlattığı kitlesel grevlerin çözüleceğini uman, ama umduğunu bulamayan MESS de sonunda bu büyük grevin yarattığı etkiyi teslim etmek zorunda kalmıştır. MESS, 1977 grevlerinin metal işkolunun o güne kadar tanık olduğu en büyük grevler olduğunu belirtiyor ve şöyle diyordu: “Bu grevler yalnızca o işkolunun sınırları içinde kalmayıp, bütün işkollarındaki işçi-işveren ilişkilerini yakından ilgilendiren bir mücadele haline gelmiş ve Türkiye solunun iktidardaki Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni düşürmek için yürütegeldiği mücadelenin de merkezi olmuştur.” (Gelenek ve Gelecek , 1999, 1. cilt, s.424–425, MESS yayını) İşte gerçeklik böylesine apaçık ortada iken, metal işçilerinin tekelci sermaye karşısındaki direnişini küçültmeye, hafife almaya, hatta kara çalmaya çalışan Aziz Nesin ve Yalçın Küçük gibi örgüt kaçkını, sorumsuz, bireyci “aydın” tiplerine, grevci işçilerin söyleyebileceği tek söz kalıyordu: “Aziz Nesin sen nesin?!” O dönemde binlerce grevci metal işçisinin, kendi mücadelelerini alaya alan ve bu tutumlarıyla burjuvazinin değirmenine su taşıyan bu türden sorumsuz “aydınlara” duydukları öfkeyi bu şekilde dile getirmiş olmalarında yadırganacak bir yan olmasa gerektir! Nitekim Aziz Nesin de, işçileri rencide eden bu “öyküsünden” dolayı aldığı sert tepkiler karşısında, baklayı ağzından çıkaracak ve “Büyük Grev” öyküsünü ne maksatla yazdığını açıklamak zorunda kalacaktı: “Büyük Grev adlı masal-öykümü yazışımdan iki-üç hafta sonra, DİSK’in genel kongresi vardı. Öyküyü o sırada yazışımın nedeni işte budur. Genel kurul olmasaydı yine de yazmayacaktım. Amacım, kongreye katılacak işçileri uyarmaktı. Bu bakımdan öykümün yazılış ve yayınlanışındaki zamanlama, hiç de zamansız ya da yanlış zamanlamalı değildir. Daha iyi yönetmenler seçildi mi? Bu benim görevim değil. Yazar olarak benim görevim uyarmak.” (Aziz Nesin’in Hikâye Kitapları Dizisi: 34, Nesin Vakfı, 1981, s.298-299) Meğer Aziz Nesin bu öyküyü, Maden-İş’in temsil ettiği çizginin DİSK kongresinde yenilgiye uğramasını istediği için yazmış! Ama onun bu kişisel husumeti, işçilerin sermayeye karşı yürüttüğü büyük grev mücadelesine zarar verecekmiş, ne gam! DİSK’in olağanüstü genel kurulu, metal işçilerinin büyük grev mücadelesinin bütün sıcaklığıyla devam ettiği ve DİSK içinde tartışmaların, karşılıklı suçlamaların sürdüğü işte böyle bir ortamda yapıldı. 22 Aralık 1977 tarihinde toplanan DİSK kongresinde genel başkanlığa, DİSK’e bir yıl önce katılmış olan Genel-İş sendikasının Genel Başkanı Abdullah Baştürk seçildi. DİSK’in yeni yönetimi de ağarlıklı olarak CHP’li sendikacılardan ve TKP muhalifi “sosyalist” sendikacılardan oluştu. Böylece, DİSK’i olağanüstü kongreye götüren CHP’li sendikacılar ile Maden-İş muhalifi sendikacılar amaçlarına erişmiş ve uzun süreden beri DİSK’e yön veren Maden-İş sendikasını azınlığa düşürmeyi başarmışlardı. Öte yandan, DİSK içinde çeşitli düzeylerde görev yapan TKP’li kadrolar da bu kongreden sonra tasfiyeye uğrayacak ve böylece TKP’nin DİSK yönetimindeki etkisi büyük ölçüde kırılmış olacaktı. Fakat bu sonuç gene de DİSK’in CHP’lileştiği anlamına gelmiyordu tabii ki! Çünkü her şeye rağmen, o günün koşullarında DİSK’i CHP’lileştirmek gene de o kadar kolay başarılabilecek bir iş değildi! Ekonomik koşulların giderek ağırlaşması, faşizmin tırmanış içinde olması ve sınıf mücadelesinin sertleşmesi, DİSK’in tabanındaki işçileri daha da militanlaştırmıştı. DİSK’e bağlı sendikaların tabanındaki işçilerin militanlaşma düzeyinin yüksekliği, sosyalizm ve devrim fikrinin öncü işçiler arasındaki yaygınlığı, yeni yönetimin DİSK’i bulunduğu yerden daha geriye götürmesine ve bütünüyle CHP’nin kuyruğuna takmasına fiili bir engel oluşturdu. Tersine, tabandan gelen devrimci basınç nedeniyle, yeni yönetim de DİSK’in mücadeleci sol çizgisini sürdürmek zorunda kaldı. Nitekim DİSK, Abdullah Baştürk’ün genel başkanlığı döneminde de büyük miting ve eylemlere öncülük etmeyi sürdürecek ve işçilerin gözünde sahip olduğu itibarı koruyacaktı.

Sermaye cephesindeki gelişmeler

İşçi hareketinde ve DİSK içinde bu gelişmeler yaşanırken, sermaye cephesinde de burjuvazinin siyasal krizinin derinleşmekte olduğunu gösteren gelişmeler yaşanıyordu. Temmuz 1977’de kurulan 2. MC hükümeti henüz altı ayını doldurmadan, burjuva parlamentosunda yeni bir kriz patlak vermişti. 1977 yılının Aralık ayında Mecliste verilen bir gensoru önergesi 2. MC hükümetinin düşmesine yol açmış ve bu hükümetin yerine Ecevit’in başbakanlığında yeni bir burjuva hükümet kurulmuştu. Ne var ki, CHP dışından 11 milletvekilinin desteği ile zar zor kurulabilen bu hükümetin de ne kadar süreceği belli değildi. Fakat bu belirsizliğe karşın, 2. MC hükümetinin düşürülmesi ve yeni hükümeti Ecevit’in kurması, emekçi kitlelerde gene de bir heyecan ve umut dalgası yarattı. Çünkü 12 Mart rejiminden çıkış ve burjuva demokrasisine geçiş sürecinde, siyasi kariyeri burjuva medya tarafından sürekli parlatılmış ve kitlelere “demokrasi havarisi”, “emekçi dostu”, “halkçı” ve de “Kıbrıs fatihi” bir lider olarak tanıtılmış olan Bülent Ecevit, halkın gözünde siyasi itibarını hâlâ korumaktaydı! Halkın gözünde o, “umudumuz Ecevit” idi hâlâ! Bu dönemde büyük burjuvazinin “hangi hesaplarla” Ecevit’in önünü açtığı ve onu “dışarıdan bir destekle” iktidar koltuğuna oturttuğu, devrimci sosyalistler için bir sır değildir elbette. Sertleşen sınıf mücadelesi koşullarında burjuvazinin Ecevit’e yüklediği misyon, giderek daha da militanlaşmakta olan sendikal hareketi uzlaşmacı bir çizgiye çekerek yatıştırmak ve işçi hareketinin daha da sola kaymasının ve devrimcileşmesinin önüne geçmektir. Dolayısıyla, bu dönemde iktidarın Ecevit’e sunulması, bir bakıma burjuva reformist “ortanın solu” hareketinin burjuva düzen açısından “yararlılığının” da test edilmesi anlamına gelmektedir. Burjuva düzene hizmet bakımından, bakalım ne kadar başarılı olabilecektir burjuva reformist “ortanın solu” hareketi?! Gerçekten de Ecevit hükümeti, burjuvazi açısından çok netameli bir dönemde işbaşına getirilmiş durumdaydı. Enflasyonun hızla tırmandığı, reel işçi ücretlerinin düştüğü, buna karşılık işverenlerin kârlarının katlamalı olarak arttığı ve gelir dağılımının tamamen bozulduğu bir dönemdi Ecevit’in işbaşına geldiği bu dönem. Bu dönemde işçi-işveren ilişkileri kaçınılmaz olarak sertleşmiş, grevler yaygınlaşmış, sendikalarla işveren örgütleri arasındaki savaşım yalnızca ekonomik düzeyle sınırlı kalmayıp, ideolojik bir nitelik de kazanmıştı. Burjuvazinin bu gelişmelerden duyduğu endişe, burjuva basında da sık sık dile getiriliyor ve bu “tehlikeli gidişe dur demek” için, bir an önce bir “sosyal barış” ortamının tesis edilmesinin şart olduğu vurgulanıyordu. Ecevit’in böylesi bir konjonktürde iktidara getirilmesinin nedeni de buydu işte. Yani kitleleri yatıştırmak için önce “papaz” deneniyordu; ardından ise sıra “cellat”a gelecekti! Üstelik hazırlanan bu mizansenle birlikte burjuvazi de demokrasiye ne kadar “bağlı” olduğunu ve çaresiz kalmadıkça ondan vazgeçmeyi düşünmediğini bir güzel kanıtlamış oluyordu! Öyle ya, tercihini demokrasi havarisi “halkçı Ecevit”ten yana koymuştu burjuvazi! Hükümeti kuran Ecevit’in ayağının tozuyla basına verdiği ilk demeç, “bir enkaz devraldık” şeklinde olmuştu. Kendisinden önceki MC hükümetini hem ekonomik hem de siyasi uygulamaları nedeniyle eleştiren Ecevit, kendisinin demokrasiye ve toplumsal barışa ne kadar önem verdiğini bir kez daha vurguluyordu. İlerleyen günlerde ise, ülke ekonomisinin çok zor durumda olduğunu, “işçi-işveren-devlet” üçlüsünün bir uzlaşı içinde hareket etmesi gerektiğini dillendirmeye başlayacaktı. İçinden geçilen “zor dönemde” tüm tarafları birlik içinde olmaya ve İsveç’teki gibi bir “toplumsal anlaşma” yapmaya çağıracaktı. Tabii bu arada kendisine emekten yana, “sol bir lider” görünümü vermeyi ve bu temelde işçi örgütlerinin, sendikaların güvenini kazanmayı da ihmal etmedi! Çünkü burjuvazinin kendisine yüklediği “yatıştırıcılık” misyonunu ancak sendikaların güvenini kazanarak ve onları yanına çekerek yerine getirebileceğinin bilincindeydi! Burjuvazinin ona yüklediği misyon gereği, Ecevit’in asıl düşündüğü şey, militan sınıf sendikacılığı anlayışının tasfiye edilerek, işçi hareketinde “barışçı”, “sınıf uzlaşmacı” pasifist bir sendikal anlayışın egemen kılınması oldu kuşkusuz. O buna “toplumsal barış projesini hayata geçirmek” diyordu ve bunun için de kuşkusuz sendikaların “katkısını” bekliyordu! Bu konuda Türk-İş’in Ecevit’e bir sorun çıkarmayacağı apaçık görülmekteydi. Ama DİSK’in konumu Ecevit açısından hâlâ bir muammaydı! Gerçi kendisi iktidara gelmeden kısa bir süre önce DİSK’te bir yönetim değişikliği yaşanmış ve yeni yönetim ağırlıklı olarak CHP’li sendikacılardan oluşmuştu ama bu, DİSK’in çizgisinin bütünüyle değiştiği anlamına da gelmiyordu. Çünkü ortada DİSK’in geriye gittiğini ve uzlaşmacı bir çizgiye kaydığını gösteren bir durum yoktu henüz. Nitekim DİSK’in yeni Genel Başkanı Abdullah Baştürk de seçildikten kısa bir süre sonra gazeteci Abdi İpekçi ile yaptığı bir söyleşide şöyle diyecekti: “DİSK, sosyalist bir örgüttür. Yani ideolojik yönü belirlenmiş, kendi yetkili karar organlarında saptanmış bir örgüttür... CHP’nin üst düzeydeki yönetimi de, milletvekili seçildiğim seçim çevreleri de, parlamento içinde birbirimizi tanıyan milletvekilleri de ve partinin pek çok yönetici kademeleri de benim bir sosyalist olduğumu bilirlerdi.” (Milliyet, 16 Ocak 1978) Ecevit’i ve burjuvaziyi DİSK konusunda asıl endişelendiren, Abdullah Baştürk’ün bu sözleri değildi kuşkusuz. Onları asıl endişelendiren, DİSK üyelerinin yeni yönetim altında da militan bir duruş sergileyeceklerinin ve mücadeleci bir çizgi izleyeceklerinin işaretlerini vermiş olmalarıydı. Nitekim DİSK üyesi işçiler, Ecevit’in iktidara gelişinin daha üçüncü ayında politik içerikli büyük bir eylem gerçekleştirerek, Ecevit’in ve burjuvazinin bu konudaki endişelerinin yersiz olmadığını ortaya koymuşlardı. DİSK’li işçilerin gerçekleştirdiği bu eylem, “20 Mart Faşizme İhtar Eylemi” idi. 1 Mayıs 1977’den itibaren karşı-devrimci faaliyetlerini yoğunlaştırmış bulunan burjuva devletin kontrgerilla türü resmi gizli örgütleri ve bunların taşeronluğunu yapan ülkücü sivil faşist çeteler, 16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesinde bir grup devrimci öğrenciye bombalı saldırıda bulunarak, 7 öğrencinin ölümüne yol açmışlardı. Öğrencilere yönelen bu faşist saldırı karşısında DİSK derhal tepkisini göstermiş ve tüm üyelerini, faşist saldırı ve cinayetleri protesto etmek üzere 2 saatlik iş bırakma eylemine çağırmıştı. DİSK’in bu çağrısına, TÖB-DER, TMMOB, Türk Tabipler Birliği, TÜTED, TÜMAS, İstanbul Barosu gibi çok sayıda demokratik kitle örgütünün yanı sıra, Türk-İş’e bağlı bazı sendikalar ile bağımsız sendikalar da katılmıştı. “20 Mart 1978’de saat 8:00-10:00 arasında Türkiye’nin dört bir yanında şalterler indi, makineler sustu. Birçok ilde elektrik ve su kesildi, trafik kilitlendi, radyolar sustu, okullarda ders verilmedi, avukatlar mahkemelere girmedi. Yaklaşık l milyon dolayında insanın katıldığı ve bir ‘genel grev’in pek çok özelliğini taşıyan bu eylem, o güne kadarki işçi katılımı açısından en büyük eylem olmuştu. DİSK’in bu eylemini burjuva basın ‘ihtilal provası’, Türk-İş üst yönetimi ‘işçiler üzerinde oynanan oyun’ olarak tanımlarken, en sert tepkiyi CHP genel başkanı ve başbakan Bülent Ecevit gösterdi. Eylemi yasadışı ilan etti ve eyleme katılan işçileri işten atmakla tehdit etti.” (Selim Fuat, “DİSK Tarihi ve Militan Sınıf Sendikacılığı/3”, Marksist Tutum, Eylül 2008) DİSK’in yeni yönetiminde CHP’li sendikacılar ağırlıkta olmasına karşın, Ecevit “sosyal barış” projesini yaşama geçirmek için DİSK’ten beklediği yakınlığı görmeyeceğini anlamıştı. Çünkü her şeye rağmen DİSK yönetimi, kendi tabanındaki sınıf mücadeleci militan gelişmeyi karşısına alıp, Ecevit’in sınıf uzlaşmacı “sosyal barış” projesine angaje olmayı göze alamazdı ve nitekim de almamıştı. Böylece, Ecevit’in sınıf uzlaşmacı “sosyal barış” projesine DİSK’i de dahil etme çabaları havada kalmış oluyordu. Bu durumda, Ecevit hükümetiyle DİSK arasında “sınıf uzlaşmacılığı” temelinde bir anlaşmaya varmanın zemini de daha baştan ortadan kalkmış gibi görünüyordu. DİSK’ten umudunu kesen Ecevit, bir süre sonra Türk-İş’e yönelecek ve bu konfederasyonun yöneticileriyle 20 Temmuz 1978 tarihinde bir “Toplumsal Anlaşma” metni imzalayacaktı. Ülkede toplumsal barışın sağlanmasına yönelik olduğu söylenen bu “Toplumsal Anlaşma” metninde, “işçilerin ülke ekonomisi gerçekleri ile bağdaşmayan aşırı isteklerinin önüne geçileceği ve işçi işveren ilişkilerini gerginleştiren grev ve lokavt olaylarının yaşanmasına ve dolayısıyla devletin sürece müdahalesine olanak tanınmayacağı” belirtiliyordu. İmzadan sonra yaptığı açıklamada Ecevit bu Toplumsal Anlaşmayı, “Türk toplumunun refahını adaletli olarak artırma yolunda bir adım” olarak niteleyecekti. Türk-İş başkanı Halil Tunç ise, “toplumda karşılıklı güven ve iyi niyete dayanan görüşmelerin ne denli başarılı sonuç verdiğini ve ülkede pek çok sorunun bu yolla çözüleceğini” söylüyordu. Ama Ecevit hükümetinin Türk-İş üst yönetimiyle böyle bir anlaşma imzalamasının daha temel bir nedeni vardı aslında. Hükümet, ekonomik kriz koşullarında kamu işçileriyle yapılacak sözleşmelerde (kamu sözleşmeleri), ücret artışlarının ve diğer maddi hakların belli bir düzeyle sınırlandırılmasını ve bunun, özel sektörde yapılacak toplu sözleşmelere de emsal teşkil etmesini amaçlıyordu. Böylece, hem işçilerin “aşırı” talepleri sınırlandırılmış olacak, hem de işçi-işveren ilişkilerinde çatışmalardan, grevlerden uzak, uzlaşmacı, barışçı bir sendikal döneme geçiş sağlanmış olacaktı! DİSK, Ecevit hükümeti ile Türk-İş üst yönetimi arasında imzalanan bu “Toplumsal Anlaşma”nın, aslında işçi ücretlerini dondurmayı ve krizin yükünü işçi ve emekçilerin sırtına yüklemeyi amaçlayan bir uzlaşma belgesi olduğunu bildirerek, bu “Toplumsal Anlaşma”yı reddettiğini açıkladı. DİSK’in bu tutumu, Ecevit hükümeti ile DİSK arasındaki ilişkilerin iyice soğuduğunu gösteriyordu. Burjuvazinin umduğu dağlara kar yağmıştı. Ecevit’in DİSK tabanındaki militan sınıf sendikacılığının gelişimini frenlemesi bir yana, o daha DİSK yönetimindeki CHP’li sendikacılara söz geçiremiyordu. DİSK yönetimindeki CHP’li sendikacıların kendi partilerinin iktidarına karşı aldıkları bu tutum, o günün koşullarında gayet anlaşılır bir tutumdu kuşkusuz. Çünkü o dönem, DİSK’in tabanında rüzgârların hâlâ militan sınıf sendikacılığından yana estiği bir dönemdi ve bu gerçekliğe açıktan karşı çıkan ve uzlaşmacılığı savunan hiçbir yönetici uzun süre DİSK’in başında kalamazdı. DİSK’e bağlı sendikaların tabanındaki işçilerin politik bilinç düzeyinin yüksekliği ve militanlığı, ister istemez sendikaların tepesindeki yöneticileri de militanlaştırıyordu! O dönemde bulunduğu yönetici mevkileri kaybetmemek için metazori “kızıl gömlek” giyinen ve kendisini “devrimci” ilan eden sendikacı sayısı az değildir! Bu arada CHP hükümetinin ne kadar iktidarsız olduğu ve kendi “emri” altındaki devlet kurumlarına bile söz geçiremediği gün be gün daha iyi anlaşılıyor ve bu durum DİSK’in tabanındaki CHP’li işçiler tarafından da ibretle izleniyordu. Faşist saldırılar tüm ülkede DİSK’i de hedef alır bir biçimde artarken, CHP hükümetinin bu saldırılar karşısındaki pasif tutumu işçilerin büyük tepkisini çekiyordu. İşte 1 Mayıs 1978 mitingi, DİSK’li işçilere, sosyalistlere, ilerici gençliğe karşı faşist saldırıların ülke çapında tırmandırıldığı bu koşullarda yapılacaktı. Fakat tüm bu saldırılara ve provokasyon tehditlerine karşın, 1978 1 Mayıs’ı da gene yüz binlerin katılımıyla, coşkulu bir şekilde kutlanmıştı. Öte yandan, ekonomik bunalımın giderek derinleşmekte oluşu ve özellikle döviz ve enerji darlığı yüzünden sanayinin son derece düşük kapasiteyle çalışmak zorunda kalışı burjuvaziyi iyice bunaltmış durumdaydı. Burjuvazi açısından koşulların son derece olumsuz olduğu böyle bir dönemde, bir yandan işçilerin grev ve direnişleri yaygınlaşırken, diğer yandan tüm kamu emekçileri de (öğretmenler, memurlar, teknik elemanlar vb.) sendikalaşma talebiyle ayağa kalkmış ve DİSK’le dayanışma içinde yoğun bir örgütlenme faaliyetinin içine girmişlerdi. Tüm bu gelişmeler, burjuvaziyi esaslı bir şekilde huzursuz etmekteydi tabii ki. Bu süreçte burjuvazinin Ecevit’ten beklediği “yatıştırıcılık” işlevini Ecevit’in yerine getiremeyeceğini burjuvazi gayet iyi anladı. Hem yerli büyük sermaye hem de Türkiye’de yatırımları olan yabancı sermaye açısından hiç de iç açıcı bir manzara değildi bu! Aslında Türk burjuvazisi, kendi düzenini tehdit eden bu gelişmeler karşısında işçi sınıfını ve devrimci hareketi “hizaya getirecek” baskıcı-otoriter bir rejimi canı gönülden arzulamaktaydı. Ne var ki, bu niyetini hem kendi halkına hem de Avrupa’daki demokratik kamuoyuna açık etmesi mümkün değildi. 12 Mart rejiminden çıkalı daha dört yıl olmamıştı ve bu çıkış sürecinde “burjuva demokrasisinin” onca propagandası yapılmıştı burjuvazi tarafından. Bir daha demokrasiye karşı 12 Mart gibi askeri müdahalelerin olmaması savunulmuştu (!) burjuva medyada. Ve de “demokrasi havarisi” Ecevit az alkışlanmamıştı 12 Mart’tan çıkış sürecinde! Bu nedenle, şimdi tekrardan bir askeri rejime geçilmesini burjuvazinin açıktan destekler görünmesi pek “hoş” olmazdı elbette! Bunun için daha epey çalışılmalı ve burjuvaziye rahat nefes aldıracak apoletli, olağanüstü bir burjuva rejimin “bir gece ansızın” gelmesi için ortam iyice hazırlanmalıydı! Nitekim bu gerçekliği görmüş bulunan finans-oligarşinin karargâhı TÜSİAD (Vehbi Koç’un deyimiyle “fikir üreten fabrika”), çoktan “fizibilite” çalışmalarına başlamıştı bile!

27 Mart 2009
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar /XIV

14.Bölüm

TÜSİAD kodamanları

1970’ler Türkiye’sinde finans-kapitalin dışa açılma arzusu ve kapitalist düzenin yapısal dönüşüm sancısı

Ecevit’in iktidarda olduğu 1978-80 döneminin Türkiye’si, derinleşen yapısal ekonomik krizle ve buna eşlik eden toplumsal ve siyasal çalkantılarla sarsılan bir Türkiye’dir. Bu durumun devam etmesi ve yapısal krize bir çözüm bulunamaması halinde, sistemi temellerinden sarsacak daha şiddetli toplumsal patlamalar da kapıda beklemektedir. Krizle birlikte gelişen bu düzensizlik ve karışıklık ortamı, en başta yerli büyük sermaye çevrelerini, holdingcileri tedirgin etmektedir. Bu çevreler, kendi sınıf çıkarlarının ve sınıf egemenliklerinin ciddi bir tehdit altında bulunduğunu düşünmektedirler. Öte yandan, NATO üyesi bir ülke olarak emperyalist-kapitalist zincirin önemli bir halkasını oluşturan Türkiye’nin bu durumu, ABD’li ve Avrupalı emperyalist “müttefikleri” de yakından ilgilendirmektedir. Bu emperyalist müttefikler, Türkiye’de olası bir devrim tehdidini bertaraf etmek ve Türkiye kapitalizminin gelecek on yıllarını güvence altına almak için, yerli finans-kapitalle birlikte planlar yapmaktadırlar. Emperyalist sermayeyle kurduğu ortaklıklar sayesinde yerli finans-kapital, bu dönemde kapitalist ekonominin tüm alanlarını (bankacılık, ticaret, sanayi vb.) ahtapot kollarıyla sarıp sarmalamış ve ülke sermayesi üzerinde hegemon güç düzeyine yükselmiş durumdadır. Dolayısıyla bu süreçte gelişmelere asıl yön verecek olan güç, emperyalist sermayeyle sıkı işbirliği içinde hareket eden yerli finans-kapital ve onun örgütü TÜSİAD olacaktır. 1970’lerin sonlarına doğru yerli finans-kapital artık dış pazarlara açılmak ve bölgesel düzeyde emperyalist bir güç olmak için yanıp tutuşmaktadır. Fakat o yıllarda yerli-finans kapitalin bu arzusunu gerçekleştirebilmesinin önünde esaslı engeller bulunmaktadır. En önemli engel, 60’lardan beri uygulanmakta olan “dışa bağımlı, ithal ikameci” kapitalist ekonominin kendisidir. Artık bu sistemin işleyişi bir tıkanma noktasına gelmiş bulunmaktadır. Yapısal bir bunalımın içinde debelenen bu içe kapalı kapitalist ekonomik yapı, yerli büyük sermayenin dışa açılmasını ve uluslararası finans-kapitalle bütünleşmesini de engelleyen bir yapı haline gelmiştir. Holdingci büyük sermaye grupları, Türkiye kapitalizminin bu yapısal bunalımdan çıkıp dengeli bir büyüme sürecine girebilmesi için, devletin ekonomi üzerindeki ağırlığının azalmasını, dış ticaretin tamamen liberalleştirilmesini, emperyalist sermayeyle daha sıkı bir entegrasyona gidilmesini, emperyalist sermayenin Türkiye’ye giriş ve çıkışını kolaylaştıracak yeni düzenlemelerin yapılmasını ve daha dışa açık ekonomi politikalarının uygulanmasını zorunlu görmektedir. Açıkçası, Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist kuruluşların uzun süreden beri Türkiye’ye ısrarla önerdikleri ve yapılmasını şart koştukları “neo-liberal kapitalist yapısal reformların” bir an önce gerçekleşmesini istemektedir yerli finans-kapital grupları. Özetle durum buydu. Fakat büyük sermaye grupları, kendi çıkarları açısından hayati derecede önem taşıdığını bilseler de, Türkiye gibi bir ülkede bu yapısal dönüşümlerin öyle hemen ve kolay bir şekilde gerçekleştirilemeyeceğinin de farkındaydılar. Çünkü IMF’nin önerileri arasında devletin sosyal harcamalarının kısılması ve tarıma devlet desteklerinin kaldırılmasının yanı sıra, işçi sınıfını doğrudan ilgilendiren düzenlemeler de yer alıyordu. Örneğin toplu pazarlık sisteminin denetim altına alınması, işçi ücretlerinin belli bir dönem için dondurulması, sosyal hakların budanması, kıdem tazminatlarının kaldırılması vb. isteniyordu. Holdingci büyük sermayenin çıkarına olan bu düzenlemelerin, aslında işçi sınıfının kazanılmış haklarına bir saldırı anlamına geldiği çok açıktı. Böyle bir saldırı, ister istemez örgütlü işçi ve emekçi yığınların, sendikaların tepkisini çekecek ve onları daha da militan eylemlere sevk edebilecekti. Dolayısıyla, işçi sınıfının aleyhine olacak bu türden düzenlemelerin yapılabilmesi için, burjuvazinin ve onun devletinin her şeyden önce bunun koşullarını hazırlaması gerekiyordu. Bir başka deyişle, öncelikle mücadeleci sınıf sendikacılığını etkisiz hale getirecek, özgür toplu pazarlık düzenini fiilen askıya alacak ve işçi sınıfını baskı altında tutacak bir siyasal iktidarın iş başına getirilmesi gerekiyordu. Çünkü sınıf mücadelesinin yükseliş içinde olduğu ve mücadeleci sınıf sendikacılığı anlayışının giderek yaygınlaştığı mevcut devrimci durum koşullarında, işçi sınıfının aleyhine olacak bu düzenlemeleri normal bir şekilde işçilere kabul ettirebilmek o kadar kolay bir iş değildi! Nitekim normal yollardan bunu yapmaya kalkan Ecevit hükümetinin uygulamaya çalıştığı “toplumsal anlaşma ve sosyal barış” projesinin sınıf mücadelesini durdurmak ya da geriletmek bakımından bir işe yaramadığını çok iyi görmüştü burjuvazi. Ecevit’in iktidarı döneminde de işçiler ayaktaydı ve taleplerini gerçekleştirmek için sert mücadelelere girişiyorlardı. Yerli ve yabancı büyük sermaye çevreleri, Türkiye kapitalizminin ihtiyacı olan yapısal dönüşümün, bu verili güçler dengesi ortamında ve burjuva demokrasisi koşullarında gerçekleştirilemeyeceğini artık iyice anlamış bulunuyorlardı. İşte bu koşullar altında, mevcut parlamenter işleyişten ve mevcut burjuva partilerden giderek umudunu kesen büyük sermaye çevreleri, tüm umutlarını başta ABD olmak üzere emperyalist Batı’nın ekonomik ve siyasi desteğine bağladılar. Bu aşamadan itibaren yerli finans-kapital ve onun örgütü TÜSİAD, işbirliği içinde olduğu emperyalist Batı sermayesinin (IMF, Dünya Bankası) önerileri doğrultusunda hareket edecek ve siyasal iktidarları da bu öneriler doğrultusunda etkilemeye ve yönlendirmeye çalışacaktı. TÜSİAD, IMF’nin istek ve önerilerinin yerine getirilmesini ilkin Ecevit hükümetinden talep etmişti. Fakat Ecevit hükümetini bu konuda ikna etmeyi başaramayan TÜSİAD, bu durumda Ecevit’ten umudunu tamamen kesmiş ve Türkiye kapitalizminin dışa açılması ve emperyalist sermayeyle entegrasyonu konusunda kendisine köstek değil destek olacak yeni iktidar alternatifleri arayışına girmişti.

ABD emperyalizmi ve yerli finans-kapitalin örtüşen çıkarları

1970-80 dönemi, Türkiye’nin de içinde bulunduğu bölgede güçler dengesinin ABD emperyalizminin aleyhine, SSCB’nin lehine geliştiği bir dönemdir. Dolayısıyla bu dönem aynı zamanda ABD ile Sovyetler Birliği arasında soğuk savaşın tırmandığı ve bölge ülkelerinin de bundan doğrudan etkilendiği bir dönemdir. Bölgede soğuk savaşın tırmanması, bir NATO üyesi olan ve ABD ile sıkı işbirliği içinde bulunan Türkiye’yi de yakından ilgilendirmiş ve bu ülkedeki ekonomik, siyasal ve askeri gelişmeleri doğrudan etkilemiştir. Bu etkilenmenin ne yönde olduğuna ve ne gibi sonuçlar doğurduğuna daha sonra değineceğiz. Fakat ondan önce, bu dönemde ABD’nin gerek Uzak Asya’daki, gerekse Ortadoğu’daki konumunun ne durumda bulunduğuna kısaca bir göz atmakta yarar var! Yıllardan beri Uzak Asya’nın Çinhindi (Vietnam, Kamboçya, Laos) denilen bölgesinde emperyalist bir savaş yürüten işgalci ABD, sonunda yenilgiyi kabul edip bu bölgeden çekilmek zorunda kalmıştı (1975). ABD’nin yenilmesi ve bölgeden çekilmeye başlamasıyla birlikte, bu bölgede SSCB’nin ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin nüfuzu artmıştı. Öte yandan bu dönemde ABD’nin Ortadoğu’daki durumu da pek parlak değildi. Bu bölgede de 1960’ların sonlarından itibaren anti-Amerikancı, anti-emperyalist akımlar gelişmiş ve bölge devletleri giderek Sovyetler Birliği ile yakınlaşma içine girmişlerdi. Mısır, Libya, Sudan, Güney Yemen gibi devletler ile Filistin Kurtuluş Hareketi Sovyetler Birliği ile yakın ilişkiler kurmuşlardı. Ayrıca Irak ve Suriye’de iktidarda olan BAAS rejimleri de 1970’lerin ortalarından itibaren dış politikalarında giderek Sovyetler Birliği ekseninde hareket etmeye başlamışlardı. Üstelik bu iki devlet, Sovyetler Birliği ile ekonomik, siyasi ve askeri alanda geniş çaplı anlaşmalar da yapmışlardı. Arap dünyasında BAAS’çı rejimler kendilerini “sosyalist” olarak tanımlıyor ve SSCB’yle yakınlaşıyorlardı. Öte yandan, 1960’ların başından itibaren uluslararası politika arenasında kendilerini Bağlantısızlar olarak tanımlayan ve bloklar dışı kalan bir hareket de gelişmişti. Bu hareketi oluşturan devletler, ABD’nin yürüttüğü anti-Sovyet, anti-komünist kampanyaya dâhil olmak istemiyor ve silahlanma yarışına karşı çıkıyorlardı. Dolayısıyla bu devletler dış politikalarında ABD’ye mesafeli davranırken, Sovyetler’e karşı daha yakın bir politik tavır sergilemeye başlamışlardı. Hindistan’ın başını çektiği Bağlantısızlar Hareketi içinde Arap dünyasından Mısır, Suriye, Cezayir, Asya’dan Malezya, Endonezya, Pakistan, Latin Amerika’dan Küba, Bolivya, Venezuela, Kara Afrika’dan Zimbabwe, Somali, Kenya, Gana, Kongo, Avrupa’dan İsveç, Yugoslavya gibi önemli ülkeler bulunmaktaydı. Bağlantısızlar Hareketini oluşturan devletlerin bu süreçte silahlanma yarışına, askeri güç gösterilerine ve yayılmacı politikalara karşı çıkan deklarasyonları da ABD’yi esaslı bir şekilde rahatsız ediyordu. Çünkü Bağlantısızlar Hareketinin güttüğü politikalar, ABD’nin soğuk savaş stratejisine zarar veren politikalardı! İçinden geçilen konjonktürde mevcut dünya güçler dengesinin gelmiş bulunduğu bu durum, ABD’nin dünya politika arenasında istediği gibi at oynatmasına engel oluyordu. ABD açısından son derece stratejik öneme sahip bulunan bazı Asya ve Ortadoğu ülkelerinde, ABD’nin canını daha da sıkan yeni gelişmeler yaşanacaktı bu süreçte. Bunlardan biri, Pakistan’ın Çin Halk Cumhuriyeti’yle yakınlaşması ve bu ülkede halk hareketlerinin ve solun hızlı bir yükseliş içinde olmasıydı. Nitekim ABD, Pakistan’daki bu “tehlikeli” gelişmeleri kontrol altına alabilmek için, 1977 yılında gerici bir askeri darbe (Ziya ül Hak darbesi) tezgâhlamak zorunda kalacaktı! Fakat hemen ardından, Nisan 1978’de Afganistan’da beklemediği bir askeri darbeyle karşılaşmıştı ABD. Darbe sonrasında Afganistan’da iktidar, ilerici subayların, kentli halkın, öğrencilerin, aydınların desteğini arkasına alan Sovyet yanlısı Afganistan Halk Demokratik Partisinin (AHDP) eline geçmişti. ABD açısından bu durum, Afganistan’ın bütünüyle Sovyet nüfuzu altına girmesi anlamına geliyordu. ABD, Pakistan’da yaptığını Afganistan’da yapamamıştı. Bu ülkede inisiyatifi bütünüyle Sovyetler Birliği’ne kaptırmıştı. Nitekim bir yıl sonra bu ülke tamamen Sovyetler Birliği askerlerinin işgali altına girecekti. Ortada çok açık olan bir gerçeklik vardı: 1970’li yılların sonuna gelindiğinde, ABD gerek Uzak Asya’da gerekse Ortadoğu’da nüfuzunu yitirmiş ve rakibi SSCB karşısında dezavantajlı bir duruma düşmüş bulunuyordu. ABD’nin Ortadoğu’da askeri güç bakımından güvenebileceği iki müttefiki kalmıştı. Bunlardan biri, Avrupa ile Asya arasında bir köprü konumunda bulunan ve aynı zamanda bir NATO üyesi olan Türkiye idi. İkincisi ise, uzun bir zamandan beri ABD’nin Ortadoğu’daki jandarması rolünü üstlenmiş bulunan Şah Rıza Pehlevi’nin monarko-faşist İran’ıydı. İkinci Dünya Savaşından sonra ABD ile İngiltere’nin gerek Uzakdoğu’da gerekse Ortadoğu’da SSCB’ye karşı oluşturdukları paktların (SEATO ve CENTO) artık hiçbir hükmü kalmamıştı. Şimdi sadece ABD’nin tek tek etkileyebildiği devletler kalmıştı bu bölgelerde. Bu devletlerden Türkiye ve İran, “komünizme karşı mücadele”de ABD’nin ayrıcalıklı müttefiki konumunda olan ülkelerdi hâlâ. Türkiye NATO üyesi olduğu ve belli bir silahlı güce sahip bulunduğu için, İran ise, İsrail’den sonra Ortadoğu’da açık ABD işbirlikçisi, hatta uydusu tek ülke olduğu için bu ayrıcalıklı konumunu sürdürüyordu ABD nezdinde. Monarko-faşist şah rejiminin İran’da her türlü muhalefet hareketini şiddetle bastırması ve yok etmesinin verdiği güvenle, ABD emperyalizmi bu ülkede bir halk devriminin gerçekleşmesini ve anti-Amerikancı bir iktidarın iş başına gelmesini hiç olası görmüyordu. Fakat Türkiye için aynı şey söz konusu değildi ve bu da ABD’yi derinden endişelendiriyordu. Çünkü askerlerin nezareti altında geçen 12 Mart ara rejiminin sona ermesi ve seçimlerin yapılmasından sonra, Türkiye’de sınırlı da olsa bir burjuva demokrasisi işlemeye başlamış ve bu ortamdan yararlanan işçi hareketi ile devrimci sol hareket hızlı bir yükseliş sürecine girmişti. Yazımızın önceki bölümlerinde de değindiğimiz üzere, 1970’lerin ikinci yarısından itibaren yoğun bir örgütlenme seferberliğine girişmiş olan işçi ve emekçi kesimlerin hareketliliği ve genel olarak solun yükselişi, ABD’yi ve Türk egemen sınıflarını ciddi şekilde ürkütüyordu. Öte yandan, Sovyet yanlısı bir partinin (illegal TKP) varlığı ve bu partinin sendikal hareket üzerindeki etkisinin giderek artması da ABD’nin endişelerini ciddi şekilde artıran bir faktör oldu. Üstelik NATO üyesi olan Türk ordusu içinde, “ulusalcı” ve de “sol cuntacı” geleneklerin hâlâ yaşıyor olması ihtimali de ABD’yi tedirgin eden diğer bir faktördü. Solun önemli bir yükseliş içinde olduğu Türkiye’de, işbaşına gelebilecek bir sol iktidarın, Sovyetler Birliği ile yakınlaşarak Türkiye’nin blok değiştirmesine yol açacağından çekindi ABD. İşte bunun için, ABD hem kendi gizli servislerini, hem de NATO bünyesinde oluşturulmuş anti-komünist kontrgerilla örgütünü ve onun Türkiye’deki ayaklarını derhal faaliyete geçirdi. Başlangıçta bu örgütlerin amacı, henüz yeni gelişmekte olan ve bu bakımdan hazırlıksız ve donanımsız bir durumda bulunan sol hareketi provokasyonlar düzenleyerek, erken çatışmaların içine çekerek ve kendi içinde pek çok parçaya bölünmesini sağlayarak gücünü zayıflatmaktı. ABD’nin ve yerli ortaklarının hizmetindeki bu gizli örgütler, 1975’den itibaren bu amaçla faaliyetlerini yoğunlaştırdılar. Bu örgütlerin karşı-devrimci faaliyetlerinin kamuoyunu şok edici ilk sonuçları, 1 Mayıs 1977 katliamıyla ortaya çıktı. Emperyalizmin ve yerli ortaklarının devrimci sola ve örgütlü işçi hareketine karşı yürüttüğü bu karşı-devrimci faaliyetler, bir askeri darbenin hazırlanması planını da içermekteydi. Fakat bu planın fiilen uygulamaya geçirilip geçirilmeyeceği, Türkiye’deki sınıf mücadelesinin gelişim seyrine ve düzeni yıkmaya yönelik devrim tehdidinin büyüklüğüne bağlı olacaktı. Nisan 1978’de Afganistan’da Sovyet yanlısı AHDP’nin iktidara gelmesi ve bundan tam 9 ay sonra İran’da ABD’nin hiç beklemediği muazzam bir halk devriminin gerçekleşmesi ve anti-Amerikancı mollaların iktidara yerleşmesi, ABD’yi iyice paniğe sevk etti. Çünkü Ortadoğu’da art arda yaşanan bu tarihi gelişmeler, ABD’nin bölgede esaslı bir tecridine yol açmıştı. Bu bölgede ABD’nin elinde tek “sağlam” kale Türkiye kalmıştı! Fakat bu “kale” de toplumsal ve siyasal çalkantılarla sürekli sarsılan, duvarlarında çatlaklar oluşan ve yıkılma tehlikesi taşıyan bir kaleydi. Bu kalenin hangi yöntemle olursa olsun korunması ve sağlamlaştırılması artık hem ABD emperyalizmi hem de ortağı yerli finans-kapital için yaşamsal önemdeydi. Bu konuda ABD emperyalizmi ile yerli finans-kapitalin (holdinglerin, bankaların, sanayi tekellerinin vb.) çıkarları tam olarak örtüşmekteydi. ABD bölgede nüfuzunu sürdürebilmek için, yerli büyük sermaye ise düzenini tehdit etmeye başlayan işçi ve devrimci hareketi durdurabilmek ve kapitalist düzende yapılması zorunlu hale gelmiş yapısal değişiklikleri yapabilmek için olağanüstü bir rejime ihtiyaç duyuyordu!

ABD emperyalizmi ve yerli ortaklarının askerî darbe hazırlığı

Gelişmeleri bu bakımdan değerlendirecek olursak, Ecevit hükümetinin işbaşında bulunduğu 1978-80 döneminin, aslında ABD ve yerli finans-kapitalin bir askeri darbe seçeneğini ciddi olarak gündemlerine aldıkları ve burjuva düzenin “derin” örgütlerinin bu konuda yoğun hazırlıklara giriştikleri bir dönem olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönemde sol politik örgütlerin, mücadeleci sınıf sendikalarının ve devrimci derneklerin etrafında toplanmış olan işçi ve emekçi kitlelerin, gençlerin, aydınların vb. eylemliliği artarken, düzen güçlerinin karşı-devrimci saldırıları ve provokasyonları da artmıştı. Açıkçası Türkiye, sponsorluğunu esas olarak ABD emperyalizmi ile yerli finans-kapitalin yaptığı karşı-devrimci bir askeri darbe hazırlığına sahne oluyordu. Bu karşı-devrimci darbenin hazırlanması sürecinde, yerli ve yabancı finans-kapitalin emrindeki karşı-devrimci mihrakların ve onların yönlendirdiği taşeron örgütlerin sahneye koydukları “iç savaş” senaryosu ve provokasyonlar zinciri, Türkiye’yi üç yıl içinde kan gölüne çevirecekti! Daha önce de belirttiğimiz gibi, “iç savaş” senaryosuna göre hazırlanmış bu provokasyonlar zincirinin ilk halkası 1 Mayıs 1977 katliamıdır. Ecevit’in 1978’de hükümeti kurmasının hemen ardından ise ikincisi gelecektir. 16 Mart 1978 günü İstanbul Üniversitesi Eczacılık Fakültesi önünde toplu halde bulunan öğrencilerin üzerine bombalı saldırı düzenlenir. Bu saldırıda 7 öğrenci ölmüş, 40’a yakını da yaralanmıştır. NATO patentli kontrgerilla örgütünün planladığı bu saldırıda, daha sonrakilerde de olacağı gibi, Ülkücü faşist çeteler taşeron olarak kullanılmıştır. Öğrencilere yönelik bu katliamın ardından, 24 Mart 1978’de savcı Doğan Öz öldürülür. Bu cinayetin ardından Başbakan Bülent Ecevit’in talimatıyla kontrgerillanın “araştırılması” gündeme gelir. Ecevit bu örgütün Özel Harp Dairesi içinde örgütlendiğini tespit edecek fakat üstüne gidemeyecektir! Görüntüde, Türkiye’de bir burjuva parlamenter düzen işlemektedir. Fakat devlet içinde ipler gerçekte ABD emperyalizmi ve yerli ortaklarının (yerli finans-kapital) emrindeki “düzen koruyucu” derin güçlerin elindedir. Gerçekte burjuva devletin “güvenlik stratejisi”, burjuva partilerden bağımsız olarak bu güçler tarafından belirlenmektedir! Daha önce de belirttiğimiz gibi bu strateji, Türkiye’de karşı-devrimci bir askeri müdahaleyi hazırlama stratejisine dönüşmüştür. Bu stratejinin temel ekseninde, mezhep ve etnik çatışmalar yaratmak, küçük-burjuva temelde hareket eden sol örgütleri provokasyonlarla kışkırtarak bireysel terör eylemlerinin içine çekmek ve kitleden tecrit etmek, sol içinde bölünmeler yaratmak, sendikal hareket içinde faşist örgütlenmeler oluşturmak ve bunları sol ve devrimci sendikal hareketin (DİSK’in) örgütlenmesinin önünü kesmek için birer saldırı aracı olarak kullanmak vb. gibi planlar yer almaktadır. Esasında bu, bir “iç savaş görüntüsü yaratma” senaryosunun sahneye konmasıdır. Kitleler “iç savaş başlayacak” korkutmasıyla pasifize edilecek ve ardından da “düzen ve huzuru sağlayacak” bir askeri müdahalenin propagandası yapılarak, kamuoyunda bir darbenin psikolojik ortamı yaratılacaktır. Yerli ve yabancı büyük sermayenin hizmetindeki “düzen koruyucu” karanlık güçler, 1978 yılından itibaren çok daha büyük kitle katliamlarına yol açacak provokasyonlar tertipleyerek, senaryoda yazılanları uygulamaya koyuldular. Bu tertipler için özellikle Alevilerle Sünnilerin, Kürtlerle Türklerin iç içe yaşadıkları bölgeler ve kentler seçiliyordu. Örneğin, 17 Nisan 1978’de Malatya Belediye Başkanı AP’li Hamit Fendoğlu’nun evine gönderilen bombalı paketin patlaması sonucunda Fendoğlu ve ailesinden üç kişi yaşamını yitirdi. Ertesi gün bu saldırıyı solcuların yaptığı söylentisi kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Aynı anda belediye hoparlörlerinden “camiler bombalanıyor” anonsu yapıldı ve “din elden gidiyor” söylentileri yayıldı. Bu kışkırtmalar o yörenin tutucu çevrelerini tahrik etmek için yetmişti. Kentte Alevilere ve solculara karşı saldırılar başladı. Sonuçta 8 kişi öldü, 1000’e yakın işyeri tahrip edildi ve yakıldı. Pek çok Alevi kentten göç etmek zorunda kaldı. Bu sırada Türkiye’nin yeni tanıştığı bu bombalı suikast paketleri, hem sağcı bilinenlerin evlerine, hem de solcularınkine gönderiliyordu. Ama özellikle de Alevilerle Sünnilerin yoğun olarak yaşadıkları Doğu illerine! Malatya olaylarından sonra Ankara’da Balgat katliamı (bir kahvehanenin taranarak 5 kişinin öldürülmesi) ve Bahçelievler Katliamı (7 TİP’li öğrencinin evlerinde hunharca öldürülmeleri) geldi. Tabii bu cinayetlerde tetikçi olarak kullanılan caniler, gene MHP’li Ülkücü faşist çeteler içinden devşirilmişti. 1978’in sonuna gelindiğinde ise, bu kez Cumhuriyet tarihinin en önemli katliamlarından birine yol açacak olan bir provokasyon tezgâhlayacaktı emperyalizm ve yerli ortaklarının emrindeki karanlık güçler. Kahramanmaraş olayları, Ülkücü faşistlerin 19 Aralık akşamı bir sinemaya bomba atmasıyla başladı. Hemen ardından kontrgerillanın propaganda mekanizması harekete geçmiş ve bombanın Alevi solcular, komünistler tarafından atıldığı haberleri kentte yayılmaya başlamıştı. Amaç, gerici bir güruhu tahrik edip Alevilerin ve solcuların üzerine saldırtmak ve bir Alevi-Sünni çatışmasını kışkırtarak bu kentte bir iç savaş görüntüsü yaratmaktı. Sonuçta bu katliamı planlayan ve kışkırtanlar arzularına ulaşmış ve üç gün süren kanlı olayların sonucunda, içlerinde kadınların, çocukların, bebelerin de bulunduğu, resmi rakamlara göre 111, gerçekte ise çok daha fazla kişi yaşamını yitirmiş, 1000’den fazla kişi yaralanmış, 210 ev, 70 işyeri tahrip edilmişti. Bunca cana kıyan caniler sürüsünün başında, gene Ülkücü faşist çetelerden ve gerici dinci örgütlerden devşirilmiş elemanlar bulunuyordu! Neticede bu katliama bilerek yol açanlar, Türkiye’de bir askeri darbenin ve olağanüstü bir rejime geçişin hazırlığı içinde olan ABD emperyalizmi ve yerli ortaklarından başkası değildi kuşkusuz. Bu güçler ordunun bir darbe yapmasını sağlayabilmek için, hem bu darbenin ön koşullarını yaratmaya hem de kamuoyunu bu darbeye psikolojik olarak hazırlamaya çalıştılar! Daha önceleri askerlerin sıkıyönetim istemlerine direnen Ecevit hükümeti, Kahramanmaraş olaylarından sonra askerlerin bu isteklerine boyun eğmek zorunda kalacak ve Adana, Ankara, Bingöl, Elazığ, Erzincan, Erzurum, Gaziantep, İstanbul, Kars, Malatya, Kahramanmaraş, Sivas, Urfa olmak üzere toplam 13 ilde sıkıyönetim ilan edecekti. 26 Nisan 1979 günü bu illere Adıyaman, Diyarbakır, Hakkâri, Mardin, Siirt ve Tunceli de katılacak ve sıkıyönetim altına giren il sayısı 19’a çıkacaktı. Görüleceği üzere, sıkıyönetim altına giren illerin çoğu yoğunluklu olarak Kürtlerin ve Alevilerin yaşadığı illerdi. Böylece, Türkiye’de olağanüstü bir rejime geçişi hedefleyen ve bunun hazırlığı içinde olan yerli ve yabancı büyük sermaye güçleri, bu sıkıyönetim ilanıyla hedeflerine bir adım daha yaklaşmış oluyorlardı. Çünkü bu sıkıyönetim ilanıyla birlikte ordu, parlamentonun yürütme yetkisine de fiilen ortak edilmiş oluyordu! Ecevit’in iktidarda olduğu ve sıkıyönetimler altında geçen 1978-79 döneminde, gene bu darbe planları çerçevesinde olmak üzere, kişilere yönelik suikastlar da hızla artmaya başladı. Bu suikastlar özellikle kamuoyunca tanınan ve ölümü ses getirecek olan ünlü politikacı, yargı mensubu, devlet görevlisi, bilim adamı, aydın, gazeteci, yazar vb. gibi şahsiyetlere yöneliyordu. Doç. Bedrettin Cömert, Doç. Necdet Bulut, İstanbul Teknik Üniversitesi Rektörü Prof. Bedri Karafakioğlu, Prof. Ümit Doğanay, Prof. Cavit Orhan Tütengil, Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul, Gazeteci Abdi İpekçi… Tüm bu tanınmış kişiler Ecevit’in iktidarda olduğu dönemde öldürüldüler. Bireylere yönelen bu suikastlar ve terör dalgası, daha sonra da sürüp gidecekti!

Ecevit ve sol

1979 yılı günlük çatışmalar, şiddet olayları ve ölüm haberleriyle yatılıp kalkılan bir yıldır. Bazı günlerde ölüm haberleri günde 20’ye çıkmaktadır. “Demokrasi havarisi” Ecevit ve onun hükümeti, tırmanan faşizm karşısında pasif bir konumda beklemekte ve sol örgütlerin yaptığı faşizme karşı mücadele çağrılarına da kulak tıkamaktadır. Oysa MC’ler döneminde devlet aygıtlarına doluşmuş bulunan faşist kadroların (poliste, idarede vb.) bu mevzilerden sökülüp atılamaması durumunda, CHP iktidarının da altı oyulacaktır. Üstelik Ecevit, solcuların giderek daha yüksek sesle kendisini eleştirmeye başlamaları karşısında, bir süre sonra faşistlere değil, solculara karşı önlemler almaya başlayacaktır. Bunun en çarpıcı örneği, polis içinde yaşanan gelişmeler karşısında Ecevit’in o dönemde aldığı tutumdur. Ecevit hükümeti, polis içinde faşist bir örgütlenme olan Pol-Bir’i kapatırken, bunun karşılığında sol ve sosyal demokrat eğilimli polislerin örgütlediği Pol-Der’i de kapatacaktır. Tam da burjuva “demokratına” yaraşır bir tutumdur bu! Ecevit suret-i haktan görünmek ve böylece “tarafsızlığını” kanıtlamak (!) için, faşistlerin yanı sıra solculara da vurduğunu egemen güçlere göstermeye çalışıyordu! Faşist saldırılar Ecevit iktidarı döneminde doğrudan DİSK’i de hedef alır bir şekilde tırmanmaya koyuldu. DİSK’e bağlı sendikaların şubeleri bombalanıp kurşunlanıyor ve pek çok sendika yöneticisi, işyeri temsilcisi ve DİSK üyesi öncü işçi, Ülkücü faşist çetelerin saldırısına maruz kalıyor, öldürülüyor, yaralanıyordu. Fabrikalarda da silahlı faşist çeteler terör estirmeye devam ediyordu. Bu konuda büyük sermayenin ve onun emrindeki karanlık güçlerin en çok kullandıkları sendikal örgütler, yönetiminde faşistlerin bulunduğu Türk-Metal gibi sendikalardı. Türk-Metal gibi sendikaların içinde kümelenen faşist saldırı çeteleri, özellikle DİSK’e bağlı sendikalara geçmek isteyen işçileri korkutup yıldırmak ve DİSK’e geçişlerini engellemek için işçilere saldırıyorlardı. Örneğin, Türk-İş’e bağlı Tek Gıda-İş’ten DİSK’e bağlı Gıda-İş’e geçmeye çalışan Tekel işçilerine yıl boyunca saldırılar yapılmış ve iki işçi faşistlerce pusuya düşürülüp katledilmişti. Fakat tüm bu saldırılara karşın, 20 bin Tekel işçisi ne faşistlere ne de sarı sendikalara boyun eğmeye niyetliydi. İşçiler DİSK’te örgütlenme kararlılıklarını, yaptıkları eylem ve direnişlerle açıkça ortaya koyuyorlardı. CHP iktidarı işçilere yönelen bu faşist saldırılar karşısında kılını kıpırdatmadığı gibi, bir de onların grevlerini yasaklamaya girişti. Örneğin 140 gün süren Mersin Soda Sanayi işçilerinin grevi Bakanlar Kurulu kararıyla önce otuz, daha sonra 60 gün ertelenmiş ve ardından da işveren işyerinde kanunsuz lokavt uygulamaya kalkmıştı. İşçiler durumu protesto etmek amacıyla Ankara’ya yürüdüklerinde ise Ecevit hükümeti işçilerin Ankara’ya girmesine izin vermeyecekti. Ecevit hükümeti 1979 yılında işçilerin İstanbul’da 1 Mayıs’ı kutlamalarına da izin vermedi. O gün İstanbul’da sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş, DİSK merkezi polis tarafından basılmış ve genel başkan Abdullah Baştürk ile yönetim kurulu üyeleri gözaltına alınmışlardı. Tabii tüm bu gelişmeler, 1977 seçimlerinde CHP’yi desteklemiş ve onu iktidara taşımış olan işçilerde büyük hayal kırıklığına yol açmaktaydı. Ama işçileri hayal kırıklığına uğratan ve giderek umutsuzluğa sevk eden, sadece CHP iktidarının işçilere karşı takındığı bu olumsuz tutumlar değildi kuşkusuz. Bu dönemde solun bölünmüşlüğü, dağınıklığı, kendi içinde kavgalı oluşu ve dolayısıyla faşist saldırılar karşısında birleşik-mücadeleci bir güç oluşturamaması da işçileri olumsuz yönde etkiliyordu. Nitekim solun bu bölünmüşlüğü ve kendi içinde kavgalı oluşu DİSK’e de yansımıştı. CHP ağırlıklı DİSK yönetimi bu dönemde kendisine muhalefet eden dört sendika hakkında (Maden-İş, Banksen, Baysen, Yeraltı Maden-İş) geçici ihraç kararı almıştı. Böyle bir dönemde DİSK yönetiminin aldığı bu karar, öncü işçiler, sendika militanları tarafından tepkiyle karşılanacaktı. Faşizmin tırmandığı, işçi hareketinin faşist saldırılarla yüz yüze bulunduğu ve işçilerin her zamankinden çok daha fazla birliğe ihtiyaç duyduğu bir dönemde, işçi hareketini zayıflatacak bu türden ihraç kararları almak ve bölünme eğilimini teşvik etmek, elbette işçilerin hoş karşılamayacağı ve onaylamayacağı bir tutumdu! ABD emperyalizmi ve yerli finans-kapital patentli faşist saldırılar sürüp giderken ve CIA’nın, kontrgerillanın örgütlediği “ölüm mangaları” etrafa ölüm saçarken, bu faşist tırmanışı durdurabilecek tek kitlesel güç olan işçi sınıfının pasif konumda bırakılışı, solda iyice moral bozukluğuna yol açmış ve hızla kendi başının çaresine bakma eğilimleri gelişmişti. Oysa tıpkı işçiler gibi, solun önemli bir bölümü de başlangıçta CHP’nin faşizme karşı kendileriyle birlikte mücadele edeceğine gerçekten umut bağlamıştı. Hatta bu nedenle seçimlerde DİSK gibi onlar da CHP’yi aktif olarak desteklemişlerdi. Fakat olayların içinde CHP’nin gerçek yüzünü gördükten ve bu partinin artan faşizm tehlikesi karşısında hiçbir şey yapmadığını ve yapamayacağını anladıktan sonra, kendi başlarının çaresine bakmaya başlayacaklardı. Fakat devrimci sol örgütlerin büyük bir bölümünün örgütsel yapısı ve dayandığı sınıf temeli zaten işçi sınıfından kopuk olduğu için, bu örgütler faşizme karşı mücadeleyi işçi sınıfının kitlesinden kopuk bir şekilde ve kendi küçük-burjuva öncü kadrolarıyla yürütmek durumunda kalmışlardır. Bu da ister istemez onları, lokal düzeyde kalan bir silahlı mücadele ve direniş anlayışına sevk etmiştir. Görünürde çok geniş ve yaygın bir kitle tabanına sahip olduğu sanılan bu küçük-burjuva sol örgütler (örneğin Dev-Yol), gerçekte örgütsüz, dağınık ve mücadelede kalıcı olmayan, istikrarsız bir kitle tabanı üzerinde yükselmektedirler. Öte yandan, o dönemde işçi sınıfı içinde, fabrikalarda, sendikalarda örgütlenmiş bir sosyalist parti (TKP) de mevcuttur. Ne var ki bu partinin oportünist yönetimi, işçileri faşizme karşı militan bir mücadeleye sevk edecek yerde, onları pasif yöntemlerle oyalama yolunu seçmiştir. TKP’nin oportünist yöneticileri o dönemde faşizme karşı mücadelede devrimci güçlerle birlik yapacak yerde, burjuvazinin “sosyal demokrat” olarak nitelendirdikleri kanadıyla (CHP ile) ittifak yapmanın peşine düşmüşlerdir. Dolayısıyla, tırmanan faşizm tehlikesi karşısında, işçileri seferber etmek, birleşik-militan bir işçi cephesini örmek ve mücadeleci, devrimci sol örgütleri bu konuda yanına çekmek hiç aklına gelmemiştir TKP’nin bu oportünist yöneticilerinin! Tersine bu yöneticiler, “devrimci durum” saptaması yapan ve faşizm tehlikesine dikkat çeken TKP içindeki sol muhalefeti tasfiye etmeye koyulmuşlardır! Açıkçası ortada olan gerçek durum şudur ki, faşizmin güncel bir tehlike haline geldiği bu dönemde, işçi sınıfı politik olarak örgütsüz ve gerçek bir devrimci öncüden mahrum bulunmaktadır. İşte, faşist tırmanışı durdurabilecek tek etkin mücadele gücü olan kitle grevlerini örgütleyebilmek de bu koşullarda imkânsız hale gelmiştir doğal olarak!

29 Nisan 2009
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Statükoculuk, Liberalizm ve Türk Tipi Burjuva Demokrasisi Üzerine Notlar / XV

15.Bölüm

ozal_sabanci.jpg

1980 dönemeci: Büyük burjuvazi kapitalist ekonomide yapısal dönüşüme hazırlanıyor

Ecevit hükümetinin iş başında bulunduğu 1979 yılı, ekonomik krizin derinleştiği ve hayat pahalılığının tırmandığı bir yıl olmuştu. Tüm göstergeler bir ekonomik çöküşe işaret ediyordu. Çok önemli bir sanayi girdisi olan petrolün 70’li yıllar boyunca yükselen fiyatı, Türkiye’de enflasyonu azdırmıştı. Enflasyon oranı 1977 yılının ortalarından itibaren üç haneli rakamlara ulaşmış ve işçilerin reel ücretleri hızla erimeye başlamıştı. Bu dönemde yatırımlar durma noktasına gelmiş ve sanayi üretimindeki azalma ciddi boyutlara ulaşmıştı. Türkiye’nin yıllık kalkınma hızı, nüfus artışını karşılayamaz durumdaydı. Türkiye’de 1960’dan beri uygulanmakta olan ithal ikameci kapitalist ekonomik sistem, 1979 yılının sonlarına doğru artık işlemez hale gelmişti. Merkez Bankasında döviz olmadığı için petrol ve ara mal girdileri ithal edilemiyordu. Sanayi üretimi durma noktasına gelmişti. Günde 8 saate varan elektrik kesintileri nedeniyle evler dahi ısıtılamıyordu. Mazot ve gübre ithal edilemediği için tarımsal üretim bile doğru dürüst yapılamıyordu. Ecevit’in deyimiyle “devletin 70 sente muhtaç olduğu” bir dönemden geçiyordu Türkiye! Türkiye ekonomisinin tam bir döviz dar boğazı içinde bulunduğu bu yıllarda Ecevit hükümeti döviz bulabilmek için dünyanın her tarafında görüşmeler yapıyor ve dış ülkelerden kredi temin etmeye çalışıyordu. Ama bu çabalar nafileydi! Çünkü bu koşullarda Türkiye’ye ancak bir tek kuruluşun onayıyla döviz gelebilirdi. Bu kuruluş, büyük kapitalist devletlerin uluslararası bankası konumunda olan IMF idi. IMF ise ancak bir koşulla Türkiye’ye para vermeyi kabul ediyordu: Eğer Türkiye onun şartlarına boyun eğerse ve ekonomisini bütünüyle onun denetimi altına sokmayı kabul ederse! Ecevit IMF’nin dayattığı bu şartları kabul etmeyi göze alamamış ve bu durumda IMF de Türkiye’ye kredi verilmesi için gerekli yeşil ışığı yakmamıştı. Bu koşullarda Ecevit hükümeti tek çıkar yol olarak uluslararası tefeci piyasasına gitmek zorunda kalmıştı. Fakat Ecevit hükümetinin kredi bulabilmek için yaptığı anlaşma, Cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik anlaşmalarından biri olacaktı: Türkiye 150 milyon dolar kredi alabilmek için, bütün tarım ürünlerini bir Amerikan bankasına rehin etmek zorunda kalmıştı. İşte Türkiye kapitalizminin yakın tarihindeki en önemli yapısal dönüşüm projesi bu koşullar altında gündeme geldi. Emperyalist sermayeyle (IMF) el ele veren yerli büyük sermaye, kapitalist ekonomide yapısal dönüşümleri başlatmak üzere 1980 dönemecinde bir dizi ekonomik kararlar alacak ve zaman yitirmeden bunları uygulamaya sokacaktı. Büyük sermayenin uyguladığı bu yapısal dönüşüm stratejisi, Türkiye kapitalizmini küresel kapitalizmle bütünleştirmeyi hedefleyen bir stratejiydi aslında. Bu stratejinin temel eksenini, Türkiye’de ücretlerin düşürülmesi ve bu yolla sağlanacak ucuz işgücünün bir avantaj olarak kullanması oluşturuyordu. Ucuz işgücü sayesinde Türkiye’de ihraç ürünlerinin maliyetlerinin düşeceği ve bu sayede Türkiye’nin sanayi ürünleri ihracatında büyük bir sıçrama yaşanacağı düşünülüyordu. Bu da kuşkusuz, ülkeye daha çok döviz girmesini sağlayacaktı! Öte yandan Türkiye’de oluşturulacak bu ucuz işgücü piyasası, yabancı sermayenin de Türkiye’ye doğrudan yatırım yapmasını daha cazip hale getirecekti! Yerli finans-kapitalin karargâhı TÜSİAD, Dünya Bankası ve IMF’nin de yönlendirmesiyle harekete geçmiş ve Türkiye ekonomisinde yapısal dönüşümlerin bir an önce başlatılması için siyasal iktidara baskı yapmaya başlamıştı. 1979 yılında gazetelere tam sayfa ilanlar veren TÜSİAD, IMF’nin önerilerine soğuk baktığı için Ecevit hükümetini açıkça eleştiriyor ve uyarıyordu! İlanların dilinden de açıkça anlaşılıyordu ki, TÜSİAD, büyük sermayeyle uyum içinde çalışacak ve IMF’nin direktifleri doğrultusunda hareket edecek bir siyasal iktidarın bir an önce işbaşına getirilmesinin peşindeydi.

Ecevit’in gidişi ve ekonominin dümenine finans-kapitalin has adamı Özal’ın geçişi

İktidarda kaldığı süre boyunca ekonomik sorunlara hiçbir çözüm getiremeyen ve emekçi halk yığınlarının artan hayat pahalılığı altında ezilmesine seyirci kalan Ecevit hükümeti, kendisine bel bağlayan emekçi halkı hayal kırıklığına uğratmıştı. Bu hayal kırıklığı bir süre sonra tepkiye dönüşecek ve Ecevit hükümeti halkın desteğini önemli ölçüde yitirecekti. Nitekim Ekim 1979’da yapılan ara seçimde Ecevit ağır bir yenilgi almış ve bu koşullar altında artık daha fazla iktidarda kalamayacağını anlayarak istifa etmişti. Ecevit hükümetinin istifasından sonra başbakanlık koltuğuna, MHP ve MSP’nin dışarıdan verdiği destekle yeniden Süleyman Demirel oturdu. Demirel’in yeniden başbakan olması, finans-kapitalin karargâhı TÜSİAD’ı kendi planlarını uygulatmak üzere harekete geçirecekti. Kapitalist ekonomide yapısal dönüşümleri başlatma konusunda Ecevit’i ikna edemeyen TÜSİAD, bu konuda Demirel’i ikna etmeyi başarmıştı. Üstelik TÜSİAD bu arada eski Dünya Bankası uzmanı ve MESS başkanı olan Turgut Özal’ın da ekonominin dümenine geçmesini sağlamıştı. Hükümeti kuran Demirel, Özal’ı kendine müsteşar yapmış ve ekonominin sorumluluğunu ona bırakmıştı. Başbakanlık müsteşarlığına getirilen Turgut Özal’ın ilk işi, hemen bir “ekonomik istikrar” programı hazırlamak olacaktı. Bu “istikrar” programı, 24 Ocak 1980’de resmi gazetede yayınlanarak kamuoyuna açıklandı. Esasında IMF’nin ve TÜSİAD’ın direktifiyle hazırlanmış olan bu ekonomik istikrar programı, yerli ve yabancı büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda yapılacak ekonomik dönüşümlerin önünü açmayı hedefleyen bir programdı. 24 Ocak kararlarıyla Türk lirası %32,7 oranında devalüe edildi ve günlük kur uygulamasına geçildi. Alınan kararlar arasında devletin ekonomideki payının küçültülmesi, tarım ürünleri destekleme alımlarının sınırlandırılması, gübre, enerji ve ulaştırma dışında sübvansiyonların kaldırılması, dış ticaretin serbestleştirilmesi, yabancı sermaye yatırımlarının teşvik edilmesi ve yabancı sermayenin kâr transferlerine kolaylık sağlanması, yurtdışı müteahhitlik hizmetlerinin desteklenmesi, ithalatın kademeli olarak serbestleştirilmesi ve ihracatçı firmaların vergi iadeleri, düşük faizli krediler ve çeşitli gümrük muafiyetleri ile desteklenip teşvik edilmesi gibi esaslı değişiklikler yer alıyordu. 24 Ocak kararlarından da anlaşılıyordu ki, asıl hedeflenen, devlet ağırlıklı kapitalist-karma ekonomiyi tasfiye etmek ve IMF’nin önerdiği serbest piyasacı neo-liberal kapitalist ekonomik politikaları uygulamaya geçirmekti! Göreve başlar başlamaz Özal’ın sosyal politika alanında yaptığı ilk önemli icraat, gerek kamu kesiminde gerekse özel sektör kesiminde ücret artışlarının sınırlandırılmasına yönelik önlemler almak oldu. Özal, 24 Ocak Kararları çerçevesinde toplu pazarlık sistemine doğrudan ve etkili biçimde müdahale etmek amacıyla, Başbakanlık bünyesinde bir “Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu” oluşturdu. Amaç, ulusal düzeyde toplu sözleşmelerin esaslarını ve genel çerçevesini belirlemek ve böylece gerek kamu sektöründe gerekse özel sektörde yapılacak toplu sözleşmelerin bu çerçevenin dışına çıkmasını engellemekti. Bu dönemde yayınlanan Başbakanlık Genelgesinde, işveren kesiminin müzakereleri bu esaslara göre yürüteceği ve Koordinasyon Kurulunun bilgisi dışında toplu sözleşme imzalanmayacağı açıkça ifade ediliyordu. Kamu sektöründe toplu pazarlığı bütünüyle kendi kontrolüne alan Başbakanlık Toplu Sözleşme Koordinasyon Kurulu bununla da yetinmeyecek, 1980 Haziranında TİSK’e gönderdiği bir yazıyla, özel sektörde yürütülen toplu pazarlığa da doğrudan müdahale edecekti. Bu yazıda, “özel sektör kuruluşlarının en kısa zamanda kendi işkolundaki işveren sendikalarına katılmaları” isteniyordu. Başında Özal’ın bulunduğu bu Kurul, açıkçası sermayenin güdümünde bir toplu pazarlık sistemi oluşturmak ve sendikaları da bu sistemin birer piyonu haline getirmek niyetindeydi. Nitekim bu Kurul, 1980 yılında 700 bin kamu işçisinin toplu sözleşme sürecini kilitlemeyi başardığı gibi, özel sektörde yürüyen toplu sözleşmeleri de TİSK ve MESS gibi işveren sendikaları aracılığıyla kilitlemeye çalışacaktı. Özal, 24 Ocak kararları hakkında yüksek askeri bürokrasiye de brifing vermiş ve kapitalist ekonomide yapısal dönüşümlerin yapılması konusunda onları da ikna etmişti. Böylece, burjuva cephede büyük sermaye, ordu ve siyasetçi üçgeni, IMF’nin önerileri doğrultusunda ekonomik dönüşüm programının uygulanması konusunda bir konsensüse varmış bulunuyorlardı. Ne var ki, Demirel hükümetinin uygulayamaya kalktığı bu IMF patentli ekonomik program, örgütlü işçi hareketinin ve mücadeleci sınıf sendikalarının tepkisini çekmekte gecikmeyecekti. Çünkü büyük sermayenin çıkarına olan bu program, özünde işçi ve emekçi kitlelerin zararına işleyen ve onları yıkıma uğratacak olan bir programdı. Nitekim Demirel hükümeti 24 Ocak kararlarının hemen ardından, “KİT’leri ıslah etmek” bahanesiyle işçi çıkarmaya başlamıştı. Atılan işçilerin yerine MHP’li faşist çeteler yerleştiriliyor ve tüm kamu işletmeleri gerici mevziler haline getirilmeye çalışılıyordu. Hükümetin başlattığı bu işçi kıyımına karşı ilk tepki ve direniş eylemleri, İzmir’deki TARİŞ fabrikalarında çalışan işçilerden geldi. İşten çıkartılan binlerce işçi 22 Ocak 1980’de eyleme geçerek fabrikaları işgal ettiler. 11 bin TARİŞ işçisi direnişe geçmişti. Bu durumda polis panzerleri fabrikalara saldırmış ve ardından askeri komando birlikleri de fabrikaları kuşatmıştı. Fakat işçiler bu saldırılar karşısında yılmayacak ve barikatlar kurarak direnişlerini sürdüreceklerdi. Polis işçilere karşı silahlı saldırılar düzenlemiş, karşılıklı çatışmalar yaşanmış ve yüzlerce işçi gözaltına alınıp stadyuma doldurulmuştu. İşçi semtlerinde de halk işçilerle dayanışmak üzere sokağa dökülmüştü. İzmir genelinde de DİSK’e bağlı işyerlerindeki işçiler 2 saat iş bıraktılar. Üniversite öğrencileri de direnişteki işçileri desteklemek üzere 3 gün boykot yaptılar. Benzer olaylar ANTBİRLİK, ÇUKOBİRLİK, TRAKYABİRLİK’te de yaşanacaktı. Demirel hükümetinin amacı, KİT’lerde çalışan binlerce DİSK üyesi işçiyi işten atıp yerine MHP’lileri doldurmak ve böylece DİSK’i KİT’lerden tamamen tasfiye etmekti! İşçi sınıfı ne burjuva devletin bu faşizan saldırıları karşısında ne de IMF patentli 24 Ocak kararları karşısında sessiz kaldı. Tabandaki örgütlü ve bilinçli işçiler ile mücadeleci pek çok sendika yöneticisi bu süreçte birlikte hareket etmek ve büyük sermayenin saldırıları karşısında güç ve eylem birlikleri oluşturmak üzere harekete geçtiler. DİSK ve Türk-İş üyesi pek çok sendika, kendi işkollarındaki patron sendikalarına karşı mücadelede somut eylem birlikleri oluşturuyor ve olası grev mücadelesine birlikte hazırlanıyorlardı. Örneğin, MESS’e karşı mücadelede bağımsız Otomobil-İş sendikası ile DİSK’e bağlı Maden-İş sendikası güç ve eylem birliği yaparken, petrol ve cam işkollarındaki Türk-İş ve DİSK üyesi sendikalar da aynı şekilde güç ve eylem birliği yapacaklarını açıklıyorlardı. Petrol işkolunda DİSK’e bağlı Pet-Kim sendikası ile Türk-İş’e bağlı Petrol-İş sendikası, cam işkolunda ise Kristal-İş sendikası ile Hürcam-İş sendikası, işverenlere karşı birlikte mücadele kararı alıyorlardı. Daha önceki yıllar gibi 1980 yılı da çetin sınıf mücadelelerine, grevlere, toplumsal çatışmalara, faşist saldırılara, siyasal cinayetlere, suikastlara sahne olacaktı. 1979 yılında Maden-İş ile MESS arasında başlayan toplu sözleşme görüşmeleri yine uyuşmazlıkla sonuçlanmış ve karşılıklı grev ve lokavt kararları alınmıştı. Maden-İş’in aldığı grev kararı, 122 işyerini ve 35 bin işçiyi kapsıyordu. 1980 yılının Nisan ve Mayıs aylarında, Maden-İş grevleri fiilen başlatmıştı. Bu tarihlerde greve çıkan işyeri sayısı 60’a, işçi sayısı ise 22 bine ulaşmıştı. Öte yandan, Otomobil-İş sendikası da MESS’e bağlı 14 işyerinde grev kararı almış ve MESS’e karşı mücadelede Maden-İş’le eylem birliği içinde olacağını açıklamıştı. Tüm bu gelişmeler sermaye cephesini ürküten gelişmelerdi kuşkusuz. Nitekim Demirel hükümetinin Maden-İş’in başlattığı grevlere müdahale etmesi ve etkili grevleri birbiri ardına ertelemeye başlaması, bu ürküntünün açık bir göstergesiydi.

Burjuvazi yapısal değişimi askeri diktatörlük altında gerçekleştirmeye karar veriyor

Aslında Demirel’in 1980 yılı başında kurduğu azınlık hükümeti de büyük sermaye açısından kalıcı bir çözüm oluşturmadı. Sınıf mücadelesinin sertleştiği ve devrimci durum koşullarının hâkim olduğu bir ortamda, büyük sermayenin tercihini olağanüstü bir burjuva rejimden yana yaptığı ve askeri bir darbeyi yeğlediği apaçık ortadaydı. Çünkü gerek ABD emperyalizmi gerekse yerli finans-oligarşi, işçi hareketinin ve devrimci hareketin 70’li yıllardaki muazzam yükselişini gördükten sonra, bu hareketi ancak askeri bir darbe ile durdurabileceklerine giderek daha çok kani olmuşlardı. Dolayısıyla, sınıfsal çıkarları Türkiye’deki sömürü düzeninin devamından yana olan yerli ve yabancı mali sermaye çevreleri, düzenlerini tehdit edici bir şekilde gelişen ve devrimcileşen işçi hareketini ezmek için bir askeri darbenin gerekli olduğu konusunda hiç tereddüt etmeden birleşmişlerdi. Bu andan itibaren Türkiye artık adım adım bir askeri darbeye doğru hızla ilerlemeye başlamıştı. Olayların birbirini izlediği ve her gün siyasal cinayet ve suikast haberleriyle yatılıp kalkıldığı bu ortamda, Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren, 2. Başkan Haydar Saltık’a “müdahale için gerekli hazırlıkları yapın” talimatını çoktan vermiş bulunuyordu. Yerli finans-oligarşinin bir parçasını oluşturan yüksek askeri bürokrasi yönetime el koymaya ve burjuva rejimi “olağanüstü” koşullarda yönetmeye hazırlanıyordu! Ordu bir darbe için gün sayarken, kontrgerilla da düzenlediği provokasyonlar ve siyasal cinayetlerle bu darbeye zemin hazırlama işlevini sürdürüyordu. MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak 27 Mayıs 1980 günü Ankara’da belirsiz kişilerin düzenlediği bir silahlı saldırı sonucu öldürüldü. Bu cinayet, ardı sıra gelecek faşist saldırı ve katliamların bir habercisiydi adeta! Nitekim Gün Sazak’ın öldürülmesinden bir gün sonra, Alevi ve Sünni nüfusun iç içe yaşadığı Çorum’da, MHP’li faşist çetelerin bilinçli ve planlı kışkırtmasıyla olaylar patlak verecekti. Daha altı ay önce Maraş katliamının acı tecrübelerini yaşamış olan Alevi yurttaşlar, faşist cinayet şebekelerinin saldırılarından korunmak üzere, devrimci grupların da yardımıyla mahallelerinde barikatlar kurdular. Devrimci gruplar da bu kez gafil avlanmamak için, olayların daha başlangıcında direniş komiteleri ve öz savunma birlikleri oluşturdular. Faşistler Gün Sazak’ın öldürülmesini gerekçe göstererek Alevilere ve solculara saldırmaya başladılar. Çorum’daki çatışmalı olaylar Haziran ve Temmuz ayı boyunca devam etti. Olayların daha ilk gününde Alevilere ait işyerlerine ve evlere saldırılar olmuş ve bu saldırılarda dört kişi yaşamını yitirmişti. Yerli ve yabancı finans-kapitalin emrindeki karanlık güçler, Çorum’da da Maraş’taki gibi bir senaryoyu sahneye koymuşlardı. Amaçları, katliamla sonuçlanacak bir Alevi-Sünni çatışması yaratarak, bir askeri müdahalenin koşullarını hazırlamaktı! Nitekim 1 Temmuz günü halkı “cihada” çağıran bildiriler dağıtan bu gerici güçler, 4 Temmuzda da Alaeddin Camii’nin komünistler tarafından bombalandığı yalanını yayarak, halkı tahrik etmeye çalışmışlardı. Daha sonra ise, başka illerden ve kasabalardan topladıkları bin kişi civarındaki ülkücü faşist güruhu Çorum’a getirerek, Alevi mahallelerine ve solculara karşı silahlı saldırıları başlatmışlardı. Neticede Çorum olaylarında 57 kişi ölmüş, yüzlerce kişi yaralanmış, 300’e yakın işyeri ve ev tahrip edilmiş ve 600 civarında Alevi aile göç etmek zorunda kalmıştı. Benzer provokasyonlar aynı günlerde Fatsa ilçesinde de tezgâhlanmaya çalışılacaktı. İlericilerin hâkim olduğu ve belediye başkanlığı seçimini devrimci-demokrat bir emekçinin kazandığı bu ilçeyi bir “anarşi yuvası”, “devlet güçlerinin giremediği bir yer” gibi gösteren Demirel, konuşmalarıyla halkı tahrik ediyor ve Fatsa’yı hedef gösteriyordu. Gerici güçlerin ve burjuva medyanın günlerce yürüttüğü demagojik propagandalardan sonra, nihayet 12 Temmuz 1980’de kahraman devlet güçleri de tanklarıyla Fatsa’ya girmiş ve bu “kutsal vatan toprağını” komünistlerin “işgalinden” kurtarmayı başarmıştı! Bu şanlı operasyonda devlet güçlerine yüzleri maskeli ülkücü faşistler de eşlik etmişti tabii ki! Büyük sermayenin partisi AP ve onun başı Demirel, bu dönem boyunca gerici provokasyonlara çanak tutmaktan ve ülkücü faşist çetelere arka çıkmaktan hiçbir zaman geri durmadı. Demirel bunu yaparak, adım adım bir askeri darbenin hazırlanmasına katkıda bulundu şüphesiz! Aslında işin gerçeği, bu dönemde askeriyle, siviliyle, siyasetçisiyle tüm burjuva güçler, burjuva düzeni bir devrim tehlikesinden korumak için askeri müdahalenin şart olduğu konusunda “zımni” olarak anlaşmış durumdaydılar! Ülkenin her tarafında sivil faşist çeteleri ve gericiliği harekete geçiren egemen güçler, Kontrgerilla-CIA-MİT eliyle düzenlettikleri saldırı ve provokasyonlarla solun ve işçi hareketinin örgütlü gücünü ve vereceği tepkileri tartmaya çalıştılar. Nitekim 1 Mayıs ‘77 katliamı, Maraş, Çorum, Fatsa operasyonu vb., hepsi de bu amaca yönelik testler oldu. Ve nihayet 22 Temmuz 1980’de darbe öncesinin son büyük testini yaptı sermayenin karanlık güçleri. İsmi işçi hareketiyle ve DİSK’le özdeşleşmiş olan Kemal Türkler, 22 Temmuz sabahı Merter’de evinin önünde faşistlerce katledildi. Bu saldırı, işçi sınıfının tepkisini ve örgütlü eylem gücünü ölçmek için egemenlerin yaptığı son test olmuştu. Çünkü Kemal Türkler’in öldürülmesinden 50 gün sonra, ABD destekli generallerin askeri faşist darbesi gerçekleşti! Kemal Türkler’in öldürüldüğü günün ertesinde tüm ülkede DİSK üyesi işçilerin yanı sıra, bazı bağımsız sendikaların üyeleri ile Türk-İş üyesi işçiler de iş bırakarak protesto eylemlerine katıldılar. Protesto eylemlerine katılan işçilerin sayısı 1 milyona yaklaşıyordu. 24 Temmuz günü ise, on binlerce işçi çalışmayı bırakıp DİSK Genel Merkezinde Kemal Türkler’in katafalkı önünde saygı duruşunda bulundular. 25 Temmuz günü DİSK’in düzenlediği yürüyüşe katılan yaklaşık l milyon işçinin eşliğinde Kemal Türkler’in cenazesi Topkapı Mezarlığına getirildi. İşçilerin gerçekleştirdiği bu yürüyüş, 12 Eylül 1980 öncesindeki son görkemli işçi eylemi oldu. İstanbul’daki sıkıyönetim komutanlığının tüm engelleme çabalarına rağmen, 25 Temmuzda yapılan cenaze töreni yüz binlerin katıldığı büyük bir antifaşist gösteriye dönüştü. Ne var ki, bir faşist darbe tehdidinin önüne sadece gösterilerle geçilemezdi! Onlarca kez yaşanan acı deneylerle kanıtlanmış bir gerçeklikti bu. Yığınların faşizme duyduğu tepkiyi büyük kitle grevleriyle daha da büyültmeksizin ve bu örgütlü tepkiyi asıl düşmana, yani emperyalist-kapitalist sistemin kendisine yöneltmeksizin, faşist darbe tehdidi savuşturulamazdı. Öfkeyle dolu olan işçi sınıfının bu öfkesini, düzene karşı devrimci bir başkaldırıya dönüştürmek ise, elbette ki işçi sınıfının devrimci politik öncüsünün göreviydi. Ne var ki Türkiye işçi sınıfı hareketinin zaafı da tam burada başlıyordu. Türkiye işçi sınıfı hareketi, kelimenin gerçek anlamında proleter devrimci, komünist bir politik öncüden yoksundu darbe öncesi dönemde. Sol politik örgütlerin çoğu işçi sınıfına dayanmıyordu. İşçi sınıfı içinde görece daha yaygın bir biçimde örgütlenmiş olan illegal TKP ise, izlediği reformist ve oportünist siyaset nedeniyle işçi sınıfının öncü kesimlerini devrimci çizgiden uzaklaştırıp, uzlaşmacı-pasif bir siyasal mücadele zeminine çekmiş bulunuyordu. Kemal Türkler’in öldürülmesinin işçilerde yarattığı öfke ve başkaldırı duygusu, TKP’nin ve DİSK yöneticilerinin izlediği uzlaşmacı ve pasif tutum nedeniyle bir süre sonra hayal kırıklığına ve umutsuzluğa dönüşerek sönüp gitti. Bu durum, o günlerde işçi sınıfından daha büyük eylemler ve hatta bir ayaklanma bekleyen korku içindeki burjuva çevreleri de çok şaşırtacaktı! Sol güçlerin durumunu ve işçi hareketinin tepkilerini iyice ölçmüş bulunan ABD emperyalizmi ve yerli finans-kapital, ordunun 12 Eylül 1980’de iktidara el koymasına ve olağanüstü bir rejim uygulamasına artık yeşil ışık yakabilirdi! 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesi ile birlikte DİSK ve DİSK’e bağlı bütün sendikalar kapatıldı ve tüm mal varlıklarına el kondu. Binlerce DİSK’li işçi ve yönetici işkenceli sorgulardan geçirildi ve DİSK hakkında, 78 kişinin idamının istendiği 1477 sanıklı bir dava açıldı. Büyük burjuvazi 12 Mart yarı askeri rejiminde tam olarak gerçekleştirmediği özlemlerini nihayet gerçekleştirmiş ve mücadeleci işçilerin örgütü olan DİSK’in kolunu kanadını kırmıştı. Faşist yönetim DİSK’in tüm çalışmalarını durdurduğu gibi, genel başkandan işyeri temsilcisine kadar binlerce DİSK üyesini de gözaltına almıştı. Tutuklanan sendika yöneticilerine ve işyeri temsilcilerine, 100 günü aşan gözaltı süreleri boyunca her türlü işkence uygulandı. 12 Eylül darbesiyle birlikte, Türkiye işçi sınıfı hareketinde mücadeleci sendikal anlayışın uzun süre belini doğrultamayacağı ve yeniden toparlanamayacağı bir dönem açılmış oluyordu. Beş generalden oluşan ve kendine Milli Güvenlik Konseyi adını veren cunta, darbeden sonra bütün gücü elinde topladı. Tüm siyasi partiler kapatıldı ve liderleri tutuklandı. Finans-kapitalin has adamı Turgut Özal, oluşturulan cunta hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcısı oldu ve kabinedeki en güçlü kişi haline geldi. 12 Eylül faşist rejimi uyguladığı kanlı devlet terörü sayesinde devrimci ve sosyalist örgütleri, sendikaları dağıtmış, işçi sınıfının, emekçilerin, gençliğin, aydınların örgütlü toplumsal muhalefetini şiddetle bastırmış ve burjuva toplumda gerici bir stabilizasyon sağlamıştır. Ama bu arada olağan burjuva düzenin tüm kurumlarını da (burjuva parlamenter rejimi, burjuva partileri, hukuk sistemini, üniversiteleri vb.) tahrip etmiştir. 12 Eylül askeri-faşist diktatörlüğünün burjuva parlamenter rejimde yol açtığı tahribatın boyutları öylesine geniş oldu ki, geçmişte yetişkin siyasal kadrolara ve toplumsal desteğe sahip bulunan geleneksel burjuva partiler bile bu süreçten dağılarak çıktılar ve bir daha da eski konumlarına dönemediler. Kısacası 12 Eylül rejimi burjuva düzeni belirli bir dönem için krizlerin toplumsal ve politik sonuçlarından, kargaşadan, devrim tehlikesinden vb. uzak tutmayı başarmıştır ama bu arada burjuva siyasal yapının çivisini de adamakıllı yerinden oynatmıştır. Bunun politik yaşamdaki uzun dönemli sonucu ise, burjuva parlamenter rejimin adeta erozyona uğraması şeklinde olmuştur. Cuntanın gidişinden sonra, klasik burjuva partilerin pek çoğu, bir daha eski durumuna gelememiştir. Bu partiler sürekli bölünen, küçülen ve seçmenleri nezdinde inandırıcılıklarını yitiren yapılara dönüşmüştür. Eski burjuva partilerin uğradığı bu erozyon durumu, burjuva rejimde siyasal istikrarsızlık dönemlerinin süreklilik kazanmasına yol açmıştır. Burjuva rejimde siyasal istikrarsızlığın sürüp gitmesi ise, 12 Eylül rejiminin öne çıkardığı kurumların (MGK gibi) ve bizzat ordu üst yönetiminin burjuva parlamento ve hükümetler üzerindeki hâkimiyetinin sürüp gitmesine yol açmıştır. 12 Eylül rejimi resmen sona ermiş gözükse de, onun yerleştirdiği ve ‘82 Anayasası ile güvence altına aldığı kurum ve kuralların siyasal erk üzerindeki etkisi hâlâ tam anlamıyla ortadan kaldırılamamıştır. Burjuva kurumlar arasında bugün de devam eden iktidar kavgası, Türkiye’de Batı tipi bir burjuva demokrasisinin hâlâ yerli yerine oturtulamadığının bir göstergesidir aslında.

12 Eylül darbesi özünde bir finans-kapital darbesidir

Her şeyden önce şu gerçeklik çok iyi kavranmalıdır: 12 Eylül askeri-faşist rejimi, darbeci generallerin kerameti kendinden menkul “tercihlerinin” bir sonucu değil, düzenleri tehlikeye giren büyük tekelci sermayenin ve bölgedeki çıkarları tehdit altında olan ABD emperyalizminin birlikte karar verip, bilinçli ve planlı bir şekilde uygulattıkları karşı-devrimci bir rejimdir. Dolayısıyla bazı kavramların, örneğin bugün sıkça tartışılmakta olan statükoculuk, liberalizm, demokrasi gibi kavramların sınıfsal özünden soyutlandıklarında hiçbir şey anlatmayacakları iyi bilinmelidir. Bu kavramlar, burjuvazinin içinden geçmekte olduğu konjonktürle ve bu sınıfın çıkarlarıyla bağlantılı bir şekilde ele alındıklarında ve ancak o zaman bir anlam ifade ederler. Daha açık söylemek gerekirse, bugün statükocu olarak karşımıza çıkan bir burjuva kesimin, yarın karşımıza liberal ya da “demokrat” bir burjuva olarak çıkması bize hiç şaşırtıcı gelmemelidir. Burjuvaziye ait bu sınıf gerçekliği doğru kavranmadığı takdirde, askeri darbelerin veya olağanüstü rejimlerin nedeni de tam olarak kavranamaz. Bu olağanüstü rejimlerin ortaya çıkış nedenleri sınıfsal temellerinden soyutlandığında, sanki sermaye sahibi sınıfın dışında gelişen olaylarmış gibi algılanmaya başlanırlar. Bu durumda örneğin 12 Eylül darbesi de, salt siyasilerle ordu mensupları arasında geçen bir çatışmanın ürünüymüş gibi algılanır. Ve Türkiye’deki ortalama algılayış biçimi ne yazık ki bu doğrultuda olmaktadır genellikle. Örneğin, Türkiye’de bir askeri darbe olduğunda hemen akla gelen şey, bu darbenin mülk sahibi kapitalist sınıftan bağımsız olarak yapıldığı ve esas olarak da “sorumsuz ve basiretsiz” burjuva siyasetçilerin kötü yönetiminin sonucunda meydana geldiğidir! Tabii bu yanılgının asıl nedeni, burjuva toplumdaki işbölümünün ve bu işbölümüne göre biçimlenmiş olan burjuva kurumların, asıl sınıfsal özneyi gizlemiş olmalarıdır. Gizlenen bu özne, mülk sahibi kapitalistler sınıfının ta kendisidir! Ve işin gerçeğinde, statükoculuk da, liberalizm de, demokrasi ya da demokrasisizlik de doğrudan bu öznenin (kapitalist sınıfın) çıkarlarına göre bir anlam kazanmaktadır. Burada hemen hatırlatalım ki, 12 Eylül darbesinin hazırlanmasında ve gerici faşist yasaların yapılmasında en etkin rolü, finans-kapitalin örgütü TÜSİAD oynamıştır. Ama öte yandan aynı TÜSİAD, 12 Eylül rejimi çözülüp de burjuva parlamenter rejime geçilince, bu kez kamuoyunun karşısına “liberal” ve de “demokrat” giysilerini kuşanarak çıkmıştır. Üstelik bunu, hiç yüzü kızarmadan ve de herkese “demokrasi dersi” vermeye kalkarak yapmıştır. TÜSİAD bunu, Sovyetler Birliği’nin çöktüğü, dünyada güçler dengesinin değiştiği, sosyalizmin görünür bir tehlike olmaktan çıktığı ve dolayısıyla burjuvazinin de devrim korkusunun geçtiği koşullarda yapabilmiştir. Üstelik yeni dünya düzeninde Türk burjuvazisi uluslararası sermayeyle ve özellikle de Avrupa sermayesiyle bütünleşmek üzere yelkenlerini şişirmiştir. Artık ordunun vesayeti altında işleyecek otoriter-baskıcı bir rejime de ihtiyacı kalmamıştır. Böylece burjuvazi açısından, AB’ye üyelik tartışmalarının sürdüğü yeni bir konjonktür açılmıştır. Dolayısıyla, burjuvazinin örgütü TÜSİAD da temsil ettiği sınıfın çıkarları gereği “demokrat” bir görünüme bürünmüş ve burjuva demokrasisinin genişletilmesinden yana bir tavır sergilemeye başlamıştır. İşte Avrupa Birliği’ne uyum sürecinde TÜSİAD’ın herkese “demokrasi dersi” vermeye kalkışması da bundandır!

Kıssadan hisse

Demokrasi konusunda burjuvazinin manevraları ve göz boyama çabaları bugün hangi düzeye gelmiş olursa olsun, proleter sosyalistler şu tarihsel gerçekliği asla unutmayacak ve göz ardı etmeyeceklerdir: Burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlemesinin otomatik olarak işçi ve emekçi sınıflara yarayacağını ve onların mücadelesini yükselteceğini sanmak, gerçekleri görmeyi engelleyen tehlikeli bir iyimserliktir. Tarihsel deneyimler göstermiştir ki, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyi henüz geriyse ve buna bağlı olarak işçilerin sınıf mücadelesine aktif katılım düzeyi düşükse, bu durumda burjuva demokrasisinin sınırlarının genişlemesinden yararlanan gene burjuvazinin siyasal partileri olmaktadır. Çünkü böylesi durumlarda, çok daha örgütlü ve donanımlı olan liberal ya da sosyal reformist açılımlı burjuva partiler, demagojik söylem ve propagandalarla kendilerini emekçi kitlelere demokrasinin, hak ve özgürlüklerin savunucusu olarak yutturabilmekte ve türlü vaatlerle onları kendi peşlerine takabilmektedirler. Öte yandan işçi sınıfının siyasal bilincinin ve siyasal örgütlülüğünün genel olarak zayıf olduğu dönemlerde, tamamen denetimsiz kalan sendikal bürokrasi de çok daha rahat bir şekilde sınıf uzlaşmacı bir davranış içine girebilmekte ve işçi sınıfını burjuva partilerin kuyruğuna takabilmektedir. Burjuva reformist düşüncelerin ve burjuva siyasetlerin işçi hareketi içindeki taşıyıcıları olan sınıf uzlaşmacı sendika bürokratları, çeşitli taktikler uygulayarak işçi sınıfının mücadele ruhunu da köreltebilmektedirler. Bu durumdan yararlanan son tahlilde gene burjuvazi olmaktadır. Yıllardan beri süregelen gerçeklik bu iken, bu gerçekliğin örgütsüz emekçi kitleler tarafından kendiliğinden görülüp kavranması da ne yazık ki mümkün olmamaktadır ve olamaz da! Nitekim bu konuda çok yakın bir örnek gözlerimizin önünde cereyan etmektedir. Örgütsüz ve bilinçsiz emekçi kitlelerin yanılgısını ve aldatılmışlığını gözler önüne seren en yakın ve en çarpıcı örnek, AKP gibi has bir sermaye partisine emekçi kitlelerin gösterdiği büyük teveccüh ve 2007 milletvekili genel seçimlerinde bu partiye verdikleri büyük destektir. Oysa iktidarda bulunduğu beş yıl boyunca bu parti, emperyalist sermayenin dayattığı dizginsiz bir sömürü politikası olan neo-liberal iktisat politikalarının en sıkı uygulayıcısı olmuş ve bu uygulamalarıyla da tercihinin yerli ve yabancı büyük sermayeden yana olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Bu açık tercihine rağmen, AKP’nin gene de emekçi kitlelerin büyük çoğunluğu tarafından destekleniyor olması, yukarıda sözünü ettiğimiz emekçi kitlelerin örgütsüzlüğünün ve bilinç bulanıklığının somut bir göstergesidir. AKP, genel olarak büyük sermayenin lehine ve emekçi kitlelerin aleyhine olan ekonomik ve sosyal uygulamalarına karşın, iktidara geldiğinden bu yana yürüttüğü sistemli propaganda çalışmalarıyla kendini emekçi kitlelere “demokrasinin ve özgürlüklerin gerçek savunucusu”, “çalışanların, dar gelirlilerin, yoksulların dostu” bir parti olarak sunmasını bilmiş ve onların açık desteğini kazanmıştır. İktidara geldiği ilk günden beri, yerli ve yabancı büyük sermayenin has partisi olma yolunda hızla ilerleyen AKP’nin bu süreci kısa zamanda tamamladığı ve hem ulusal hem de uluslararası büyük sermayeyle sıkı organik bağlar içine girdiği bugün artık bir sır değildir. Fakat buna rağmen, pek çok işçi ve emekçi AKP’nin bu yüzünü hâlâ tam olarak görebilmiş değildir. Dinsel duyarlılığı ve popülist söylemleri yüzünden bu partiyi hâlâ kendine yakın hissetmekte ve onun demagojik vaatlerine hâlâ kanabilmektedir! Ama “yalancının mumu yatsıya kadar yanar” özdeyişinin günümüzde de geçerliliğini koruduğu hiç unutulmamalı! Türkiye gibi çelişkilerle ve sorunlarla yüklü bir ülkede, iktidar sahipleri yalanlara dayalı politikalarıyla ancak bir yere kadar halkı aldatıp yönlendirebilirler. Nitekim AKP’den önce de burjuva partiler, demagojik söylemlerle ve kandırıcı vaatlerle emekçi kitlelerinin desteğini bir süreliğine sağlayabilmişlerse de, verdikleri sözleri tutmadıkları ve emekçi halkın canını yakan sorunlara bir çözüm getiremedikleri için, kitleler nezdinde güvenilirliklerini çok çabuk yitirmişlerdir. Cumhuriyet dönemini kapsayan 85 yıllık zaman dilimi, genel olarak otoriter bir burjuva devlet yapısının hüküm sürdüğü ve burjuvazinin kendi olağan siyasal rejimini doğru dürüst işletemediği bir tarihsel dönem olmuştur. Sözümona anlı şanlı bir burjuva devrimiyle kurulduğu iddia edilen burjuva cumhuriyet rejiminde ne burjuva demokratik devrimin gerekleri doğru dürüst yerine getirilebilmiş, ne de toplumsal ilerlemenin önündeki tarihsel engeller ve sorunlar ortadan kaldırılabilmiştir. Tam tersine, anti-demokratik uygulamalarını yıllardan beri sürdüregelen burjuva devlet, her konudaki statükocu tutumuyla toplumsal ilerlemenin önünde bizzat kendisi bir engel oluşturmuştur. Peki ama, kendini “Batılı”, “modern”, “demokratik”, “çağdaş” bir devlet olarak tanımlamaktan pek hoşlanan bu burjuva devlet (TC), Batı’dakine benzer tarzda “burjuva demokratik” açılımlar yapmaktan neden hep kaçınmıştır? Bizce bu kaçışın tarihten gelen temel bir nedeni var: Despotik Osmanlı devletinin mirasçısı olan bu otoriter burjuva devletin (TC) gerçekte kendine hiç mi hiç güveni yoktur! Kendine olan bu güvensizliği nedeniyledir ki, yıllar yılı kendi demokrasisini (burjuva demokrasisini) bile doğru dürüst işletme cesaretini gösterememiştir. Çünkü bu “modern” burjuva devlette de bürokrasinin mantığı, gene o eski Osmanlı bürokrasisinin mantığı gibi işlemiştir hep. Bugünkü “modern” bürokrasinin Osmanlı’dan miras olarak devraldığı “devlet anlayışı”, kapitalist gelişmeye rağmen çok fazla bir değişim geçirmeden yerli yerinde kalmıştır. Bu devlet anlayışının temelini oluşturan geleneksel düşünce tarzı şudur: Eğer burjuva demokrasisi Batı’daki gibi normal işler de demokratik hak ve özgürlükler genişlerse, hem işçi sınıfı daha hızlı bir şekilde siyasal sınıf bilincine ulaşır ve örgütlenerek iktidar mücadelesine atılır, hem de Kürt halkı kendi ulusal kimlik bilincine daha çabuk kavuşarak ulusal demokratik taleplerle ileri atılabilir! Ve bu durumda “son Türk devletinin bekası” tehlikeye girer! İşte bu topraklarda statükocu burjuva güçlere yıllarca korkulu rüyalar gördüren ve son tahlilde onları baskıcı, kıyıcı, acımasız bir devlet var etmeye iten asıl nedenler bunlardır. Statükocu burjuva devlet güçleri, bu tarihsel korkularının bir sonucu olarak, bir yandan işçi ve emekçi sınıfların mücadelesini bastıracak yöntemleri ve anti-demokratik yasaları kalıcı hale getirirken, diğer yandan da Kürt halkının ulusal kimliğine ve demokratik haklarına kavuşmasını engellemek için, şiddete dayalı, saldırgan, inkârcı ve imhacı uygulamaları resmi devlet politikası haline getirmişlerdir. Fakat burjuva devletin yıllardan beri süregelen yalana, inkâra, baskı ve şiddete dayalı bu kadim politikaları, ne sorunları ortadan kaldırabilmiş ne de tarihsel gerçekleri buharlaştırabilmiştir. Tam tersine, gerçekler daha da direngenleşirken, sorunlar daha da ağırlaşıp kangrenleşmiştir. Bugün artık bu sorunlar, baskıcı yöntemlerle daha fazla bastırılamaz ve daha fazla ertelenemez bir hale gelmiştir. Toplumsal ilerlemenin önünde gerçek bir engel teşkil eden bu sorunlar, mutlaka çözülmeyi beklemektedir. Dolayısıyla, bu sorunları çözmeyen ya da çözümüne engel olan burjuva partilerin bizzat kendilerinin çözüleceğinden hiç kuşkumuz olmasın. Bu bağlamda, AKP’yi bekleyen akıbetin de bundan başka bir şey olmayacağını söylemek bir kehanet olmayacak.

30 Mayıs 2009
Osmanlı ve TC Tarihi
Share

Source URL:https://en.marksist.net/node/1701