Bu broşürde, Lev Troçki'nin ulusal sorun üzerine kaleme aldığı kimi yazıları ve konuşmaları bulacaksınız. Çeviri Tarihi: Mart 1995
Attachment | Size |
---|---|
ulusal.pdf | 477.07 KB |
4 Temmuz 1921’de yapılan Altıncı Oturumda oybirliğiyle kabul edilmiştir.
4 Temmuz 1921
[Parça]
26. Kapitalizmin Doğu’daki, özellikle de Hindistan ve Çin’deki şiddetli gelişimi devrimci mücadele için yeni toplumsal temeller yaratmıştır. Bu ülkelerin burjuvazisi, özellikle onun kapitalist çekirdeği, yabancı sermaye ile daha sıkı bağlı hale gelmiştir; ve bu burjuvazi yabancı hakimiyetinin temel bir aracını oluşturmaktadır. Onun yabancı emperyalizme karşı mücadelesi –daha zayıf bir rakibin mücadelesi– doğası gereği yalnızca yarı-gönüllü ve yarı-hayali bir mücadeledir. Yerli proletaryanın gelişimi sömürge burjuvazisinin devrimci-milliyetçi eğilimlerini felçleştirmektedir. Ama buna mukabil, milyonlarca köylü kitlesi bilinçli Komünist öncünün şahsında gerçek bir devrimci önderlik kazanmaktadır.
Yabancı emperyalizmin askeri-ulusal baskısının ve yabancı ve yerli burjuvazinin sömürüsünün, feodal köleliğin artıklarıyla birleşmesi, sömürge proletaryasının süratle gelişeceği ve köylü kitlelerin muazzam devrimci hareketinin başında yerini alacağı elverişli koşullar yaratmaktadır.
Hindistan’da ve diğer sömürgelerdeki devrimci halk hareketleri, bugün eski ve yeni dünyanın kapitalist ülkelerindeki proletarya ayaklanması kadar dünya emekçi devriminin entegre bir parçasıdır.
5 Aralık 1922 [Parça] 9. Parti, Fransız emperyalizmi tarafından sömürülen ve ezilen sömürge halklarının davasını kendi davası olarak görmelidir. Yabancı sermayenin boyunduruğundan kurtuluşları yolunda bir aşama oluşturan ulusal taleplerini desteklemelidir. Özerklik ve bağımsızlık haklarını kayıtsız şartsız savunmalıdır. Yerlilerin politik ve sendikal özgürlükleri için koşulsuz bir savaşım ve yerlilerin zorla askere alınmasına karşı, yerli askerlerin talepleri için savaşım; bu savaşım partinin acil görevidir. Parti, yerlilerin haklarını sınırlamaktan yana olan bazı işçi sınıfı unsurları arasında bile varolan her gerici eğilimle amansızca savaşmalıdır. Sömürgelerdeki parti çalışmasını gerçekleştirmek üzere, Merkez Komitesine bağlı özel bir organ oluşturulmalıdır.
[28 Aralık 1922’de, partili olmayan delegelerin de katılımıyla gerçekleşen Onuncu Tüm Sovyetler Birleşik Kongresinin Komünist Fraksiyonunun toplantısında sunulmuştur.]
28 Aralık 1922
Yoldaşlar,
Benden, Komünist Enternasyonal’in son Dünya Kongresi üzerine bir rapor hazırlamam ricasında bulundunuz. Bundan, benden istediğiniz şeyin, son Kongrenin çalışmalarına ilişkin bir değerlendirme olmadığı (çünkü bu durumda, bir raporu dinlemektense, oturumların tutanaklarına dönmek, halihazırda basılı bulunan bültenlere göz atmak daha uygun olurdu) sonucunu çıkarıyorum. Anladığım kadarıyla görevim, sizlere, devrimci hareketin genel durumunun, bu olgular ışığında devrimci hareketin perspektiflerinin ve Dördüncü Dünya Kongresinde yüz yüze geldiğimiz sorunların bir değerlendirmesini sunmaya çalışmaktır.
Doğal olarak bu, uluslararası devrimci hareketin durumu ile az ya da çok bir benzerliği önceden varsayıyor. İzninizi rica ederek şunu da parantez içinde belirtmek istiyorum; basınımız ne yazık ki bizi, Sovyet inşamızla, ekonomik yaşantımıza ilişkin olgularla olduğu kadar, dünya işçi hareketinin, özellikle de komünist hareketin olguları ile bilgilendirmek için yapması gerekenlerden çok uzaktır. Bugün bunlar bize göre, eşit önemdeki şeylerin ifadeleridir. Bana gelince, (alışkanlıklarımın tersine) basınımızın, her gün dersler, vaazlar ve (bunlara yalnızca zaman zaman gereksinimimiz olduğundan) genellemeler yapmaksızın, yalnızca her Komünist Partinin iç yaşamından olgular ve materyaller sunarak, partimize devrimci mücadele alanında olup bitenlerin tam, somut ve kesin bir tasvirini vermek için elimizin altındaki istisnai olanaklardan yararlanmasını sağlamak amacıyla gerilla eylemlerine başvurmak zorunda kaldım.
Bu noktada, parti kamuoyunun, editörleri yabancı gazeteleri okuyan ve bu basın temelinde zaman zaman genellemeler ileri süren, ancak fiilen olgusal bir materyal sunmayan basınımız üzerinde baskı yapması gerektiği kanısındayım. Ancak burada toplanan, Sovyet Kongresi ve dolayısıyla hayli nitelikli parti unsurları olduğundan, raporumun amacı doğrultusunda komünist partilerin ve işçi hareketi içinde halen elle tutulur bir etkiye sahip diğer partilerin güncel koşullarına ilişkin genel bir hatırlatma yapacağım. Görevim, yeni olgulardan, özellikle de Komintern’in Dördüncü Kongresinin bizlere sağladığı olgulardan yola çıkarak, proleter devrimin gelişim temposu ve durumu hakkındaki görüşlerimizin, genel kriterlerimizin doğruluğunu kanıtlamaktır.
Yoldaşlar, en başından söylemek isterim, eğer amacımız şaşırmamak ve perspektiflerimizi kaybetmemek ise, o zaman işçi hareketini ve bunun devrimci olanaklarını değerlendirirken şunu aklımızda tutmalıyız ki; aralarında bağlantı olmasına rağmen birbirlerinden tamamen farklılaşan üç büyük alan mevcuttur. İlki Avrupa; ikincisi Amerika; ve üçüncüsü sömürge ülkeler yani birincil olarak Afrika ve Asya. Dünya işçi hareketini bu üç alanın kavramlarıyla çözümleme gereksinimi, bizim devrimci kriterlerimizin doğasından kaynaklanıyor.
Marksizm bize şunu öğretiyor; proleter devrimin olanaklı olması için, şematik konuşacak olursak, üç öncül ya da koşulun olması bir zorunluluktur. İlk öncül üretim koşullarıdır. Üretim tekniği, kapitalizmin yerine sosyalizmin geçmesinden ekonomik kazanımlar sağlanacağı bir noktaya gelmiş olmalıdır. İkinci olarak, bu değişimi gerçekleştirmeye niyeti ve yeterli gücü olan bir sınıfın, yani sayıca gerekli büyüklükte olan ve bu değişimi başlatmak için ekonomide yeteri kadar önemli bir rol oynayan bir sınıfın olması gerekir. Buradaki referansımız şüphesiz işçi sınıfıdır. Ve üçüncü olarak, bu sınıf devrimi gerçekleştirmek için hazırlanmış olmalıdır. Bunu gerçekleştirmek için gerekli isteğe sahip olmalı, yeterince örgütlenmiş olmalı ve bunu gerçekleştirebilecek bilinçte olmalıdır. Bu noktada, proleter devrimin öznel öncülleri ve öznel faktörler olarak adlandırılan alana geçiyoruz. Eğer sözü edilen üç alana bu üç kriterle –üretimsel-teknolojik, sosyal-sınıfsal ve öznel-politik– yaklaşacak olursak, bu alanlar arasındaki farklılık çarpıcı biçimde gözle görülür hale gelecektir. Şüphesiz, insanlığın sosyalizme hazır oluşu sorununa, bugün yaptığımızdan çok daha soyut olarak üretimsel-teknolojik bakış açısından bakmaya alışık olduğumuz doğrudur. Eski kitaplarımıza ve hatta şu an daha eskimemiş olanlara dahi bakarsanız, kapitalizmin, 15 veya 20, 25 ya da 30 yıl önce çoktan ömrünü tamamladığı yolunda bütünüyle doğru bir değerlendirme bulursunuz.
Bununla anlatılmak istenen şey neydi? Şu: 25 yıl hatta daha uzun bir süre önce, kapitalist üretim tarzının yerini sosyalist üretim tarzının alması daha o zamanlar nesnel kazanımlar sunuyordu, yani insanlık kapitalizmde ürettiğinden daha fazlasını sosyalizmde üretebilirdi. Fakat 25-30 yıl önce bu halen, üretici güçlerin artık kapitalizm altında gelişme yeteneğinde olmadığı anlamına gelmiyordu. Biliyoruz ki dünyanın her tarafında, özellikle günümüze kadar karşılaştırmalı olarak dünyadaki önde gelen ekonomik ve mali rolü oynayan Avrupa’da, üretici güçler büyümeye devam etti. Ve şu an Avrupa’da üretici güçlerin büyümeye o ana kadar devam ettiği yılı saptayabiliyoruz: 1913 yılı. Bu şu anlama gelir; o yıla kadar kapitalizm üretici güçlerin gelişmesinin önüne mutlak değil göreli bir engel koydu. Teknolojik anlamda, Avrupa 1894’den 1913’e kadar eşi görülmemiş bir hızla ve güçle gelişti, daha açık söyleyelim, Avrupa emperyalist savaşı önceleyen 20 yıl boyunca ekonomik olarak zenginleşti. 1913’ten başlayarak –bunu olumlu anlamıyla söyleyebiliriz– kapitalizmin, onun üretici güçlerinin gelişimi, savaşın patlak vermesinden bir yıl önce bocalama noktasına geldi, çünkü üretici güçler, kapitalist mülkiyetin ve mülk edinmenin kapitalist biçiminin koyduğu sınırlara karşı hızla ilerlemişlerdi. Pazar bölünmüş, rekabet en şiddetli ölçüye ulaşmıştı ve bundan böyle kapitalist ülkeler, birbirlerini pazardan yalnızca mekanik araçlarla bertaraf etmenin yollarını arayabilirlerdi.
Avrupa’da üretici güçlerin gelişimine dur diyen savaş değildir, savaşın kendisi, kapitalist egemenlik koşulları altında Avrupa’da üretici güçlerin daha fazla gelişmesinin olanaksızlığından çıkmıştır. 1913 yılı, Avrupa ekonomisinin evrimindeki büyük bir dönemeç noktasına işaret eder. Savaş, yalnızca, kapitalizm koşullarında daha fazla ekonomik gelişimin tamamıyla olanaksız olmasından doğan krizi derinleştirici ve keskinleştirici bir biçimde davrandı. Bu bir bütün olarak Avrupa’da yaşandı. Sonuç olarak, eğer 1913’ten önce sosyalizmin kapitalizmden daha avantajlı olduğunu söylemekte şartlı olarak haklıysak, bundan, 1913’ten beri, sosyalizm biricik ekonomik kurtuluş olanağını sunarken kapitalizmin çoktandır Avrupa’nın parçalanması ve mutlak bir tıkanıklık durumu anlamına geldiği sonucu çıkar. Bu, proleter devriminin ilk öncülüne göre görüşlerimizi daha da kesinleştirir.
İkinci öncül, işçi sınıfıdır. İktidarı elde edebilmek ve toplumu yeniden inşa edebilmek için ekonomik anlamda yeterince güçlü bir hale gelmelidir. Bu koşul bugün sağlanmış mıdır? Rus devrimimizin deneyiminden sonra bu sorunu ileri sürmek artık mümkün değildir, çünkü Ekim Devrimi bizim geri ülkemizde olmuştur. Ancak geçtiğimiz yıllarda, proletaryanın toplumsal gücünü dünya ölçeğinde az çok yeni bir yoldan ve çok daha kesin ve somut olarak değerlendirmeyi öğrendik. İktidarı almadan önce proletaryanın, nüfusun yüzde 75 ya da 90’ını oluşturmasını talep eden bu naif, sahte-Marksist görüşler tamamen çocukça görünüyorlar. Nüfusun çoğunluğunu köylülüğün oluşturduğu ülkelerde bile proletarya, iktidarın fethini başarabilmek için köylülüğe ulaşmanın yollarını bulabilir ve bulmalıdır. Bize kesin olarak yabancı olan şey, köylülüğe ilişkin her türden reformist oportünizmdir. Aynı zamanda, dogmatizm de bize daha az yabancı değildir. Tüm ülkelerdeki işçi sınıfı, köylü kitlelere, ezilen uluslara ve sömürge halklara giden bir yol bulunabilmesini sağlayacak ve bu şekilde çoğunluğu garantiye alabilecek derecede yeterince büyük bir ekonomik ve toplumsal rol oynamaktadır. Rus devrimi deneyiminden sonra, bu, bir spekülâsyon, bir hipotez, bir indirgeme değil, su götürmez bir gerçektir.
Ve son olarak üçüncü gereklilik: İşçi sınıfı altüst oluşa hazır olmalı ve bunu gerçekleştirme yeteneğinde olmalıdır. İşçi sınıfı yalnızca bunun için yeterince güçlü olmak zorunda değildir, aynı zamanda gücünün bilincinde olmalı ve bu gücünü kullanabilmelidir. Bugün onun öğelerini ayrıştırabiliriz ve ayrıştırmalıyız, bu öznel faktöre daha kesin bir biçimde eğilmeliyiz. Savaş sonrası yıllar boyunca, Avrupa’nın politik yaşamında gözledik ki, işçi sınıfı altüst oluşa hazırdır, öznel bir gayret anlamında hazırdır, azmi, ruhsal durumu, özverisi anlamında hazırdır, ancak hâlâ gerekli örgütsel liderlikten yoksundur. Sonuç olarak, sınıfın ruh hali ve örgütsel bilinçliliği her zaman çakışmıyor. Bizim devrimimiz, tarihsel faktörlerin istisnai bir bileşimi sayesinde, geri kalmış ülkemize, köylü kitleleri ile doğrudan bir ittifak içinde, iktidarın işçi sınıfının ellerine geçmesi fırsatını verdi. Partinin rolü hepimizin gözünde tümüyle açıktı ve bereket versin, bugün bu rol Batı Avrupa komünist partileri için de yeterince açıktır. Partinin rolünü dikkate almamak, devrimin katıksız nesnelliği ve otomatikman hazırlanışının muhtelif çeşitlerini koşul olarak getiren ve böylece devrimi belirsiz bir geleceğe havale eden sahte-Marksist nesnelciliğe düşmektir. Böylesi bir otomatizm bize yabancıdır. Bu, Menşevik, Sosyal demokrat bir dünya görüşüdür. İşçi sınıfının devrimci partisinin sunduğu bilinç faktörünün, öznel faktörün devasa rolünü kavramayı biliyoruz, bunu pratikte öğrendik ve diğerlerine öğretiyoruz.
Partimiz olmaksızın 1917 devrimi şüphesiz gerçekleşemezdi ve ülkemizin bütün kaderi tamamıyla farklı olurdu. Bir sömürge ülkesi olarak ot gibi yaşamak üzere bir kenara fırlatılır, dünyanın emperyalist güçleri tarafından yağmalanır ve bölüşülürdük. Bunun gerçekleşmeyişi, işçi sınıfımızın emsalsiz bir kılıçla, Komünist Partimizle silahlanmış oluşuyla tarihsel olarak garantilenmiştir. Savaş sonrası Avrupa’da bu gerçekleşmedi.
Üç gerekli öncülden ikisi hâlâ mevcuttur. Savaştan çok önceleri, sosyalizmin göreli üstünlükleri ve 1913’ten bu yana ve dahası savaştan sonra, sosyalizmin mutlak gerekliliği kanıtlanmıştı. Sosyalizmin başarısızlığı Avrupa’yı ekonomik olarak parçalamakta ve çürütmektedir. Bu bir olgudur. Avrupa’daki işçi sınıfı artık büyümeye devam edemez. Avrupa’nın kaderi, onun sınıf kaderi, ekonominin gelişimine paralel gitmekte ve bu gelişmeye denk düşmektedir. Avrupa ekonomisi, kaçınılmaz dalgalanmalarla, durgunluğa ve hatta parçalanmaya uğradığı ölçüde, toplumsal olarak gelişmesi sekteye uğrayan bir sınıf olarak işçi sınıfının sayısal artışı o ölçüde son bulur ve işsizlikten, yedek emek ordusunun korkunç kabarışından o ölçüde zarar görür. Savaş, işçi sınıfını devrimci anlamda tepeden tırnağa canlandırdı. İşçi sınıfı, toplumsal ağırlığından ötürü, savaştan önce devrimi gerçekleştirme yeteneğinde miydi? Neden yoksundu? Kendi gücünün bilincinden yoksundu. Gücü, Avrupa’da neredeyse alttan alta, sanayinin büyümesi ile birlikte otomatik olarak artmıştı. Savaş işçi sınıfını sarstı. Bu korkunç ve kanlı kargaşa nedeniyle, Avrupa’nın tüm işçi sınıfını, savaşın bitmesinin hemen ardından devrimci bir ruh hali sarıp sarmaladı. Sonuç olarak, öznel faktörlerden biri, bu dünyayı değiştirme isteği, halihazırda mevcuttu. Olmayan şey neydi? Parti; işçi sınıfının zafere ulaşmasında ona önderlik edebilme yeteneğindeki bir parti.
Şimdi ülkemizde ve dışarıda devrim olaylarının nasıl geliştiğine bir bakalım. 1917’de Rusya’da Şubat-Mart devrimini yaşadık ve dokuz ay sonra da Ekimi. Devrimci parti işçi sınıfına ve yoksul köylülüğe zaferi garantiliyordu. 1918’de Almanya’da devrim; tepedeki değişimlerin eşliğinde işçi sınıfı ileri atılmaya çabaladı ve tekrar tekrar püskürtüldü. Almanya’daki proleter devrim zafere yol açmadı. 1919’da Macar devriminin patlak verişi: Dayandığı zemin çok dardı ve parti çok zayıftı. Devrim 1919’da birkaç ay içinde ezildi. 1920 ile birlikte durum çoktan değişmişti ve halen çok daha keskin olarak değişmeye devam ediyor.
Fransa’daki tarihi gün; 1 Mayıs 1920. Bu gün, burjuvazi ve proletarya arasındaki güç dengelerinde gerçekleşen keskin bir dönüm noktasına işaret ediyor. Fransız proletaryası bütünüyle devrimci bir ruh hali içindeydi, ancak zaferi çok hafife almıştı. Bu devrimci ruh, kapitalizmin önceki barışçıl ve organik gelişimi döneminde olgunlaşan örgütler ve parti tarafından yatıştırıldı. 1 Mayıs 1920’de Fransız proletaryası genel grev ilân etti. Bu, onun Fransız burjuvazisiyle ilk büyük çatışması olmalıydı.
Tüm burjuva Fransa titredi. Siperlerden henüz çıkmış olan proletarya Fransa’nın yüreğine korku saldı. Fakat eski Sosyalist Parti, devrimci işçi sınıfına karşı koymayı göze alamayan ve genel grev çağrısı yayınlayan eski Sosyal Demokratlar, aynı zamanda onu boşa çıkarmak için ellerinden geleni yaptılar; öte yandan, devrimci unsurlar, Komünistler, çok zayıf, çok dağınık ve çok deneyimsizdiler. 1 Mayıs grevi başarısızlığa uğradı. Ve eğer 1920’nin Fransız gazetelerini gözden geçirirseniz, başyazı ve makalelerde burjuvazinin direncinde çabuk ve kesin bir iyileşmenin olduğunu görürsünüz. Burjuvazi kendi kararlılığını duyumsar duyumsamaz, devlet aygıtını kendi ellerinde topladı ve devrim tehdidine ve proletaryanın taleplerine gittikçe azalan bir ilgi göstermeye başladı.
Aynı yıl, 1920 Ağustosunda, daha yakınlarımızda, güç dengesinde devrim lehine olmayan bir değişikliğe neden olan bir olay yaşadık. Bu, Varşova önlerindeki yenilgimizdi. Ki uluslararası açıdan bu yenilgi, işçi sınıfının çoğunluğunun güvenine sahip olan güçlü bir devrimci partinin olmayışından ötürü, o dönemde Almanya ve Polonya’daki devrimci hareketlerin zafer kazanma yeteneğinde olmamasıyla sıkı sıkıya bağlı bir yenilgidir.
Bir ay sonra, Eylül 1920’de İtalya’da büyük harekete tanık olduk. Tam olarak 1920 sonbaharında İtalyan proletaryası savaş sonrasında huzursuzluğunun en üst noktasına ulaştı. İmalâthaneler, atölye ve işletmeler, demiryolları ve madenler ele geçirildi. Devlet altüst edildi, burjuvazi fiilen yere serildi, belkemiği neredeyse kırılmıştı. Öyle görülüyordu ki, yalnızca bir adım daha ileri atılması gerekiyordu ve İtalyan işçi sınıfı iktidarı fethedecekti. Fakat o anda, parti, önceki dönemde ortaya çıkan aynı Sosyalist Parti, biçimsel olarak Üçüncü Enternasyonal’e katılmış olmasına rağmen ruhu ve kökleri hâlâ önceki dönemde, yani İkinci Enternasyonal’de yatan bu parti, iktidarın ele geçirilişinden ve iç savaştan duyduğu korkuyla geri çekilerek işçi sınıfını açıkta bıraktı. Burjuvazinin en kararlı kanadı, faşizm kılığına, polis ve orduda hâlâ güçlü kalan ne varsa onların kılığına bürünerek, proletarya üzerine saldırı başlattı. Proletarya paramparça oldu.
Proletaryanın Eylüldeki yenilgisinden sonra, İtalya’da güç dengelerinde çok daha şiddetli bir kayma gözlüyoruz. Burjuvazi kendisine şunu söylüyordu: “İşte sen böyle bir adamsın. Proletaryayı ileri sürersin ama iktidarı alma ruhundan yoksunsun.” Ve faşist müfrezeleri öne itti.
Birkaç ay içinde, 1921 Martıyla birlikte, Almanya’nın yaşamındaki son zamanların en önemli olayına tanıklık ettik, ünlü Mart olaylarına. Burada sınıf ile parti arasında taban tabana zıt yönde gelişen bir denk düşmeme durumuyla karşı karşıyayız. İtalya’da, Eylülde, işçi sınıfı kavganın en önünde gidiyordu. Parti korkuyla geri çekilmişti. Almanya’da işçi sınıfı kavganın en önünde gitmişti. 1918’de, 1919 ve 1920 boyunca savaşmıştı. Fakat çabaları ve fedakârlıkları zaferle taçlandırılmadı, çünkü başında yeterince güçlü, deneyimli ve kaynaşmış bir parti yoktu. Bunun yerine başında, savaş döneminden sonra ikinci kez burjuvazinin koruyuculuğunu yapan bir başka parti vardı. Ve şimdi 1921’de Alman Komünist Partisi, burjuvazinin, konumunu nasıl güçlendirdiğini görerek, burjuvazinin yolunu bir saldırıyla, bir yumrukla kesmek için kahramanca bir girişimde bulunmak istedi ve ileri atıldı. Fakat işçi sınıfı onu desteklemedi. Niçin? Çünkü işçi sınıfı henüz partiye güvenmeyi öğrenmemişti. İç savaşta yaşadığı deneyim ona 1919-1920 döneminde yalnızca yenilgi getirirken, henüz bu partiyi tam olarak tanımıyordu.
Ve böylece Mart 1921’de Komünist Enternasyonal’i şunu söylemeye iten bir durum ortaya çıktı: Partilerle sınıflar arasındaki ilişki, Avrupa’nın tüm ülkelerindeki Komünist Partilerle işçi sınıfı arasındaki ilişki, doğrudan bir saldırı için, iktidarın alınması doğrultusunda doğrudan mücadele vermek için hâlâ olgun değildir. Komünist safların iki anlamda özenli bir eğitimiyle ilerlemek gereklidir: İlkin, bu safları birleştirmek ve çelikleştirmek anlamında ve ikincisi, işçi sınıfının ezici bir çoğunluğunun güvenini kazanma anlamında. Bu, Almanya’daki Mart olayları tazeliğini hâlâ korurken Üçüncü Enternasyonal tarafından geliştirilen bir slogandı.
Ve devamında yoldaşlar, Mart ayından sonra, 1921’in başından sonra ve 1922 boyunca yüzeysel de olsa, Avrupa’daki burjuva hükümetlerin güçlenmesi sürecini, aşırı sağ kanadın güçlenmesini gözlemledik. Fransa’da Poincaré önderliğindeki Ulusal Blok halen iktidardadır. Fakat Poincaré Fransa’da, yani Ulusal Blok içinde, bir “solcu” olarak düşünülüyor ve kararan ufukta Tardieu’nun daha gerici, daha emperyalist yeni bir kabinesi görülüyor. İngiltere’de Lloyd George’un, pasifist vaazlar ve atasözleri stokuyla, bu emperyalistin hükümeti, yerini Bonar Law’un tamamıyla muhafazakâr, açıkça emperyalist kabinesine bırakmıştır. Almanya’da koalisyon hükümeti, yani Sosyal Demokratların karıştığı hükümet, yerini, Kuno’nun bariz burjuva hükümetine bırakmıştı ve son olarak İtalya’da iktidarın Mussolini tarafından alınışını görüyoruz, karşı-devrimci yumruğun çıplak yönetimi. Ekonomik alanda, kapitalizm proletaryaya saldırı halindedir. Avrupa’nın tüm ülkelerinde işçiler, daha dün sahip oldukları ücret düzeylerini ve savaşın son döneminde ya da ondan sonra yasal olarak bu hakkı kazandıkları ülkelerde 8 saatlik işgününü savunmak zorunda kalıyorlar ve her zaman başarıya ulaşmıyorlar. Genel durum budur. Açıkçası, devrimci gelişim, yani 1917 ile başlayan proletaryanın iktidar mücadelesi, tekdüze ve sürekli yükselen bir eğri izlemiyor.
Bu eğride bir kopuş oldu. Yoldaşlar, işçi sınıfının bugün içinden geçmekte olduğu durumu daha açıkça tasvir etmek için bir analojinin yardımına başvurmak yersiz olmayabilir. Analoji –tarihsel karşılaştırma ve yan yana koyma– tehlikeli bir araçtır, çünkü insanlar sık sık bir analojiden verebileceğinden fazlasını çıkarmaya çalışırlar. Ancak belli sınırlar içinde örnekleme amacıyla kullanıldığında, analoji yararlıdır. Devrimimize 1905’te, Rus-Japon Savaşından sonra başladık. Daha o zamanlar olayların mantığı gereğince iktidara doğru sürükleniyorduk. 1905 ve 1906, tıkanıklık ve iki Duma getirdi; 1907, Haziranın 3’ünü ve hükümet darbesini –neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmayan, gericiliğin ilk zaferlerini– getirdi ve devrim geriye yuvarlandı. 1908 ve 1909 zaten gericiliğin kara yıllarıydı ve sonra 1910-1911 ile yalnızca tedricen başlayan bir yükseliş vardı ki, hemen ardından bu da savaşla keşişti. 1917 Martında burjuva demokrasisinin zaferi geldi; Ekimde işçi ve köylülerin zaferi. Bu şekilde –12 yıllık bir zaman aralığıyla ayrılmış– iki kilit noktamız var: 1905 ve 1917. Bu on iki yıl devrimci anlamda kopuk bir eğri sunar; önce gerileyen sonra yükselen.
Uluslararası bağlamda, ilkin ve her şeyden önce Avrupa’ya ilişkin olarak şimdi benzer bir şeyle karşı karşıyayız. 1917 ve 1918’de zafer olasıydı fakat biz onu elde edemedik; temel koşul mevcut değildi, güçlü bir Komünist Parti. Proletarya, kendi Komünist Partisini tuğla tuğla inşa etmeye başlarken burjuvazi, politik ve askeri-polis mevzilerinin büyük bir kısmını yeniden oluşturmayı başardı, ancak ekonomik mevzilerini değil. Başlangıç aşamasında bu Komünist Parti, Almanya’da Mart 1921’de olduğu gibi cüretkâr bir ileri atılımla, kaybolan fırsatları telâfi etmeye girişti ve parmaklarını yaktı. Enternasyonal buradan bir uyarı çıkardı: “İşçileri açık bir devrimci saldırıya çağırmaya kalkışmadan önce işçi sınıfının çoğunluğunun güvenini kazanmak zorundasınız.” Bu, Üçüncü Kongrenin dersi idi. Bir buçuk yıl sonra Dördüncü Dünya Kongresi toplandı.
En genel yaklaşımı ortaya koymak için şunu söylemek gerekiyor; Dördüncü Kongrenin toplandığı dönemde, Enternasyonal’in “Bugün açık saldırı çanları artık çalmıştır” diyebileceği bağlamda bir dönüm noktasına henüz ulaşılmamıştır. Dördüncü Kongre, Üçüncü Kongrenin çalışmalarını geliştirdi, derinleştirdi, doğruladı, daha da kesinleşmesine hizmet etti ve bu çalışmanın temel olarak doğru olduğu konusunda fikir birliğine varıldı.
1908-09’da, zamanın çok daha dar bir arenasında, Rusya’da işçi sınıfında egemen olan ruh hali anlamında –sonraki muzaffer Stolypinizm ve Rasputinizm anlamında olduğu kadar, işçi sınıfının ileri saflarının parçalanışı anlamında da– devrimci dalganın en geri düzeye çekilişini yaşadığımızı söylemiştim. Geriye illegal bir çekirdek olarak kalan şey, bir bütün olarak işçi sınıfıyla karşılaştırıldığında korkunç ölçüde küçüktü. En iyi unsurlar cezaevlerinde, kamplarda, kürek cezasında ya da sürgündeydi. 1908-09, devrimci hareketin en düşük noktasıydı. Sonra tedrici bir yükseliş geldi. Geçtiğimiz iki yıl ve kısmen bugün için doğrudur ki, su götürmez bir şekilde 1908 ve 1909’a benzer bir dönemden, yani doğrudan ve açık devrimci mücadelenin en düşük noktasından geçmekteyiz.
Başka bir benzerlik daha var. 3 Haziran 1907’de karşı-devrim, ülkede neredeyse hiçbir direnişle karşılaşmadan parlamenter arenada bir zafer (Stolypin’in darbesi) kazandı. Ve 1907’nin sonlarına doğru bir başka korkunç darbe geldi; sınai kriz. Bu işçi sınıfı üzerinde ne gibi etkilere yol açtı? İşçileri mücadeleye sürükledi mi? Hayır. 1905’te, 1906’da ve 1907’nin ilk yarısında işçi sınıfı zaten enerjisini ve en iyi unsurlarını açık mücadeleye sunmuştu. Yenilgiye uğradı ve hemen yenilginin ardından –proletaryanın ekonomik ve üretici rolünü zayıflatan, konumunu daha da kararsızlaştıran– ticari-sınai kriz geldi. Bu kriz proletaryayı hem politik hem de devrimci anlamda zayıflattı. Ancak 1909-10’da başlayan ve işçileri fabrika ve işletmelerde tekrar birleştiren ticari ve sınai yükseliş, işçilere tekrar güven aşıladı, partimize büyük bir destek zemini oluşturdu ve devrime ileri doğru bir itilim verdi.
Bu noktada da belli bir analoji kurabileceğimizi söylüyorum. 1921 baharında proletarya, Fransa’da 1 Mayıs 1920; İtalya’da Eylül 1920, Almanya’da 1919 ve 1920 boyunca ve özellikle 1921’in Mart günlerindeki yenilgilere uğradı. Fakat tam da bu anda, 1921 baharında, Amerika ve Japonya’da korkunç bir ticari kriz patlak verdi ve 1921’in geri kalan kısmında Avrupa’ya sıçradı. İşsizlik, duyulmamış oranlarda gelişti, özellikle sizin de bildiğiniz gibi İngiltere’de. Proletaryanın konumunun sağlamlığı, kayıplar ve çoktan beri katlandığı hayal kırıklıklarından sonra daha da aşağıya düştü. Bu, işçi sınıfını güçlendirmedi, tersine verili kriz koşullarında daha da zayıflattı. Bu yıl boyunca ve geçen yılın sonundan itibaren belli bir sınai canlanışın işaretleri mevcuttu. Avrupa’da küçük bir eşitsiz kıpırdanış olarak kalırken, Amerika’da gerçek bir yükseliş düzeyine ulaştı. Böylece burada da açık bir kitle hareketinin canlanışı için ilk itilim, özellikle Fransa’da, ekonomik konjonktürdeki belli bir iyileşmeden kaynaklandı.
Fakat burada, yoldaşlar, analoji son buluyor. 1909 ve 1910’da ülkemizdeki ve bütün savaş öncesi dünyadaki sınai yükseliş, 1913’e kadar süren ve üretici güçlerin henüz kapitalizmin sınırlarına kadar ilerlemediği bir dönemde ortaya çıkan, gürbüz ve güçlü bir yükselişti ve büyük emperyalist boğazlaşmaya yol açtı.
Geçtiğimiz yılın sonunda başlayan sınai canlanma, yalnızca Avrupa ekonomisinin veremli vücudunun ateşindeki bir değişikliği belirtiyor. Avrupa ekonomisi büyümüyor, tersine parçalanıyor; sadece birkaç ülkede aynı seviyede kalmaya devam ediyor. Avrupa ülkelerinin en zengini, ada İngiltere’si, savaş öncesine göre en azından üçte ya da dörtte bir ölçüde daha az bir ulusal gelire sahip. Bildiğiniz gibi savaşa pazar fethetmek için katılmışlardı. En azından dörtte bir ya da üçte bir oranında fakirleşerek savaştan çıktılar. Bu yılki iyileşme asgaridir. Sosyal Demokrasinin etkisindeki gerileme ve Komünist partilerin Sosyal Demokratların aleyhine büyümesi bunun en kesin göstergesidir. Çok iyi bilindiği gibi sosyal reformizm varoluşunu, burjuvazinin bir zamanlar işçi sınıfının en yüksek düzeyde kalifiye katmanlarının konumunu iyileştirme olanağına sahip olmasına borçluydu. Olayların mantığı gereği, Scheidemann ve ona bağlı hiçbir şey bu olmaksızın mümkün olmazdı, çünkü Scheidemann her şeyden önce basit bir ideolojik eğilimi değil, ekonomik ve toplumsal öncüllerden ileri gelen bir eğilimi ifade ediyordu. Bu, kapitalizmin güçlü ve gürbüz oluşundan ve işçi sınıfının en azından üst katmanlarının şartlarını iyileştirme olanağına sahip oluşundan çıkar sağlayan bir işçi aristokrasisine işaret eder. 1909’dan 1913’e kadarki savaş öncesi yıllarda, Sosyal Demokrasinin içinde ve sendikalarda bürokrasinin en güçlü gelişimine ve işçi sınıfının tepesindeki çevrelerde reformizmin ve savaşın patlak verişinde İkinci Enternasyonal’in o muazzam felâketine yol açan milliyetçiliğin en sıkı biçimde yerleşmesine tanık olmamızın nedeni tam da bu noktadadır.
Ve şimdi yoldaşlar, Avrupa’daki durumun özünü, burjuvazinin artık işçi sınıfının zirvesindekileri semirtme olanağına sahip olmaması karakterize ediyor, çünkü burjuvazi bugün işçi sınıfının bütününü sözcüğün kapitalist anlamıyla “normal” olarak dahi besleyemiyor. İşçi sınıfının yaşam standartlarının düşüşü, bugün Avrupa ekonomisinin gerilemesiyle aynı türden bir yasadır. Süreç 1913’te başladı, savaş bu sürece yüzeysel bir takım değişiklikler kattı: Savaştan sonra bu süreç müstesna bir gaddarlıkla açığa çıkmıştır. Ekonomik konjonktürün yüzeysel salınımları bu olguyu değiştirmez. İçinde bulunduğumuz dönemle savaş öncesi dönem arasındaki birincil ve temel farklılık budur.
Fakat ikinci bir fark da var ki, bu, Sovyet Rusya’nın devrimci bir faktör olarak varoluşudur. Bir üçüncü fark daha var: Merkezi bir Uluslararası Komünist Partinin varlığı.
Ve şunu gözlüyoruz ki yoldaşlar; burjuvazinin proletarya üzerinde birbiri ardına yüzeysel zaferler kazanmasıyla tam aynı anda Komünist Partinin büyümesi, güçlenmesi ve sistematik gelişimi engellenmiyor tersine ilerliyor. Ve işte içinde bulunduğumuz dönemle 1905-1917 dönemi arasındaki en önemli ve temel farklılık burada yatmaktadır.
Söylediklerim gördüğünüz gibi öncelikle Avrupa’ya ilişkindir. Bunu bütünüyle Amerika’ya uygulamak yanlış olacaktır. Amerika’da da sosyalizm kapitalizmden daha üstündür, hatta şöyle söylemek daha doğru olur; özellikle Amerika’da sosyalizm kapitalizmden çok daha üstün olacaktır. Diğer bir deyişle, bugünkü Amerikan üretici güçleri kolektivizm ilkeleri gereğince örgütlenmiş olsaydı, bunu ekonominin muazzam bir gelişimi takip ederdi.
Fakat Amerika’ya ilişkin olarak, Avrupa bağlamında gerçekten söyleyebildiğimiz gibi, kapitalizmin çoktandır ekonomik gelişimin kesintisini sergilediğini söylemek yanlış olacaktır. Avrupa çürüyor, Amerika serpiliyor. Savaş sonrasının ilk yıllarında ya da daha doğrusu ilk aylarında, ilk yirmi ayda, Amerika’nın genel olarak Avrupa pazarını özel olarak da savaş pazarını kullanıp sömürmesinden dolayı, Avrupa’nın ekonomik çöküşü sayesinde Amerika’nın derhal altının oyulacağı görünebilirdi. Bu pazar pörsüdü ve kurudu, desteklerinden birinden yoksun bırakılan Amerikan sanayisinin korkunç Babil Kulesi eğilmeye ve bütünüyle çökmeye yüz tuttu. Fakat Amerika, önceki faaliyet alanını oluşturan Avrupa pazarını kaybederken (100 milyonluk kendi zengin iç pazarını sömürmeye ek olarak), belli Avrupa ülkelerinin –Almanya’nın ve hatırı sayılır ölçüde Britanya’nın– pazarlarını su götürmez bir şekilde ele geçirdi ve geçirmektedir. Ve 1921-1922’de şunu görüyoruz; Amerikan ekonomisi, Avrupa yalnızca bunun belirsiz ve zayıf yankılarını yaşadığı bir zamanda, gerçek bir ticari ve sınai yükselişten geçmektedir.
Sonuç olarak Amerika’da üretici güçler halen kapitalizm altında gelişmektedir, şüphesiz sosyalizmde gelişebileceğinden çok daha yavaş bir şekilde, ancak yine de gelişiyor. Bunun ne kadar daha süreceği başka bir sorundur. Amerikan işçi sınıfı ekonomik ve toplumsal gücü itibarıyla şüphesiz devlet iktidarının fethi için tamamıyla olgunlaşmıştır, ancak politik ve örgütsel geleneği açısından Avrupa işçi sınıfına göre karşılaştırılmaz ölçüde iktidarın fethinden uzaktır. Bizim gücümüz –Komünist Enternasyonal’in gücü– Amerika’da halen çok zayıftır. Ve eğer Avrupa’da muzaffer bir proleter devrimin mi, yoksa Amerika’da güçlü bir Komünist Partinin oluşturulmasının mı daha önce gerçekleşeceği sorulsaydı (doğal olarak bu, sorunun yalnızca farazi bir konuluşudur), bu durumda şu an eldeki tüm olguların ışığında (ve doğal olarak her türden yeni olgunun ortaya çıkması mümkündür, sözgelimi Amerika ve Japonya arasındaki bir savaş gibi; ki savaş, Yoldaşlar, tarihin büyük bir lokomotifidir), eğer şu anki durum ileriye doğru mantıksal gelişimi içinde ele alınacak olursa, Amerika’da güçlü bir Komünist Partinin doğup gelişmesinden önce Avrupa’da proletaryanın iktidarı fethetme şansının çok daha fazla olacağını ileri sürerdim.[1] Bir başka deyişle, tıpkı Ekim 1917’de devrimci işçi sınıfının zaferinin, Komünist Enternasyonal’in oluşumunun ve Avrupa’daki Komünist partilerin büyümesinin öncülü olması gibi, proletaryanın Avrupa’nın en önemli ülkelerindeki zaferi de büyük bir olasılıkla Amerika’daki ani devrimci gelişmelerin öncülü olacaktır. Bu iki alan arasındaki farklılık, Avrupa’nın parçalanışını sömüren Amerika’da ekonomik ilerleme halen yürürlükteyken, Avrupa’da artık üretici olarak büyüyemeyen (çünkü büyüme alanı kalmamıştır), ancak Komünist Partinin gelişimini bekleyen proletaryanın yanı sıra ekonominin çürümekte ve gerilemekte oluşunda yatmaktadır.
Üçüncü alan, sömürgeleri kapsamaktadır. Kendiliğinden anlaşılabilir ki, sömürgeler –Asya ve Afrika’nın (bir birlik olarak bahsediyorum) Avrupa’ya benzer biçimde en büyük türden tedrici gelişmeler içeriyor olması olgusuna rağmen– yalıtık ve bağımsız olarak ele alındıklarında proleter devrim için kesinlikle hazır değildirler. Yalıtık olarak ele alırsak sömürgelerde kapitalizm ekonomik gelişim açısından halen büyük olanaklara sahiptir. Fakat sömürgeler metropol merkezlere aittirler ve kaderleri sıkı sıkıya Avrupa metropol merkezlerinin kaderine bağlıdır.
Sömürgelerde büyüyen ulusal devrimci hareketleri gözlemlemekteyiz. Komünistler orada yalnızca köylülük arasında yerleşen küçük çekirdekler olarak görünüyorlar. Onun için sömürgelerde öncelikle küçük-burjuva ve burjuva ulusal hareketler söz konusudur. Eğer sömürgelerin sosyalist ve komünist gelişiminin geleceğine ilişkin soru soracak olsaydınız, bu durumda bu sorunun yalıtık bir biçimde ele alınıp ortaya koyulamayacağını söylerdim. Şüphesiz proletaryanın Avrupa’daki zaferinden sonra, bu sömürgeler kültürel, ekonomik ve Avrupa tarafından uygulanan diğer her türden etkilenimin arenası haline geleceklerdir. Ancak bu nedenle, sömürgeler her şeyden önce kendi devrimci rollerini Avrupa proletaryasının rolü ile paralel bir biçimde oynayacaklardır. Bu bağlantı konusunda Avrupa proletaryası, özellikle Fransa ve ilk elde Britanya proletaryası, çok az şey yapıyorlar. Sosyalist ve komünist düşüncelerin etkisinin büyümesi, sömürgelerin emekçi kitlelerinin kurtuluşu, milliyetçi partilerin etkisinin zayıflaması, ne bu yerli komünist çekirdeklerin rolü tarafından garantiye alınabilir ne de bunların rolü sömürgelerin kurtuluşu için metropol merkezlerin proletaryasının vereceği mücadele kadar etkili olur. Ancak bu yolla metropol merkezlerin proletaryası sömürgelere biri ezen, diğeri dost olan iki Avrupa ulusun varolduğunu gösterecektir, ancak bu yolla proletarya sömürgeleri daha ileri itebilir ki bu, emperyalizmin yapısını çökertecek ve böylece proleter dava için devrimci bir hizmeti yerine getirecektir.
Yoldaşlar son zamanlara dek Avrupa ve Amerika arasında yeterince ayrım yapmayı başaramadık. Ve komünizmin Amerika’daki gelişiminin yavaşlığı, Avrupa’da söz konusu olan devrimin Amerika’yı beklemek zorunda olduğu sonucuna kadar uzanan çeşitli karamsar düşüncelere esin kaynağı olabildi. Hiç de değil!
Avrupa bekleyemez. Farklı bir şekilde ortaya koyalım; eğer Avrupa’daki devrim birkaç onyıl için geri plana itilirse, bu bir kültürel güç olarak genelde Avrupa’nın bir tarafa bırakılması anlamına gelecektir. Hepinizin bildiği gibi bugün Avrupa’da moda olan felsefe Spengler’inkidir, yani gerileyen Avrupa’nın felsefesi. Kendi yolunda bu, burjuvazinin saflarındaki doğru bir sınıf önsezisidir. Avrupa burjuvazisi ile yer değiştirecek ve iktidarı kendi ellerine alarak kullanacak olan proletaryayı göz ardı ederek Avrupa’nın gerileyişinden bahsediyorlar. Şüphesiz eğer bu gerçekten olursa, o zaman bunun kaçınılmaz sonucu, eğer bir gerileme değilse, Avrupa’nın uzatılmış bir ekonomik ve kültürel çürümesi olacaktır ve devamında bir süre geçtikten sonra Amerika devrimi gelecek ve Avrupa’yı yedeğinde çekecektir. Fakat böylesi bir tahmin için ciddi bir zemin yoktur, bu, zaman diliminden bakıldığında karamsardır. Emin olun, zaman dilimleriyle ilgili spekülasyonlar tamamen güvenilmezdir ve her zaman için ciddi değildir, ancak söylemek isterim ki, 1917 yılı –Avrupa’daki yeni bir devrimci dönemin başlangıcı– ile Batı Avrupa’da büyük zaferler arasında, bizim 1905’imiz ile 1917’miz arasında geçenden çok daha fazla bir sürenin geçmesi gerektiği şeklinde bir düşünce için herhangi bir neden yoktur. Bizim ülkemizde devrimin başlamasından, ilk deneyimden zafere kadar on iki yıl geçmişti. Şüphesiz ki, 1917 ile Avrupa’daki ilk büyük ve kalıcı devrimin zaferi arasında ne kadar zaman geçeceğini bilmiyoruz. Ancak on iki yıldan az bir sürenin geçebilmesi olasılığı da dışlanmamıştır.
Her şeyden önce, bugünün en büyük üstünlüğü, Sovyet Rusya’nın ve Komünist Enternasyonal’in, devrimci öncünün merkezi örgütünün varlığında ve bununla sıkı sıkıya bağlı olarak çeşitli ülkelerde Komünist partilerin sistematik örgütsel güçlenmeleri olgusunda yatmaktadır. Bu güçlenme her zaman sayısal büyümeyi ifade etmez. Doğal olarak 1919-20’de, proletaryanın ilk umutları halen canlılığını koruyorken, Komünist partilerin safları –her büyük çalkantılı durumda olduğu gibi– akına uğramış ve Komünist örgütler kararsız öğelerle dolu hale gelmişti. Bu öğelerin bir kısmı bugün geri çekilmişlerdir, ancak çelikleşmesi anlamında, daha yüksek bir ideolojik netlik anlamında, uluslararası merkezileşme ve uluslararası bağlar anlamında partinin büyümesinde bir kesinti olmamıştır.
Bu büyüme inkâr edilemez bir büyümedir ve ifadesini, Dördüncü Kongrenin, Yürütme Komitesi seçmesiyle, ilk kez, federatif ilkeler temelinde değil, çeşitli partilerin seçilmiş temsilcileri temelinde değil, Dördüncü Kongrenin bizzat kendisi tarafından seçilmiş bir yapı olarak merkezi bir organ oluşturması olgusunda olduğu kadar Dördüncü Dünya Kongresinin –proletaryanın tarihinde ilk kez– uluslararası bir programı kaleme almaya dönük bir girişimde bulunması olgusunda da bulmaktadır. Ve bu Yürütme Komitesi bir sonraki kongreye kadar Komünist Enternasyonal’in kaderinden sorumlu tutulmuştur.
Komünist Enternasyonal, Dördüncü Kongreden sonra sıkı sıkıya birbirleriyle ilişkili iki görevle karşı karşıya kalmıştır. İlk görev, sol kanadı aracılığıyla köklerini Komünist Enternasyonal’e salarak devrimci gelişimin uzatmalı karakterinden faydalanmaya çalışan burjuvazinin ardı arkası kesilmeyen, ısrarlı girişimlerini ifade eden Merkezci eğilimlere karşı mücadeleyi sürdürmektir. Komünist Enternasyonal içinde Merkezciliğe karşı mücadele ve bu dünya partisinin daha da arındırılması; ilk görev budur. İkinci görev, işçi sınıfının ezici çoğunluğu üzerinde etkiye sahip olma mücadelesidir.
Bu iki sorun, özellikle, iki fraksiyon tarafından –Merkez ve Sol– temsil edilir halde Kongreye gelen Fransız partimizle bağlantılı olarak, Üçüncü Kongrede çok keskin biçimde su yüzüne çıkmıştı. 1920 olaylarını takiben İtalyan partimiz bölündü. 1921’in yazıyla birlikte Serrati’nin önderlik ettiği Maksimalist olarak adlandırılan İtalyan merkezi, artık kongremizde (Üçüncü Kongre) temsil edilmiyordu ve Enternasyonal’den kovuldukları açıklanmıştı. Fransız partisinde bu aynı iki eğilim Dördüncü Kongrenin arifesinde belirgin hale geldi. İtalyan ve Fransız hareketleri arasındaki birçok konudaki paralelliğe öncelikle dikkat çekilmişti. Ve burada olgunun en büyük semptomatik önemi yatıyor: Genel olarak Avrupa’da olduğu gibi –ki buna daha önce işaret etmiştim– İtalya’da da karşı-devrimin zaferine rağmen, özellikle, Komünizmin en kötü yenilgiyi tattığı İtalya’da, parçalanmayı değil, Enternasyonal’den uzaklaşmayı değil, tersine, Komünist Enternasyonal’e doğru yeni bir itilimi gözlemliyoruz. Kovduğumuz (ki gerçekten haince davranışından ötürü bu doğru idi) Serrati’nin önderlik ettiği Maksimalistler, 1920 Eylül hareketiyle reformistlerle kopan bu Maksimalistler, Dördüncü Kongrenin arifesinde Komünist Enternasyonal’in kapılarını çalmaya başladılar. Bu ne anlama geliyor? Bu, proleter öncünün bir kesimi tarafından sola doğru yeni bir devrimci itilim anlamına gelir.
Fransız Merkezcilerin, İtalyan Maksimalistlerinin tuttuğu yolu tekrarlayacaklarına, yani aramızda bir bölünme olacağına dair birçok işaret vardı. En sonunda Sol Kanadın ağır basmış olacağı düşüncesiyle böylesine bir sonuca bile şüphesiz razı olmuş olacaktık. Buna rağmen, Cachin ve Frossard’ın başlarında bulunduğu Fransız Merkezciler, Moskova ile ayrıştıktan sonra pişmanlıkla başları önde Moskova’ya gelen İtalyan Maksimalistlerinin deneyimlerinden bir şeyler öğrenmişlerdi. Hepiniz, Dördüncü Kongrenin Fransız partisi konusunda benimsediği kararlar hakkında bilgilenmelisiniz. Bu kararlar, kendi başlarına, özellikle Fransa’nın ve onun eski Sosyalist Partisinin ahlâk ve görenekleri dikkate alınırsa, tamamen Drakonvaridirler. Tüm burjuva kurumlarından tam bir kopuş talebi, bizim açımızdan doğruluğu aşikar görünen bir şeydir. Ancak yüzlerce Komünist Parti üyesinin Mason tipi localara, insan haklarının savunusunu hedefleyen burjuva demokratik birliklere vb. üye olduğu Fransa’da, burjuvaziden tam bir kopuş, tüm masonların ve benzerlerinin ihracı talebi, parti hayatında bütünüyle bir altüst oluş anlamına geliyor.
Kongrede Fransız partisine yönelik olarak, parlamento, belediye meclisleri, Kanton meclisleri vb. için yapılan tüm seçimlerde adayların onda dokuzunun doğrudan işyerleri ve çiftliklerden, işçiler ve köylüler arasından seçilmiş olması talebini benimsedik. Tüm bir entelektüeller, hukukçular ve kariyeristler sürüsünün, bir himaye kokusu ve her şeyden öte bir iktidar umudu kokusu alır almaz çeşitli partilerin kapısına üşüştüğü bir ülkede, Fransız partisinin verili koşullarından haberdar olanlar, işçi ve köylüleri doğrudan işyerleri ve çiftliklerden seçimlerdeki adayların onda-dokuzuna yükseltme talebinin Fransız partisinin yaşamında olabilecek en büyük ani değişiklik anlamına geldiğini anlayacaklardır. Sayıca neredeyse Merkez kadar güçlü olan Sol Kanat bundan yanadır. Merkez büyük oranda bocalamıştır.
Bu sorunun çok hassas bir sorun olduğunu ve bizim Moskova işi çizmelerimizin oldukça duyarlı bir nasıra bastığını anladık ve Moskova’nın sıkıştırmalarına Paris’in nasıl bir tepkide bulunacağını beklemeye başladık. Son gelen telgraflar, Moskova ile bir kopuşa girildiğini doğruluyor. Morizet bu girişimin başlatıcısı olarak belirtiliyor. O, Moskova’da bizi ziyaret etmiş ve ardından çok sempatik bir kitap yazmıştı. (Paris’te Rus devrimi hakkında sempatik bir kitap yazmak başka bir şeydir, Fransız devrimini hazırlamak başka bir şey). Bu Morizet, Soutif ile birlikte –ki ikisi de Merkez Komite üyesidirler– bölünmeyi ve Fransız delegasyonunun Moskova’dan dönüşünü beklemeksizin bağımsız bir partinin kuruluşunu ilân etmeye kalkıştı. Fakat parti saflarından gelen basınç öylesine büyüktü, tabanın Dördüncü Kongrenin kararlarını benimsemeye hazır oluşu o kadar açık ve belirtikti ki, geri çekilmek zorunda kaldılar. Ve onlar, içinde tek bir Sol Kanatçı olmayan, tümüyle Merkezcilerden oluşan ve belki de tüm üyeleri arasında herhangi bir genel coşkunluktan yoksun olan görevli Merkez Komitesinden çekinirlerken –yalnızca çekindiler– yine de Moskova’nın kararlarına uymak yönünde oy kullandılar.
Tekrar ediyorum yoldaşlar, dünya perspektifinden bakıldığında bu olgu ikincil görünebilir. Ancak eğer Fransız işçi sınıfının ve onun Komünist öncüsünün yaşamını günü gününe izlemiş olsaydık –ki bunu basınımız aracılığıyla yapmayı öğrenmeliyiz– o durumda hepimiz, ancak şimdi, ancak Dördüncü Kongreden sonra, Fransız komünizminin Fransa’nın geniş çalışan kitlelerinin güvenini kazanmakta süratli bir ilerleyişi garantileyecek bir yola dümen kırmış olduğunu söylerdik. Bu her şeyden önce şu nedenle doğrudur ki, dünyada Fransız işçi sınıfı kadar sıklıkla, bu kadar alçakça ve utanmazca aldatılmış olan başka bir işçi sınıfı yoktur. On sekizinci yüzyılın sonundan bu yana tüm devrimlerde farklı renklere bürünen burjuvazi tarafından aldatılmıştır. İkinci Enternasyonal’in tüm partileri arasında savaş öncesi ve savaş dönemi Fransız sosyalistleri, ihanetin en rafine tekniklerini ve virtüözlüğünü özenle hazırlamışlardı. Ve mükemmel devrimci yaradılışa sahip Fransız işçi sınıfının yeni Komünist Partiye bile kaçınılmaz olarak büyük bir kuşkuyla yaklaşmasının nedeni de budur. “Sosyalistleri” her çeşit etiket altında görmüştü; yüzlerini nasıl değiştirirlerse değiştirsinler, her çeşitten kariyerist, delege, gazeteci, bakan vb. için bir geçiş yolu olarak kalan örgütleri görmüştü. Briand, Millerand ve geri kalanlar, her şeyden önce eski Sosyalist Partiden türediler. Bu dünyada böylesine bir hilekârlık ve politik sömürü okulundan geçen başka bir proletarya yoktur. Ve sonuç; güvensizlik; politik farksızlık: Sendikalist etkiler ve önyargılar.
Komünist Partimiz için ihtiyaç duyduğumuz şey, işçi sınıfının önüne geçmek ve ona eylemde, bu partinin diğerleri gibi olmayıp işçi sınıfının devrimci örgütü olduğunu, saflarında kariyeristlere, masonlara, demokratlara ve rüşvetçilere yer olmadığını göstermektir. İlk kez, bu talep ortaya konmuş ve benimsenmiştir. Dahası bir tarih saptanmıştır: 1 Ocak 1923 son gündür. 1 Ocak 1923’ten itibaren artık tek bir mason, tek bir kariyerist olmayacak. Yalnızca birkaç günleri kaldı. Yoldaşlar bunlar son derece önemli olgulardır. (Alkışlar).
Aynı şekilde Fransa ile bağlantılı bir başka sorun, çok keskin biçimde ortaya çıktı; birleşik cephe sorunu. Bildiğiniz gibi birleşik cephe sloganı iki neden temelinde yükseliyor. İlk olarak, biz Komünistler Fransa’da, Almanya’da, Bulgaristan ve belki de Çekoslovakya istisnasıyla tüm Avrupa ülkelerinde halen bir azınlığız, proletaryanın yarısından azını etkiliyor ve denetliyoruz. Aynı zamanda, devrimci gelişme geri kalmaya başlamıştır; proletarya ayakta kalmak ve savaşmak istiyor fakat kendisini bölünmüş bir durumda buluyor. Bu koşullar altındadır ki, Komünistler bu işçi sınıfının güvenini kazanmak zorundadırlar. Hangi temelde? Tüm faaliyet alanında mücadele zemininde. Şu anki günlük mücadele temelinde, her talep temelinde, her grevde, her gösteride. Komünist ön safta olmalıdır. Komünist bugün halen ona güvenmeyenlerin güvenini kazanmalıdır. Bu nedenle birleşik cephe sloganı, bu nedenle iç kaynaşma, saflarımızdan bize ruhen yabancı olan her şeyin defedilmesi ve eşzamanlı olarak bu kariyeristlere, oportünistlere, masonlara ve benzerlerine halen güvenen proleter unsurları kazanmak için mücadele. Bu ikili ancak sıkı sıkıya ilişkili bir görevdir. Fransız Komünistleri, özellikle de Muhaliflerin, yani Fransız Sosyalistlerinin basıncı altında saflarındaki masonlara toleranslı davranıp birleşik cephe taktiğini reddeden Merkezciler, birleşik cephe taktiğini politik genel af talebiyle bağlantılı olarak uygulamayı teklif ettiler. Fransa’yı aktarıyorum, çünkü bu sorunlar en keskin ifadelerini bu ülkede buldular.
Fransız partisinin sekreteri Frossard, Komünistler sıfatıyla, Muhaliflere, yani Sosyalistlere, yurtseverlere, reformistlere, savaş ve savaş sonrası dönem boyunca cezaevlerine kapatılan işçi devrimciler için genel af çıkarmak amacıyla birleşik bir eyleme katılmayı önerdiğinde –bu teklif yapılır yapılmaz, en kurnaz– Muhalif liderler bunu tipik ve en üst dereceden öğretici bir yoldan yanıtladılar. Bu yanıtla her yerde karşılaştık ve karşılaşacağız. Muhalifler şunu söylediler: “Siz komünistler yüzünüzü bize döndünüz ve böylelikle bizim işçi sınıfı hainleri olmadığımızı kabul etmiş oluyorsunuz. Ancak önerinizi düşünmek ve bunun altında bir bityeniği olup olmadığını ya da belki de bizi gözden düşürmeye hazırlanıp hazırlanmadığınızı görmek için zaman istiyoruz.” The Hauge’daki yazılardan çıkardığım kadarıyla Yoldaş Radek söylentilere bakılırsa, Vandervelde ve Scheidemann hakkında oldukça kaba bir makale yazmış ve aynı zamanda yerel sosyal demokratlara ve Amsterdam’ın izleyicilerine, militarizm ve savaş tehlikesine karşı birleşik cephe önerisinde bulunmuştur.
Yoldaş Radek’in öfkeli mizacını bildiğimden makalesinin pek kibar olmadığını kabul etmeye hazırım. Ancak Amsterdamcı bayların tepkisi tamamen tipik bir tepkidir: “Şuna bakın,” dediler, “Bu iki şeyden biri olabilir. Ya bizim –bir birleşik cephe önermenizden yola çıkarsak– hain olmadığımızı kabul etmelisiniz ya da kesinlikle inanacağız ki, yalnızca saygısız makaleleri gizlemekle kalmıyor, aynı zamanda daha beter bir bityeniğini de saklıyorsunuz.”
Yoldaşlar, sorunun bu şekilde konuluşu iflâsın en tam kabulünü gösteriyor. Bunları okumak bana, Sosyal Demokratların Burtsev [2] ile tartışmayı önerdikleri göçmenliğimiz dönemindeki bazı Parisyen anlayışların yorumlarını anımsattı. Burtsev’in tartışmayı reddedişindeki yanıtının şunları söylemeye kadar vardığına işaret ediyorlardı: “Ben bilge ve yaşlı bir kuşum, beni tuzağa düşüremezsiniz. Bir tartışmayla amaçladığınız şey, benim zayıf mantalitemi açığa çıkarmaktır ancak böyle bir yemi yutmayı reddediyorum.”
İkinci Enternasyonal’in kibar beyleri Burtsev’den daha kurnazdırlar, ancak aynı tuzağa düştüler. Bizim önerimizin altında yatan bityeniğinin içeriği neydi? Şuydu; biz bu insanların mücadele yeteneklerinin olmadığını, proletaryanın çıkarlarını savunma yeteneklerinin olmadığını söylüyoruz. Onların ordusuna, yani halen onlara güvenen ve izleyen işçilere kendi adresimizi veriyoruz ve onlara şöyle sesleniyoruz: “Liderlerinize, 8 saatlik işgünü için, politik genel af için ve ücret kesintilerine karşı birlikte savaşımın belli bir yolunu öneriyoruz. Bizim tuzağımız nedir? Eğer siz Amsterdamcılar ve siz Sosyal Demokratlar kendinizi bu mücadelede korkaklar ve hainler olarak teşhir ederseniz işçilerinizin bir bölümü bize gelecek. Fakat beklenilenin tersine eğer devrimci aslanlar ve kaplanlar olduğunuz ortaya çıkacak olursa, bu sizin için daha iyi olur. Deneyin bakalım.”
Tuzağımızın içeriği budur. Kapanımız oldukça basit. Bu kadar basit ancak aynı zamanda o kadar da çürütülmez bir kapan bu. Bundan kaçış olanaksızdır. Bir Burtsev’in tartışmayı kabul etmesi ya da yeterli olmadığının açığa çıkması korkusuyla reddetmesi artık fark etmez. Her iki durumda da yetersiz kalır ve durumu düzeltemez. Bir başka deyişle, birleşik cephe sloganı, Komünistler hakkında çalışan kitleleri eğitmekte şimdiden tüm Avrupa ülkelerinde devasa bir rol oynuyor ve henüz Komünistlere güvenmeyen işçilerin önüne şu önermeyle çıkıyor:
“Devrimci yöntemlere ve diktatörlüğe inanmıyorsunuz. Pekâlâ. Ancak biz komünistler size ve örgütlerinize, bugün ileri sürdüğünüz talepleri elde etmeniz için sizinle yan yana savaşmayı öneriyoruz.”
Bu çürütülmez bir argümandır. Bu, kitleleri Komünistler hakkında eğitir ve onlara Komünist örgütlenmenin kısmi mücadeleler için de en iyisi olduğunu gösterir. Tekrar ediyorum; bu mücadelede büyük başarılar kazandık. Ve Komünist partilerin iç kaynaşmasının, birliğinin gelişimiyle yan yana olarak politik etkilerinin ve manevra (gerçek manevralar) yapabilme yeteneklerinin arttığını gözlemliyoruz. Bu, geçmişte özellikle sahip olunmayan bir şeydi.
Birleşik cepheden işçi hükümeti sloganı çıkıyor. Dördüncü Kongre bunu eksiksiz bir tartışmaya açtı ve bir kez daha önümüzdeki dönemin merkezi politik sloganı olarak saptadı. Bir işçi hükümeti için savaşım ne ifade ediyor? Biz Komünistler şüphesiz biliyoruz ki, Avrupa’da gerçek bir işçi hükümeti, proletaryanın burjuvaziyi demokratik aygıtı ile birlikte alaşağı edip, Komünist Parti önderliğinde proletarya diktatörlüğünü inşa etmesiyle oluşacaktır. Fakat bunun gündeme gelmesi için Avrupa proletaryasının çoğunluğunun Komünist Partiyi desteklemesi gerekir.
Ancak bu şu ana kadar sağlanamamıştır ve bu nedenle Komünist partilerimiz her uygun fırsatta şunu ileri sürmelidirl
“Sosyalist işçiler, sendikalist işçiler, anarşist ve partisiz işçiler! Ücretler kesiliyor; 8 saatlik işgününden geriye hiçbir şey kalmıyor; yaşamak için gereken miktar alıp başını gitmiştir. Tüm işçiler farklılıklarına rağmen birleşebilseler ve kendi işçi hükümetlerini kurabilseler bu tip şeyler olmazdı.”
Ve işçi hükümeti sloganı böylece işçi sınıfı ve diğer tüm sınıflar arasında Komünistler tarafından öne sürülen bir ayıraç haline gelir: Ve Sosyal Demokrasinin üst kesimleri, reformistler, burjuvazi ile kopmaz bağlarla bağlandığından, bu ayıraç çok daha fazla parçalayıcı olacaktır ve daha şimdiden Sosyal Demokrat işçilerin sol kanadının, liderlerinden kopuşu başlamıştır. Belli koşullar altında işçi hükümeti sloganı Avrupa’da bir gerçeklik haline gelebilir. Yani Sosyal Demokratların sol unsurlarıyla birlikte Komünistlerin, Sol Sosyal-Devrimcilerle birlikte bir işçi ve köylü hükümeti oluşturduğumuz zamanlardaki Rusya’ya benzer bir yoldan bir işçi hükümeti kuracakları bir momente ulaşılabilir. Böyle bir aşama, tam ve tamamlanmış haliyle bir proletarya diktatörlüğüne geçiş oluşturabilir. Fakat tam da bugün için işçi hükümeti sloganının önemi, onun yaşamda gerçeklenişinin koşulları ve yönteminde yatmaktan ziyade, içinde bulunduğumuz anda bu sloganın işçi sınıfını politik bakımdan bir bütün olarak tüm diğer sınıfların, yani burjuva politik dünyasının tüm gruplarının karşısına koyması olgusunda yatmaktadır.
Dördüncü Kongrede, Saksonya ile bağıntılı olarak işçi hükümeti sorunuyla somut bir şekilde karşı karşıya kaldık. Orada, Sosyal Demokratlar Komünistlerle birlikte Sakson Landtag’ındaki burjuvaziye karşı çoğunluk oluşturuyorlar. Sanırım orada, burjuva blok üyelerinin toplamı 50’den azken, 40 Sosyal Demokrat ve 10 Komünist delege mevcut. Ve bu nedenle Sosyal Demokratlar Komünistlere Saksonya’da bir işçi hükümetinin birleşik bir şekilde oluşturulmasını önerdiler. Alman partimizde bu konuda bazı şüphe ve tereddütler vardı. Sorun burada, Moskova’da tekrar gözden geçirildi ve öneriyi reddetme kararına varıldı. Alman Sosyal Demokratları gerçekte ne istiyorlar? Bu öneri ile hedefledikleri şey neydi? Hepiniz biliyorsunuz ki Alman Cumhuriyeti’ne bir Sosyal Demokrat olan Ebert başkanlık etmektedir. Ebert bir burjuva kabineyi iktidara davet etmiştir. Fakat Saksonya’da, Almanya’nın en fazla proleterleşen bölgelerinden birinde, Sosyal Demokratların ve Komünistlerin bir emek kabinesi koalisyonu oluşturmaları öneriliyor. Sonuç: Almanya’nın bölgelerinden birinde, flüoresan lamba gibi davranacak bir Sosyal Demokrat ve Komünist koalisyon hükümeti olacakken, bir bütün olarak ülkenin tamamında gerçek bir burjuva hükümeti varolacaktır.
Komintern’de şu yanıtı verdik: Eğer siz, Alman Komünist yoldaşlarımız, Almanya’da önümüzdeki birkaç ay içinde bir devrimin olası olduğu düşüncesindeyseniz, bu durumda Saksonya’da bir koalisyon hükümetine katılmanızı ve Saksonya’daki bakanlık mevkilerinizden, politik ve örgütsel görevlerin ilerletilmesi ve devrimin yaklaşan patlak verişine hazırlık döneminde çoktan güçlendirilmiş bir devrimci kaleye sahip olacak şekilde Saksonya’nın kesin bir anlamda Komünist bir gedik haline dönüştürülmesi yönünde yararlanmanızı öğütleriz. Ancak bu yalnızca eğer devrimin basıncı çoktan kendisini hissettirmeye başladıysa, bu basınç halihazırda mevcut ise olası olacaktır. Bu durumda bu, bir bütün olarak ele geçirmeye yöneldiğiniz Almanya’nın yalnızca tek bir mevzisini fethetme anlamına gelecektir. Fakat içinde bulunduğumuz anda Saksonya’da şüphesiz ikinci dereceden bir rol oynayacaksınız, etkisiz bir ikinci rol; çünkü Sakson hükümetinin kendisi Berlin’in önünde etkisizdir ve Berlin bir burjuva hükümetidir. Alman Komünist Partisi bu kararla bütünüyle uyum içindeydi ve Alman Sosyal Demokratlarıyla görüşmeler kesildi. Sosyal Demokratların –onlardan çok daha zayıf olan ve onlar tarafından sıkıştırılan– Komünistlere Saksonya’da[3] iktidarı paylaşmayı önermesi şüphesiz bir tuzaktı. Fakat bu tuzakta çalışan kitlelerin birlik için uyguladıkları basınç dile gelmişti. Bu basınç bizim tarafımızdan uyandırılmıştı ve bu basınç işçi sınıfını burjuvaziden koparacak şekilde işledikçe son tahlilde bizim lehimize çalışacaktır.
Yoldaşlar bugünlerde Avrupa’da ve onun hükümet katlarında yoğun bir gericilik eğiliminin kol gezdiğini söylemiştim: İngiltere’de Muhafazakârların zaferi; Fransa’da bir Tardieu görünümüyle Poincaré’nin ulusal bloğu; 1918 Kasımında palas pandıras böyle adlandırılan ve halen bir Sosyalist Cumhuriyet olarak geçen Almanya’da katıksız bir burjuva hükümeti; ve son olarak da İtalya’da iktidarın Mussolini tarafından ele geçirilişi.
Mussolini, demokrasi, demokrasinin ilkeleri ve yöntemleri konusunda Avrupa’ya verilmiş bir derstir. Bazı açılardan bu ders –şüphesiz tersinden– 1918’in başlarında Kurucu Meclisi dağıtmakla bizim Avrupa’ya verdiğimiz dersle analoji içindedir. Mussolini, Avrupa’ya verilmiş en üst düzeyden eğitici bir derstir.
İtalya, demokratik gelenekleriyle, genel oy hakkı ile vb., eski bir uygar ülkedir. Burjuvaziyi ölümle tehdit eden proletaryanın, kendi partisinin ihaneti yüzünden öldürücü darbeyi indiremeyeceği kanıtlandığında, burjuvazi, bir sosyalizm ve proletarya döneği olan Mussolini’nin önderliğindeki en aktif unsurları harekete geçirdi. Özel bir parti ordusu seferber edildi ve ülkenin bir ucundan diğerine, iddiaya göre mistik kaynaklardan gelen, aslında temel olarak hükümetin kaynaklarından, kısmen gizli İtalyan fonlarından ve ciddi bir ölçüde Mussolini’yi destekleyen Fransız sübvansiyonlarından gelen paralarla donatıldı. Demokrasinin himayesinde karşı-devrimin fırtına birliği örgütü örgütlendi ve bu birlik iki yıl boyunca işçi bölgelerine saldırılar düzenledi ve Roma’yı kuşattı. Burjuvazi duraksamıştı, çünkü Mussolini’nin halihazırdaki durumun üstesinden gelip gelemeyeceğinden emin değildi. Ancak Mussolini yeteneğini kanıtladığında, hepsi önünde saygı duruşuna geçtiler.
Mussolini’nin İtalyan parlamentosunda yaptığı konuşma, Batı Avrupa’daki tüm işçi kurumlarına ve evlerine postalanmalı ve afişler halinde asılmalıdır. Şunları söylüyordu Mussolini:
“Hepinizi buradan kovabilir ve bu parlamentoyu faşistlerim için bir kampa çevirebilirdim. Ancak bunu yapmaya ihtiyacım yok, çünkü hepiniz çizmelerimi yalayacaksınız.” Ve tüm parlamenterler şöyle yanıtladılar: “Çok iyi! Bravo!” Ve İtalyan demokratları bunun üzerine öğrenmek istediler: “Hangisinden başlamamızı istersiniz; sol mu sağ mı?”
Yoldaşlar, bu, üst katmanları, geleneklerle, burjuva demokrasisiyle, yoğun legalite hipnozuyla çürütülmüş olan Avrupa işçi sınıfına verilmiş eşi bulunmaz bir derstir.
Komintern’in merkezi Komünist örgütünün ve Sovyet Cumhuriyetinin varlığının, Avrupa burjuvazisinin ölü yatağındaki zaferleri döneminde, devrimin yükseliş eğrisindeki bu kopukluk döneminde, Avrupa ve dünya işçi sınıfının en büyük kazanımlarını oluşturmakta olduğunu söylemiştim. Konunun özü, bizim, Rusya’nın, enternasyonalist propagandayı yürütmesi değildir. Şüphesiz Radek ve Lozovski[4] gibi Rus yoldaşlarımız, bizi şaşırtarak örneğin The Hauge’a gidip orada nezaketten uzak makaleler yazabilir ve kadın ve erkek pasifistlerin öfkesini uyandırabilirler. Bu, yoldaşlar, şüphesiz çok değerli ve oldukça memnun edicidir, ancak yine de ikincil önemdedir.
Konunun özü, bizim Moskova’da Komintern Kongrelerinin konukseverliğinin süresini uzatmamız da değildir. Şüphesiz bu iyi bir şeydir, ancak propagandamız İtalya, Almanya ve nereden gelirse gelsin tüm yoldaşlarımızı ağırlamaya ve onlara Lux Hotel’de[5] (ısıtma sistemlerini verimli bir şekilde işletmeyi henüz öğrenemediğimizden kötü ısınan bu Hotel’de) bir oda vermeye bağlı değildir. Sorunun özü, tam da Sovyet Cumhuriyetinin varlığında yatıyor. Bu olguya alıştırıldık. Tüm dünya işçi sınıfı kesin bir anlamda buna alışmış görünüyor. Diğer taraftan burjuvazi de belli bir dereceye kadar gittikçe buna alıştığı numarasını yapıyor. Fakat devrim açısından Sovyet Cumhuriyetinin varlığının önemini anlamak için, bir anlığına da olsa bu Cumhuriyetin artık varolmadığını düşünelim. İtalya’da Mussolini, Fransa’da Poincaré, İngiltere’de Bonar Law, Almanya’da bir burjuva hükümetiyle birlikte ele alındığında, Sovyet Cumhuriyetinin çöküşü, Avrupa ve dünya devriminin on yıllar boyunca ertelenmesi ve Avrupa uygarlığının gerçek çürüyüşü anlamına gelirdi. Sosyalizm bu durumda belki Amerika’dan, Japonya’dan, Asya’dan yükselirdi. Fakat önümüzdeki onyıllara ilişkin spekülasyona girişmek yerine bizim uğrunda çalıştığımız şey, bu sorunu önümüzdeki birkaç yıl içinde çözüme bağlamaktır. (Alkışlar.) Bunun için çok büyük ve çok geniş olanaklar bulunmaktadır.
Köylülükle bir kez doğru bir ilişki kurduktan sonra proletarya –bizimki gibi geri kalmış bir ülkeninki bile– nedir? Biz kendi gözlerimizle onun ne olduğunu çoktan gördük ve şimdi Moskova’da toplanan Tüm Sovyetler Birleşik Kongresi, bütün dünya tarafından kuşatılmış ve ablukaya alınmış, ancak yine de arkasındaki köylülüğe önderlik eden proletarya iktidarının ne anlama geldiğini göstermektedir. Avrupa ve dünya işçi sınıfı gücünü ve enerjisini bu kaynaktan, Sovyet Rusya’dan almaktadır. İktidarı elimizde tutuyoruz. Ülkemizde üretim araçları devletleştirilmiştir. Bu, Rusya’nın emekçi kitlelerinin elindeki büyük bir koz ve aynı zamanda Avrupa’da devrimin ivmeli gelişiminin güvencesidir.
Amerika (işçi sınıfı) geri kalsa bile biz yine de üstün geleceğiz. Emperyalist savaş sırasında Amerikan burjuvazisi ellerini Avrupa’daki şenlik ateşinde ısıtmıştı. Ancak, yoldaşlar, bir kez devrim ateşi Avrupa’da kol gezmeye başlayınca Amerikan burjuvazisi kendini daha fazla ayakta tutamayacaktır. Avrupa proletaryasının, Amerikan proletaryasının üç katı ahlâksız olan burjuvazisinin yalanlarına kapılmamayı öğreninceye kadar beklemesi gerektiği hiçbir yerde yazmaz. Hiçbir yerde bu yazılı değildir. Şu anda Amerikan burjuvazisi kasıtlı olarak Avrupa’yı çürüme durumunda tutuyor. Avrupa’nın kanı ve altınıyla tıka basa doyan Amerikan burjuvazisi, tüm dünyaya buyruklar veriyor, konferanslara hiçbir taahhütle bağlı olmayan tam yetkili görevliler gönderiyor. Bu görevliler kendi kararlarının gerçekleştirileceğinden başka hiçbir şey söylemiyorlar ve zaman zaman Amerikan ayaklarını masaya koyduklarında Avrupa ülkelerinin diplomatları bu ayağın mükemmel bir Amerikan çizmesi içinde olduğunu anlamayı beceriyorlar. Ve bu çizmeyle Amerika kendi kurallarını Avrupa’ya dayatıyor. Avrupa burjuvazisi, yalnızca Almanya ve Fransa değil, aynı zamanda Britanya burjuvazisi, savaş zamanında verdiği destekle, borçlarla, altınla Avrupa’yı tüketen ve şimdi onu can çekişme sancıları içinde tutan Amerikan burjuvazisinin önünde arka ayakları üzerine kalkmış yalvarıyor. Amerikan burjuvazisinden Avrupa proletaryası hesap soracaktır. Bu intikam saati er geç gelecek ve bizim Sovyet başarımız daha da kesinleşecektir.
Propagandamız iyi olsun ya da olmasın, her iki durumda da bu propaganda üçüncü ya da dördüncü dereceden bir faktördür, ekonomimiz ise birinci dereceden bir faktör. Köylü Yoldaşlar! –ve yanılmıyorsam bu salonda partili olmayan köylü yoldaşlar da bulunuyorlar– sizi temin ederim, her fazladan buğday demeti Avrupa devriminin kefesine konan ek bir ağırlıktır. Britanya proletaryası neden çekiniyor? Alman proletaryası neden çekiniyor? Aç Avrupa, savaşla geçen üç yıl ve savaşı takip eden yıllarda Amerikan buğdayı sayesinde ayakta kaldı. Amerikan burjuvazisi doğal olarak, Avrupa’da yeni devrimci sarsıntılar olması durumunda Avrupa’yı açıkça, aynı bir zamanlar Britanya ve Fransa’nın Sovyet Rusya’ya uyguladıkları sanayi ambargosu gibi, bir buğday ambargosuyla açlıktan öldürmekle tehdit ediyor. Bu, Avrupa işçi sınıfının ve her şeyden önce Alman işçilerinin hesaplarında yer tutan çok önemli bir konudur. Ve Sovyet Rusya olarak bizler, Avrupa proleter devriminin Sovyet Rusya tarafından sağlanan buğdayı yiyeceğini söylemeli ve fiilen göstermeliyiz.
Ve bu sözcükler, yoldaş köylüler, içi boş sözcükler, anlamsız ifadeler değildir. Tüm Avrupa’nın kaderi bu sorunun çözümüne bağlıdır. Olası iki durum var: Ya Avrupa proletaryası Amerikan çizmeleriyle yıldırılmış olarak kalacak, ya da Avrupa proletaryasına Rus işçi ve köylülerince arka çıkılacak ve böylece devrimin zor günleri ve ayları boyunca buğday garantilenecektir. Tarımdaki her ekonomik başarının devrimci bir iş olmasının nedeni budur. Sovyet Rusya’da kentlere ve sanayiye yardımcı olmak için ekinini yetiştirmeye uğraşan, işlerini tekrar yoluna koymaya çabalayan her köylünün –Almanya, Fransa ve Britanya’nın haritada nerede olduğunu pek bilmeyen köylüler bile– bugün, dünya ve ilk elde de Avrupa devrimine, biz eski ve deneyimli propagandistlerin yaptığından daha büyük bir yardım sunmasının nedeni budur.
Yoldaşlar bu aynı derece sanayimiz için de geçerlidir. Kendisine, “Sovyet Cumhuriyeti bana sosyalizmde işçi sınıfının durumunun nasıl iyileştirilebileceğini gösterene kadar bekleyeceğim” diyen Avrupa’nın devrimci partisi –hiçbir Komünist böyle bir şey söylemeyecektir– gerçekten acınası bir durumda olurdu. Kimsenin beklemeye hakkı yoktur; herkes bizimle yan yana dövüşmek sorumluluğunu taşır. Ancak öte yandan şu da inkâr edilemez ki, ekonomik başarılarımızın her biri, Avrupa’da işçi sınıfının durumu adım adım kötüleşirken Rusya’da işçi sınıfının durumunu iyileştirme olanağını bize verdiği ölçüde, evet, inkâr edilemez ki, her ekonomik başarımız argümanların en güçlüsü, Avrupa’da proleter devrimin ivmelendirilmesi lehindeki en güçlü propagandadır. İktidar elimizdedir; üretim araçları elimizdedir. Sınırlarımızı koruyoruz. Bu da daha az önemli bir ayrıntı değildir.
Eğer sınırlarımız ona açık olsaydı, birinci sınıf çizmeleriyle bu aynı Amerikan milyonerleri Rusya’mızın tümünü satın alabilirdi. Bu nedenle, dış ticaret tekeli, üretim araçlarının devletleştirilmesi kadar vazgeçemeyeceğimiz bir devrimci kazanımdır. Bu nedenle, yerkürenin halen kapitalist boyunduruk altındaki beş kıtasından üzerimize ne kadar baskı yapılırsa yapılsın, Rusya’nın işçi sınıfı ve köylüleri dış ticaret tekelinin ihlâline izin vermeyeceklerdir. Kozlarımız bunlardır. Yalnızca üretimin doğru bir organizasyonuyla bunları koruyabilir, arttırabilir ve heba etmeyebiliriz. Yoldaşlar, bu noktadan kalkarsak, görevlerimizin zorlukları konusunda kendimizi aldatmamalıyız. Yeni Ekonomik Politikamızı (NEP) dünya perspektifleriyle bağlantılı olarak gündemine özel bir madde olarak alan Dördüncü Kongrede söylediğimiz şey budur. En büyük kozlarımızı masaya serdik: Devlet iktidarı, ulaşım, sanayide öncelikli üretim araçları, doğal kaynaklar, toprağın devletleştirilmesi, bu devletleştirilmiş topraklardan alınan aynî vergiler ve dış ticaret tekeli. Bunlar birinci sınıf kozlardır. Ancak bunların nasıl kullanılacağını bilinmiyorsa, daha iyi kozların bile kaybedilmesi mümkündür. Yoldaşlar, öğrenmeliyiz. Kongrede Yoldaş Lenin kısa konuşmasında bu noktaya, yani sadece onların değil bizim de öğrenmek zorunda olduğumuza özel bir vurgu yaptı. Sanayinin doğru bir şekilde nasıl organize edildiğini öğrenmek zorundayız, çünkü bu doğru organizasyon halen önümüzde duruyor, arkamızda değil. Bu organizasyon yarınımızdır, dünümüz hatta bugünümüz bile değil.
Paramızı istikrarlı hale getirmeye çalışıyoruz. Bu da Dördüncü Kongrede ele alındı. Bu çabalar elzemdir ve doğal olarak bu alanda göreli başarılarımız arttıkça, sanayideki idari emeğimiz çok daha azalmış olacaktır. Hepimiz çok açıkça anlamalıyız ki, mali alanındaki tüm çabalara, sanayi alanındaki gerçek maddi başarılarca eşlik edilmedikçe, bu çabalar yalnızca çocukların oyunu olarak kalır. Temel, sanayimizdir; Sovyet devleti bu temele dayanmakta, onunla gelişip serpilmekte ve işçi sınıfının gelecekteki zaferlerinin teminatını oradan almaktadır.
Sonuç olarak, benzer şekilde elimizde bulunan, bir koz daha, bir aygıt daha, bir diğer örgüt daha var. Onun hakkında Kongrede defalarca konuştuk: Partimiz. Burada her şeyden önce Sovyet Kongresinin Komünist fraksiyonu önünde konuşuyorum ve bitirirken partimiz hakkında birkaç şey söylemeliyim. Genel analizden şu çıkıyor; Avrupa ölçeğinde, doğrudan devrimci mücadelede bir gerileme döneminden ve buna paralel olarak eğitim çalışması ve Komünist Partinin güçlendirilmesi döneminden geçiyoruz. Gelişim, ertelenen ve uzayan bir karakter almıştır. Bu, Avrupa’nın ve sonra dünyanın yardımı için daha fazla beklememiz gerekeceği, partimizin uzun bir zaman için, belki de yıllarca, dünya devriminin öncüsü olarak kalmaya mahkûm olması anlamına gelir.
Bu büyük bir onurdur. Fakat aynı zamanda büyük bir sorumluluk ve çok büyük bir yüktür. Yanı başımızda Almanya’da, Polonya’da ve diğer ülkelerde Sovyet Cumhuriyetlerinin olmasını tercih ederdik. Sorumluluğumuz bu durumda daha az olurdu ve konumumuzun zorlukları bu kadar büyük olmazdı. Partimiz, devrim öncesinde yeraltı çalışmasıyla çelikleşen kadrolara sahiptir, ancak bunlar azınlıktadır. Partimiz, insan malzemesi açısından eski zamanlardakinden aşağı kalmayan yüz binlere sahiptir. Devrimden sonra saflarımıza akın eden bu yüz binler, gençliğin avantajlarına sahiptirler, ancak daha az deneyimli olma handikapları da vardır. Yoldaş Lenin bana, Çek ya da Alman bir doktorun, Rusya Komünist Partisinin birkaç bin eski üyeden oluştuğunu, gerisinin genç olduğunu yazdığını anlattı (bunu kendim okumadım). Bu doktor, NEP koşullarının partimizi yeniden biçimlendirme eğiliminde olacağını ve eğer –birkaç bin gücündeki– eski kuşak faaliyetten çekilirse, partinin NEP unsurlarınca, kapitalizmin unsurlarınca el altından dönüştürüleceğini düşünüyor. İşte, gördüğünüz gibi, çok ince bir politik ve psikolojik hesap. Bu hesap şüphesiz tamamıyla yanlıştır. Ancak aynı zamanda partimizin, devrimci gelişimin ertelenen karakterini ve konumumuzun zorluklarını hesaba katmasını, yeni kuşakların eğitimi, gençlerin partiye çekilmesi ve parti kitlesinin niteliklerinin yükseltilmesi çabalarını ikiye, üçe katlamasını gerektirir. Mevcut şartlarda bu bizim için bir ölüm-kalım sorunudur.
Yoldaşlar, başka bir konuya daha değinmek istiyorum, hepimiz için çok önemli bir konuya: Vladimir İlyiç’in hastalığına. Buradakilerin çoğu, Avrupa basınını izleme fırsatı bulamamıştır. Dışarıda bizi konu alan, bize karşı birçok vahşi kampanya düzenlenirdi, ancak Yoldaş Lenin’in hastalığı çerçevesinde yapılan bugünlerdeki kampanya kadar kinci, ahlâksız ve zalimce spekülasyonların yapıldığı böylesi yoğun bir kampanyayı –Alman casusları olarak peşimize düşüldüğü Kerensky günlerinde bile– hatırlamıyorum. Düşmanlarımız şüphesiz en kötü sonucun, olası en kötü bireysel sonucun gerçekleşmesini umuyorlar. Aynı zamanda partimizin başsız kaldığını, birbirine düşen gruplara bölündüğünü, dağıldığını ve Rusya’yı ele geçirmek için bir fırsat oluştuğunu söylüyorlar. Beyaz Muhafız cürufu bundan açıkça bahsediyor kuşkusuz. Avrupa’nın diplomatları ve kapitalistleri ise, kendi aralarında fısıldaşıyorlar.
Yoldaşlar, bu şekilde de, kendi istek ve amaçlarına karşıt olarak bir kez daha göstermişlerdir ki; bir yandan Yoldaş Lenin’in partimiz ve devrim açısından taşıdığı önemi kendi yöntemleriyle değerlendirebiliyorlar, diğer yandan –onlar için çok daha kötüsü– partimizin doğasını ne anlayabiliyorlar ne de onun karakterini biliyorlar. Benim açımdan, Yoldaş Lenin’in ülkemizdeki ve dünyadaki hareket açısından önemi hakkında Sovyet Kongresinin Komünist fraksiyonu önünde konuşmak gereksiz. Ancak Yoldaşlar, parti ile onu en iyi, en tam biçimde ve gerçek bir dahinin yöntemiyle dile getiren birey arasında yalnızca fiziksel değil aynı zamanda ruhsal, içsel, çözülmez bir bağ vardır. Ve bu, ifadesini, Yoldaş Lenin hastalığı nedeniyle çalışmadan koptuğunda, (tüm dünyada uluyan burjuva çakallar hakkında bir şeyler bilen) partinin tedirgin bir umutla Yoldaş Lenin’in durumuyla ilgili haber ve bültenleri beklemesi, ancak aynı zamanda partimizdeki tek bir kasın bile titrememesi, tek bir tereddüt, bölünmek bir yana, iç çatışma olasılığına dair en ufak bir ipucunun dahi olmamasında bulmuştur. Yoldaş Lenin doktorlarının emriyle işten el çektirildiğinde, parti bugün tabandaki her bir üyesinin sırtına iki üç kat fazla sorumluluk bindiğini anlamış ve oybirliğiyle liderinin dönüşünü beklemeye başlamıştır.
Pek uzun olmayan bir süre önce, bir burjuva politikacıyla görüşmeye katılmıştım, bana şunu söyledi: “Sovyet ve parti gruplarınızla iyi bir görüşme yaptım. Şüphesiz aranızda bireysel ve grupsal çelişkiler var, ancak hakkınızı vermeli. Dış dünya, ya da bir dış tehlike veya genel görevler söz konusu olur olmaz, her zaman cephenizi oluşturuyorsunuz.” Açıklamasının cephemizi oluşturmamıza dair son bölümü beni memnun etti, ancak ilk bölümü, itiraf edeyim ki biraz canımı sıktı. Bizimki gibi devasa görevlerle, düşünülebilecek en büyük zorluklar altında ve su götürmez biçimde yorulan (maddenin doğası gereği) eskilerle, bizimki kadar büyük bir parti söz konusu olduğu ölçüde; bazı iç tehlikeler partimiz içinde ortaya çıkabildiği ölçüde, bunlara karşı, tüm partinin niteliğini yükseltmek ve her alandaki üyelerinin parti kamuoyunun artan basıncını hissedebilmeleri için parti kamuoyunu güçlendirmekten başka bir çare yoktur ve olamaz.
Uluslararası durumun bütününden çıkardığımız sonuçlar bunlardır. Avrupa devriminin saati belki yarın gelip çatmayacak. Haftalar ve aylar ve belki yıllar geçecek ve dünyadaki yegâne işçi-köylü devleti olarak kalmaya devam edeceğiz. İtalya’da Mussolini zafer kazandı. Almanya’da Alman Mussolini’lerinin zaferini önlemeyi garantiledik mi? Hiç de değil. Ve Fransa’da Poincaré’inkinden çok çok daha fazla gerici bir hükümetin iktidara gelmesi bütünüyle olasıdır. Arka ayakları üzerinde bağdaş kurup oturmadan ve Kerensky’sini öne çıkarmadan önce, burjuvazi halen tamamıyla, sonuncu Stolypin’lerini, Plehve’lerini, Sipyagin’lerini geliştirmeye muktedirdir. Bu bizim ayakta durmamızı, Sovyet devletinin ayakta kalmasını ve sonuç olarak her şeyden önce partimizin kendisini sonuna kadar korumasını sağlayacak olan Avrupa devrimine bir başlangıç olacaktır. Belki de bir yıldan uzun bir süre, bu ekonomik, politik ve diğer her türden hazırlık çalışmasından geçmek zorunda kalacağız.
Bu nedenle kitle kaynaklarımızı daha büyük oranda bir araya getirmeliyiz. Partimizin içinde ve çevresinde daha fazla genç! Niteliklerini en üst düzeye çıkar! Partimizin niteliklerinin yükseltilmesiyle, deneyimin eski kuşaktan yenisine aktarılmasıyla, bu tam kaynaşma durumu bir kez elimizde var oldukça, başımızın üstünde hangi fırtınalar –son proleter zaferin bu müjdecileri– patlarsa patlasın, bilincimizde hiçbir şüphe olmayacak ki; Sovyet sınırları, karşı-devrimin ötesine geçemeyeceği siperler olacaktır. Bu siperler bizim tarafımızdan, Sovyet Rusya’nın öncüsü tarafından, Komünist Parti tarafından güçlendirilmiştir ve bu siperleri ta ki o güne kadar ihlâl edilmemiş ve yenilmez olarak koruyacağız, ta ki Avrupa devrimi gelene ve Avrupa’nın tamamında, Dünya Sovyet Cumhuriyetinin eşiği, Avrupa Birleşik Devletleri Sovyet Cumhuriyetinin bayrağı dalgalanıncaya kadar.
(Uzun ve güçlü alkışlar)
(Yaşasın Kızıl Ordu’nun lideri Yoldaş Troçki! Yaşasın Yoldaş Lenin! sloganları)
10 Aralık 1922
Sevgili Yoldaş McKay,
1. Fransa’nın Avrupa kıtasında zenci birliklerini kullanmasını önlemek için hangi pratik önlemler alınmalıdır? İlk sorunuz bu.
Bizzat zencilerin kendileri bu şekilde kullanılmaya karşı direnmelidirler. Fransız emperyalizmine Avrupa’ya hükmetmesi için yardım ettiklerinde, aslında bizzat kendilerini boyunduruk altına alması için yardım etmiş olduklarını, böyle yaparak Fransız kapitalizminin Afrika ve diğer sömürgelerdeki egemenliğini desteklemiş olacaklarını anlamaları sağlanmalıdır.
Avrupa işçi sınıfı ve özellikle Fransız ve Alman işçi sınıfı, en yaşamsal çıkarlarının beyaz olmayan halkları aydınlatma çalışmasında yattığını anlamak zorundadırlar. Rengine bakılmaksızın tüm insanların eşit olduğu üzerine, sömürge halklarının kendi kaderlerini tayin hakkı üzerine genel açıklamalar yapmanın günü geçiyor. Doğrudan ve pratik eylemin vakti gelmiştir. Devrim bayrağı etrafında toplanan ve zenciler arasında pratik bir çalışma için bir grup oluşturmak üzere birleşen her 10 zenci, İkinci Enternasyonal’den bu kadar cömertçe geçen, ilkelerin sergilendiği düzinelerce karardan yüz kat daha değerlidir. Mümkün olan en kısa zamanda, mümkün olduğunca fazla aydınlanmış zenciyi düşüncelerine kazanmaya dönük yoğun bir çaba harcamaksızın, bu konuda yalnızca platonik kararlarla kendisini sınırlayan bir Komünist Parti, Komünist Parti adına lâyık olmayacaktır.
2. Hiç şüphe yok ki, emperyalist savaş için ve günümüzde Alman topraklarının işgali için beyaz olmayanlardan oluşan birlikleri kullanmak, Avrupa kapitalizminin ve özellikle de Fransız ve İngiliz kapitalizminin, silahlı kuvvetleri Avrupa dışından devşirmek için ustaca planladıkları ve dikkatlice yürüttükleri bir girişimdir. Bu sayede kapitalizm, Avrupa’daki devrimci kitlelere karşı, emrindeki Afrika ya da Asya birliklerini seferber edebilecek, silahlandırabilecek ve disipline edebilecektir. Emperyalist ordular için sömürge rezervlerinin kullanılması sorunu bu yolla Avrupa devrimi sorununa, yani Avrupa işçi sınıfının akıbeti sorununa sıkı sıkıya bağlanır.
3. Kuşkusuz, ekonomik ve kültürel olarak geri sömürge kitlelerinin emperyalizmin dünya çapındaki çatışmalarında, ve dahası Avrupa’daki sınıf çatışmalarında kullanılması, burjuvazi için olağanüstü riskli bir denemedir. Zenciler ve gerçekte tüm sömürgelerin yerli halkları, muhafazakârlıklarını ve zihinsel katılıklarını yalnızca alışık oldukları ekonomik koşullar altında yaşamaya devam ettikleri ölçüde koruyorlar. Ancak sermayenin ya da daha önce militarizmin eli, onları alışık oldukları çevreden mekanik bir biçimde kopardığında ve onları yeni ve karmaşık sorunlar ve çatışmalar (farklı ulusların burjuvazileri arasındaki çatışmalar, bir ulusun sınıfları arasındaki çatışmalar) uğruna yaşamlarını ortaya koymaya zorladığında, ruhsal tutuculukları birdenbire çökmekte ve devrimci düşünceler hızla bilince çıkmaktadır.
4. Bu nedenle bugün acilen, sayıları ne kadar az olursa olsun, zenci kitlelerin maddi ve moral düzeylerini yükseltme coşkusuyla dolu ve aynı zamanda kafaca, zenci kitlelerin çıkarlarının ve akıbetinin, tüm dünya insanlarının ve ilk elde de Avrupa işçi sınıfının akıbetiyle özdeş olduğunu kavrama yeteneğine sahip aydınlatılmış, genç ve özverili zencilere sahip olmak son derece önemlidir.
Zenci propagandacıların eğitimi, bugünkü bunalımlı dönemde olağanüstü ölçüde ivedi ve önemli bir devrimci görevdir.
5. Kuzey Amerika’da bu sorun, zenciler içinde savaşan yoldaşları ve onlarla dost işçileri tanımayı reddeden işçi sınıfının ayrıcalıklı üst tabakasının iğrenç kalın kafalılığı ve kast yüzsüzlükleri tarafından daha da karışıklaştırılmış bulunmaktadır. Gomper’in politikası kendisine bu tip aşağılık önyargıları temel almaktadır ve içinde bulunduğumuz dönemde beyaz ve beyaz olmayan işçilere başarıyla boyun eğdirebilmenin en etkili garantisidir. Bu politikaya karşı savaşım farklı taraflardan başlatılmalı ve her hatta yayılmalıdır. Bu çatışmanın en önemli dallarından biri, Amerikan kapitalizminin zenci köleleri arasında insani onur ve devrimci protesto duygularını canlandırarak proleter bilinci aşılamaktır. Yukarıda söylendiği gibi, bu çalışma ancak özverili ve politik eğitimli devrimci zenciler tarafından gerçekleştirilebilir.
Söylemeye gerek yok ki, bu çalışma bir zenci şovenizmi ruhuyla değil –bu yalnızca beyaz şovenizminin karşı kutbunu oluşturmak olurdu– renklerine bakılmaksızın tüm sömürülenlerin dayanışması ruhuyla gerçekleştirilmelidir.
Amerikan zencileri arasındaki bir hareket için en uygun örgütsel biçim nedir şeklindeki sorunuza cevap vermem, somut koşullar ve olanaklarla ilgi yeterli bilgim olmadığından oldukça zor. Ancak, eyleme girişmek yönünde yeterli bir istek olur olmaz bu örgütlenme biçimi bulunacaktır.
Komünist selâmlarımla,
L. Troçki
5 Nisan 1923
[Parça]
Yoldaşlar, şimdi özellikle Ukrayna için önemli bir soruna gelmek zorundayım: Ulusal sorun. Bu sorunu yükseltme inisiyatifinin Vladimir İliç’te olduğunu zaten belirtmiştim. Hastalığının arifesinde, aynı köylü sorununda olduğu gibi bu sorunda da ciddi hatalar işlenmiş olabileceğinden korkarak, alarm zillerini çaldı. Ve, Lugansk bölgesi konferansı hakkındaki raporu okuduğumda böyle hatalar yapma olasılığını şiddetle hissettim. Raporda şöyle diyordu: “Yoldaş Rakovsky ulusal sorun üzerine bir rapor hazırladı, ama bu rapor bizi hazırlıksız yakaladı ve hiç tartışma olmadı.”
Sanıyorum yine aynı raporda, ya da başka birinde (Kommunist’te ya da Proletary’de) birçok yoldaşın ulusal sorunun neden yeniden su yüzüne çıkarıldığını anlamadıklarını belirten ifadeye rastladım. Bildikleri kadarıyla bu sorunun “halledildiğini” düşünüyorlardı. Aynı ruh haliyle, yalnızca Ukrayna’da değil, kuzeyde, Büyük Rusya’da, özellikle Moskova’da da karşılaştığımı belirtmeliyim. Buralarda da bazı yoldaşlar, nasıl olup da şu anda tüm ulusların eşit olduğu işçilerin ve köylülerin Sovyet devletinin varoluşunun altıncı yılında ulusal sorunu aniden kongrenin gündemine yerleştirdiğimizi anlamamışlardı. Ne de olsa bunu çok önce “hallet”memiş miydik? Ukrayna bağımsızdı, Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan bağımsız cumhuriyetlerdi vs., vs.. Buralarda daha ne yapılacaktı ki?
Elbette, yoldaşlar ulusal sorun bizim temel amacımız değildir; bizim amacımız komünizmdir. Üzerinde durduğumuz temel, ulusal sorun değil toplumsal sorundur. Ama öyleyse köylü ekonomisi de bizim amacımız değildir; amacımız merkezileşmiş sosyalist ekonomi, yüksek teknik, vb.dir. Ne var ki köylü ekonomisi bir olgudur; bir program ya da amaç değildir, ama öyle bir olgu ki, milyonlarca, on milyonlarca, yüz milyonlarca dekarı, çiftliği ve insanı ilgilendiriyor; ve bu temel olguya karşı dikkatsiz bir tavır tüm programımızı tepe taklak eder. Ulusal sorun da aynıdır. Bu iki sorun –köylü sorunu ve ulusal sorun– birbirlerine çok yakındır. Bunlar genel olarak aynı çağın ifadesidirler.
Biz tabii ki ulusal köleliğin, eşitsizliğin vb. ortadan kaldırılacağını ilân ettik. Tabii ki her ulusun kendi işlerini kendi bildiği gibi halletme hakkını, devletten ayrılma hakkı da dahil olmak üzere –doğal olarak, her ne kadar biz bu hakkın üzerine devrimci öz-savunma görevini koyuyorsak da– ilân ettik. Herhangi bir ulusal grup nerede olursa olsun kendi kaderini işçi sınıfıyla değil, işçi sınıfına karşı mücadele etmek için emperyalizmle bağlarsa, sınıf savaşımı yasası aynı Menşevik Gürcistan’a ilişkin durumda olduğu gibi tüm diğer yasalardan daha önde gelir; fakat devrimci savunma görevi yerine getirildiğinde, ilgili ulusun köylüleri, küçük-burjuvazisi ve geri işçilerine şunu söyleriz: Yoldaşlar, bizim ulusal meselelerde sizinle hiçbir farkımız olmayacak.
Biz size yalnızca kimi zaman uygunsuzca ifade edildiği gibi “izin” vermekle kalmayacağız; hayır, size ulusal anlamda sorunlarınızı halletmeniz için en iyi ve en doyurucu şekilde yardım edeceğiz. Size, kendi dilinizle insan kültürünün en yüksek kazanımlarına katılmanız için yardım edeceğiz; çünkü bu, meselenin özüdür. Köylü, özellikle de acımasızca ezilegelen küçük bir ulusa üye geri köylü aciz olduğu için, bizim “her şeyi kendi bildiğiniz gibi düzenleyin” şeklindeki duyurumuz yetmez. Yardıma muhtaçtır ve bir işçi ve köylü devleti olsa bile ona, onun ulusal özgürlüklerine, diline, geriliğine duyarsız bir devlet makinesini üzerinde gördüğünde, kendisini iki kat aciz hisseder.
Egemen parti ve devlet aygıtının dil konusunda halk kitlesine yabancılaşması çok tehlikeli türden bir yabancılaşmadır. Bir halkın günlük konuşması, yani ulusal dili gibi bir politik “bağlantı”ya karşı yüzeysel bir tavra sahip olunamaz. Bu sorun tüm Birliğimiz için ve on kat da Ukrayna için önemlidir. Yoldaş Rakovsky’nin Donets bölgesi konferansına gönderdiği mektupta bana özellikle önemli görünen bir düşünceye rastladım: Kendisi köylü sorunuyla ulusal sorunu birleştirmektedir. Eğer proletarya ve köylülük arasında bir kopma olacaksa, eğer burjuvazi politik temsilcileri Sosyalist Devrimciler ve Menşeviklerin –ya da daha kararlı ve azimli olan diğerlerinin– şahsında köylülüğün önderliğini almayı başaracaksa, bu, Yoldaş Lenin’in kısa zaman önce yazdığı gibi, bir iç savaş, proletaryanın Batı’daki zaferine kadar tüm bu hat boyunca bir iç savaş anlamına gelecektir; ve şunu eklemeliyiz ki bu iç savaşın sonucu bizim için şüphelidir.
Fakat yoldaşlar, eğer proletarya ile köylülük arasında bir yanlış anlama tehlikeliyse, bu, köylülük bir milliyete sahip olmadığında, ki geçmişte egemen milliyet monarşist Rusya’ydı, yani köylülük, ister Ukraynalı ister Azerbaycanlı isterse Ermeni olsun, egemen aygıtla her zaman, yalnızca diğer bir sınıfın kendi üzerindeki iktidarını değil, ulusal baskının iktidarını da gören bir köylülük olduğunda, yüz kat daha tehlikelidir; öyle ki, savunmacı milliyetçilik, köylülüğü kendi ulusal burjuvazisinin yanında yer almaya götürmüştür.
Partinin, yalnızca eser miktarda köylüyle birlikte, çoğunlukla şehirli işçilerden ve genel olarak şehirli insanlardan oluştuğu ve şehirli işçilerin önemli bölümünün Ukrayna asıllı olmadığı ve partinin ulusal bileşiminin Ukrayna Sovyet aygıtı üzerinde şüphe götürmez ölçüde belirleyici bir etkisinin olduğu Ukrayna’da –Yoldaş Rakovsky’nin mektubuna geliyorum– bu koşullar altında halihazırda, bir tehlike değilse bile, görmezden gelinemeyecek ve çözmek için çaba harcamak zorunda olduğumuz ciddi, potansiyel bir sorun vardır. Yalnızca köylü pazarıyla ekonomik bir bağ ve proletaryayla köylülük arasında genel bir bağ gerekmiyor, aynı zamanda dil sorunu, okul ve kültür sorunları üzerinde de çok ciddi bir şekilde düşünmek zorundasınız.
Köylüler arasındaki güvensizliğe gelince yoldaşlar, eğer şu ya da bu temelde yükselecek olursa –ki bu olabilir ve olacaktır, çünkü çatışmalar kaçınılmazdır– bu güvensizlik milliyetçi bir ideoloji rengini aldığında yüz kat daha tehlikeli olacaktır. Milliyetçi ideoloji çok büyük öneme sahip bir faktördür. Milliyetçi psikoloji kimi durumlarda devrimci, kimi durumlarda karşı-devrimci olan patlayıcı bir güçtür; ama her iki durumda da devasa patlayıcı bir güç. Bu dinamitin, sözde “ulusal” çıkarları için proletaryayı hareketlendirdiği savaşlar boyunca burjuvazi tarafından nasıl kullanıldığını hatırlayın. Bu, bize karşı şeytani bir deneydi ve başarılı oldu. Burjuvazi emperyalist amaçlar için milliyetçiliğin patlayıcı gücünü kullanabileceğini bizzat gösterdi.
Ama Doğu’da, Hindistan’da, Çin’de, yüz milyonlar emperyalizme karşı yönelmiş ulusal bir hareket içinde ayağa kalktılar. Doğu’nun ulusal mücadelesi, devasa patlayıcı bir güç ve muazzam bir çarpana sahip devrimci bir dinamiktir. Avrupa proletaryasının görevi bizzat bu gücü kullanabileceğini göstermektir. Bizim ülkemizde, yoldaşlar, inşa faaliyetimiz sırasında ulusal faktör potansiyel bir güçtür ve şu ya da bu yöne yönlendirilebileceği açığa çıkmaktadır. Eğer köylülüğe yaklaşmayı, köylüyü, onun psikolojisini, dilini incelemeyi beceremezsek onu ikinci bir Petlyura[2] hareketine sürükleyebiliriz ve ikinci bir Petlyura hareketi birincisinden çok daha organik, çok daha şiddetli ve tehlikeli olacaktır.
Bu ikinci Petlyura hareketi kültürel bir planla silahlanmış –okullarda, kooperatiflerde, yaşamın her alanında– olacak ve Ukrayna köylüsünün her şikayeti ulusal çarpanla çarpılacak ve bu Petlyura’nın eşkıyalığından çok daha tehlikeli olacaktır. Ama eğer Ukrayna köylüsü, Komünist Partinin ve Sovyet iktidarının onunla ulusal sorun alanında tam bir duyarlıkla ve anlayışla ilgilendiğini ve ona “biz size verebileceğimiz her şeyi vereceğiz, size yardım etmek istiyoruz geri kalmış kardeşimiz, sizin kendinizi ayağa kaldırabileceğiniz tüm köprüleri, tüm adımları sizinle birlikte inşa etmek istiyoruz, yeteneğimizin en son noktasına kadar sizin çabalarınıza karşılık vermek ve insanlık kültürünün yararına sizin kendi anadilinizi kullanmanıza yardım etmek istiyoruz. Tüm devlet kurumlarında, demiryollarında, posta hizmetlerinde sizi kendi dilinizde anlamak ve sizinle kendi dilinizle konuşmak zorundalar, çünkü bu sizin devletinizdir” dediğini hisseder ve görürse, o zaman köylü böyle bir yaklaşımı kavrayacak ve takdir edecektir. Ona yoksul olduğumuzdan dolayı iyi donanımlı, üç katlı okullar veremesek bile, çocukların anne ve babaları tarafından anlaşılan dilde okuyup yazmayı öğrenebilecekleri okullar sağlamak zorundayız. Eğer yapmazsak köylülük her türlü huzursuzluğunu ulusal çarpanla çarpacaktır ve bu da Sovyet rejimini tasfiye etmekle tehdit edecektir. Tek bir ekonomik ya da kültürel sorunu çözmediğimiz gibi, ulusal sorunu da çözmediğimizin farkına varmak zorundayız. Biz yalnızca, ulusal sorunu çözmek için devrimci öncülleri yarattık. Çarlığın halklar ve uluslar hapishanesini yerle bir ettik. Fakat bu ulusal eşitliği ilan etmemiz için yeterli değildir, ezilen insanlara pratikte –ki son derece güvensizler– onlarla birlikte olduğumuzu, onlar için bulunduğumuzu ve onların ulusal çıkarlarına genel sözlerle değil, gerçekte, fiilen hizmet ettiğimizi göstermemiz gerekiyor.
Halk, “fazla olması az olmasından iyidir” der. Dikkat ve sağduyu fazlalığının hiçbir zararı olmaz, ama ulusal sorunun olduğu yerde bunun azlığının parti için şiddetli sonuçları olur. Bu nedenle ulusal sorunu kongre gündemine yerleştirdik. Tüm sorunlarda olduğu gibi bu sorunu da, yalnızca ilke düzeyinde değil aynı zamanda bütünüyle somut bir şekilde sosyalist inşanın verili aşamasına uygulayarak ortaya koyduk.
Ulusal istemlere devlet yapısı içinde nasıl örgütlü bir ifade verebiliriz? Bu soruna karşı federasyonun tavrı kesin değildi. Son birkaç yıl boyunca bu meselede tamamıyla söz konusu aşamanın fazla sürmeyeceği kanısını taşıyorduk ve aynı Çar Petro’nun zamanında Eski İnananlar’ın “ne diye sağlam yapılmış evler istiyoruz ki, biz İsa’nın gelişini bekliyoruz” demeleri gibi, biz de, bir dereceye kadar sanki devrimin çok hızlı bir gelişimini bekleyerek, kendimizi uzun inşa faaliyetiyle meşgul etmeye istekli değildik.
Sonra NEP geldi ve ardından anlaşıldı ki NEP çok uzun süreli bir işti; ve kendimize dedik ki, taş evler olmasa bile –onlardan çok ilerideyiz!– en azından daha sürekli, hatta yalnızca geçici bir yerleşim biçimine geçmek zorundayız, ve ulusal soruna ilişkin şimdiki devlet örgütlenmemiz bu dikkatliliğimizin ifade edilişidir. Biz işe Sovyet Cumhuriyetleri Birliğini oluşturmakla başladık ve onu oluşturduğumuzda, çeşitli ulusların özgül çıkarlarına ve istemlerine doğru bir şekilde yanıt verebileceğimiz bir örgütsel aygıtı sağlamamış olduğumuzu fark ettik. Buradan, başlangıçta birçok yoldaşı şoka uğratan özel bir Sovyet uluslar kamarası düşüncesine vardık.
Kabul etmeliyim ki başlangıçta bundan pek hoşlanmamıştım. “İkinci kamara” ifadesi devlet hukukuna ilişkin eski ders kitaplarını hatırlatan havasıyla çok sevimsiz görünüyordu. Fakat sorun hiç de bu değildi. Sorun, ulusal soruna sistematik, örgütlü ve planlı bir şekilde yaklaşmanın gerekliliğiydi. Burada, Merkez Denetleme Komisyonuyla belli bir benzerlik söz konusudur. Merkez Denetleme Komisyonu nedir? Şüphesiz bir iksir değildir ve tüm problemleri çözebilecek bir organ oluşturduğumuzu ileri sürmemiz saçma olur. Hayır, ama bu çok daha doğru ve sistematik bir şekilde, devlet aygıtımız, parti ve işçi sınıfı içinde neler yapıldığını kontrol eden ve böylelikle problemlere doğru bir çözüm olanağını kolaylaştıran yeni bir organdır.
Peki uluslar kamarası nedir? Her ulusal fikrin nerede zarar verdiğine ve özel bir ulusal grubun şu ya da bu tedbire nasıl tepki göstereceğine vs. ilişkin daha sistemli ve planlı olarak ağız yoklamak için kurulmuş özel bir organdır. Ulusal politikada genel liderlik tabii ki bütünüyle partimizin elindedir. Ama parti tüm bu problemleri kendi kafasından parti düşüncesinin dahili egzersizinin biricik yöntemiyle çözemez; parti somut görevler ve koşullarla örgütlü ilişkiye ihtiyaç duyar. Eski problemleri çözmek için, ulusal sorunda da, yeni, daha karmaşık, daha gelişmiş organlara ve daha sistemli ve planlı yöntemlere ihtiyaç duyar.
21 Nisan 1924
Yoldaşlar, üniversitenizin üç yıllık çalışmalarını özetleyen belgeleri, hücre büronuzdan edindim. İsteğim üzerine kimi yoldaşlar, en önemli noktaların hepsini benim için işaretleyerek, belgelerden haberdar olma görevimi önemli ölçüde kolaylaştırdılar. Ve nasıl söyleyeceğimi bilmiyorum, belki benim ayıbım belki de kaybımdır ama, üniversitenizin çalışmalarını ne günlük ne de aylık olarak yakından izleme fırsatım oldu. Bu çalışmalar, yıldönümlerinde alışılagelen abartmalardan tamamıyla uzak olarak söylüyorum, istisnai ve dünya-tarihsel bir öneme sahiptir.
Yoldaşlar, yıldönümü toplantılarında belki teoriye dalmak adetten değildir; ancak yine de, üniversitenizin, hiçbir şekilde basit bir devrimci eğitim kurumu olmayıp, dünya-tarihsel önemde bir kaldıraç oluşturduğu yönündeki görüşümü destekleyecek genel nitelikte birkaç gözlemimi sunmama izin verin.
Günümüzün tüm politik ve kültürel hareketi, kendisinden köklenmiş olduğu, büyüdüğü ve sınırlarından taştığı kapitalizme dayanıyor. Ancak şematik konuşacak olursak, kapitalizmin iki farklı yüzü vardır: Metropollerin kapitalizmi ve sömürgelerin kapitalizmi. Metropolün klasik örneği Britanya’dır. Bugün o, MacDonald’ın sözde “İşçi” hükümetiyle taçlandırılmıştır. Sömürgelere gelince, hangisinin en tipik sömürge olduğunu söylemekte tereddüt ediyorum: Bu, biçimsel anlamda sömürge olan Hindistan da olabilir; bağımsızlık görünümünü dünyadaki konumu itibariyle henüz koruyan ve sömürge tipine ait gelişim çizgisiyle Çin de. Klasik kapitalizm Britanya’dadır. Marx, Kapital’i Londra’da, en ileri ülkenin gelişimini doğrudan gözlemleyerek yazdı; ne zaman incelediğinizi hatırlamasam da sizler bunu biliyorsunuz... Sömürgelerde kapitalizm, kendi parçalarından değil, yabancı sermayenin davetsiz gelişiyle gelişir. İki farklı tipi oluşturan şey de budur. Çok bilimsel olmasa da, oldukça kesin ifadelerle koyacak olursak; MacDonald neden bu kadar tutucu, bu kadar çapsız ve aptaldır?
Çünkü Britanya kapitalizmin klasik toprağıdır; çünkü oradaki kapitalizm el çıkrıklarından başlayarak, manüfaktürden geçerek modern sanayiye adım adım, “evrimci” yoldan, organik olarak gelişti. Ve bundan dolayı dünün ve daha öncesinin önyargılarını, geçmiş ve önceki yüzyılların önyargılarını, geçmişin tüm ideolojik süprüntülerini MacDonald’ın kafasında bulmanız mümkündür [alkışlar]. İlk bakışta burada bir tarihsel çelişki varmış gibi görünür: Marx neden, eğer Rusya’yı saymazsak, 19. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’nın en büyük ülkelerinin en gerisinde, geri Almanya’da ortaya çıktı? Marx neden Almanya’da ortaya çıktı ve Lenin neden 19. ve 20. yüzyılların kesiştiği dönemde Rusya’da ortaya çıktı? Açık bir çelişki! Fakat bu ne türden bir çelişkidir? İşte bu, ancak tarihsel gelişimin diyalektiği dediğimiz şeyce açıklanabilecek türden bir çelişkidir.
Tarih, Britanya makineleri ve pamukluları biçimi altında, gelişmenin en devrimci faktörünü yarattı. Fakat bu makine ve pamuklular, insan bilinci genel olarak ürkütücü bir tutuculuk düzeyinde kalırken, uzun ve yavaş bir tarihsel geçiş yoluyla, adım adım oluşturuldu ve yaratıldı.
Ekonomik gelişme yavaş ve sistematik bir biçimde ilerlediğinde, insanın kafasındakileri yerle bir etmek daha zorlaşır. Öznelciler ve idealistler, genelde, insan bilincinin, eleştirel düşüncenin vs., tarihi tıpkı bir römorkun mavnayı çekmesi gibi ilerlettiğini söylerler. Bu doğru değildir. Sizler ve ben Marksistiz ve şunu biliyoruz; tarihin itici gücü, bugüne kadar insan iradesinden bağımsız olarak şekillenmiş olan ve özellikle tekrar edeyim, eğer gelişme yavaş, organik ve hissedilmez bir şekilde gerçekleşirse, yeni bir politik düşüncenin kıvılcımını üretmek için insanın tutucu kafatasını parçalamayı giderek daha fazla güçleştiren üretici güçlerden oluşur. Ancak bir metropolün, Britanya gibi kapitalizmin klasik bir toprağının üretici güçleri 19. yüzyılın ilk yarısındaki Almanya, 19. ve 20. yüzyılların havzasındaki bizler ve günümüz Asya’sı gibi daha geri ülkelere hücuma geçtiğinde; ekonomik etkenler eski rejimi çatırdatan bir devrimci yola girdiklerinde; gelişim, aşamalı ve “organik” olarak değil, muazzam şoklar ve eski toplumsal katmanlarda ani kaymalar aracılığıyla gerçekleştiğinde; eleştirel düşünce, karşılaştırılmaz ölçüde kolay ve hızlı bir şekilde devrimci ifadesini bulur; şüphesiz bunun için önceden gerekli teorik malzemeyi de sağlayarak. Bu nedenle Marx 19. yüzyılın ilk yarısında Almanya’da ortaya çıktı ve bu nedenle Lenin burada ortaya çıktı; ve bu nedenle en muhafazakâr “işçi” partisinin, Avrupa kapitalizminin en yüksek, en eski ve en ulu toprağında, Britanya’da olması gibi ilk bakışta paradoksal gözüken bir olguyu gözlemleyebiliyoruz. Öte yandan ekonomik ve kültürel açıdan konuşacak olursak son derece geri bir ülke olan Sovyetler Birliği’mizde, –bunu çekinmeksizin söylüyorum çünkü bir olgudur– dünyadaki en iyi komünist partisine sahibiz [alkışlar].
Şunu belirtmeliyiz ki, ekonomik gelişmişliğine bakıldığında Rusya, Britanya gibi klasik metropoller ile Hindistan ya da Çin gibi sömürge ülkeler arasındaki yolun tam ortasında bulunmaktadır. Gelişme biçimleri ve yollarına göre, Sovyetler Birliği’ni Britanya’dan ayıran şeyler, Doğu ülkelerinin gelişiminde kendisini çok daha keskin bir biçimde gösteriyor. Kapitalizm oralara yabancı mali sermaye biçiminde hücum eder. Oralarda kapitalizm, eski ekonomik temelin altını oyan ve silkeleyen hazır makinelerle şahlanır ve kapitalist bir ekonominin Babil Kulesi gibi kendi yıkıntıları üzerinde yükselir. Doğu ülkelerinde kapitalizmin hareketi, ne aşamalı, ne yavaş, ne de “evrimsel”dir, tersine bu hareket çok ani ve yıkıcıdır; gerçekte birçok durumda, dünün Çarlık Rusya’sında olduğundan çok daha yıkıcı.
Yoldaşlar, Doğu’nun önümüzdeki yıllar ve onyıllardaki kaderi işte bu temel bakış açısından incelenmek zorundadır. Amerikan ve Britanya bankalarının 1921, 1922, 1923 yıllarına ait hesapları gibi basmakalıp kitaplara bile baksanız, Londra ve New York’un banka bilançolarında Doğu’nun yarınki devrimci kaderini okursunuz. Britanya kendi rolünü bir kez daha dünyanın tefecisi olarak ortaya koyar. Birleşik Devletler inanılmaz miktarlarda altın biriktirmiştir: Merkez Bankasının kasasında 3 milyar dolar değerinde altın saklanıyor, bu 6 milyar altın ruble eder. Bu miktar Birleşik Devletler ekonomisini fazlasıyla aşmaktadır. Britanya ve Birleşik Devletler’in kimlere borç verdiğini soracaksınız. Muhtemelen sizin de duyduğunuz gibi bize borç vermiyorlar, Almanya’ya da vermiyorlar, frankın değerini korumak için Fransa’ya bir miktar kuru kemik bahşediyorlar. O halde borçlar nerelere akıyor? Büyük bir bölümünü sömürge ülkelere veriyorlar; bu paralar, Asya’nın, Güney Amerika’nın, Güney Afrika’nın endüstriyel gelişimini finanse ediyor. Size sayılardan bahsetmeyeceğim: Bir kısmı elimde olmasına rağmen, bunlar raporumu gereksiz yere uzatacaktır. Fakat şunu söylemek yeterlidir; son emperyalist savaşa kadar yarı-sömürge ve sömürge ülkeler, Birleşik Devletler ve Britanya’dan, gelişmiş kapitalist ülkelerin aldığı kredilerin muhtemelen yarısı kadar daha fazla kredi almışlardı, bugüne kadar sömürge ülkelerdeki mali yatırımlar eski kapitalist ülkelerdeki yatırımları hatırı sayılır ölçüde aşmıştır. Neden? Birçok neden var ama ikisi çok önemli: Birincisi, harap olmuş, nesi var nesi yok elinden alınmış ve bağrındaki azgın Fransız militarizmi –her zaman için dinç kabarışları tehdit eden bir militarizm– ile eski Avrupa’ya güven eksikliği; ikincisi, sömürge ülkelere, hammadde kaynağı olarak ve Birleşik Devletler ile Britanya’nın mamul malları ve makinelerinin müşterileri olarak duyulan gereksinim. Savaş sırasında olduğu gibi şimdi de, Japonya, Hindistan, Güney Amerika, Güney Afrika gibi sömürge, yarı-sömürge ve genel olarak geri kalmış ülkelerin paldır küldür sanayileşmesini gözlemekteyiz. Hiç kuşku yok ki, Çin Kuomintang Partisi, Çin’i bir ulusal-demokratik rejim altında birleştirmeyi başarırsa, Çin’in kapitalist gelişmesi dev adımlarla ilerleyecektir. Ve bunların tümü, tarih-öncesi, yarı-barbar bir durumdan birdenbire silkinip, kendilerini sanayinin eritme potasının içinde, fabrikada bulacak olan muazzam bir proleter kitlesinin seferberliğini hazırlayacaktır. Bunun sonucu olarak, emekçilerin bilinçlerinde geçmişin süprüntülerini biriktirip korumaya zaman kalmayacak; bir giyotin, geçmişi gelecekten kopararak ve onları yeni düşünceler, yeni biçimler ve yeni yaşam ve mücadele yolları aramaya zorlayarak, geçmişteki bilinçlerinden koparıp atacaktır. Ve böylece, bu noktada, bazı ülkelerde artık sahneye çıkması, diğerlerindeyse derinlemesine ve genişlemesine gelişmesi gereken şey ortaya çıkıyor: Doğu’nun Marksist-Leninist partileri: Japon komünistleri, Çin komünistleri, Türk ve Hindistan komünistleri vb.
Doğu topraklarının emekçi yoldaşları! 1883’de İsviçre’de Rus “Emeğin Kurtuluşu” grubu oluşturulmuştu. Bu, o kadar uzun zaman önce miydi? 1883’den 1900’e 17 yıl ve 1900’den 1917’e bir 17 yıl daha, yani toplam 34 yıl; bir yüzyılın üçte biri, bir kuşak: III. Aleksandr’ın hükümdarlığı boyunca Marksizmin düşüncelerinin ilk teorik-propagandist çevresinin örgütlenmesinden Çarlık Rusya’sının proletarya tarafından fethedilmesine kadar geçen süre, topu topu bir yüzyılın üçte biridir!
Bunu yaşamış biri için, bu süre uzun ve acılı bir dönem olarak görünecektir. Fakat tarih ölçeğinden bakıldığında, bu, eşi benzeri olmayan şiddette ve vahşilikte bir tempo sunar. Doğu ülkelerindeki gelişme temposu, tüm göstergeleriyle çok daha hızlı olacaktır. Bu durumda, izlediğimiz perspektif ışığında, Doğu Emekçileri Komünist Üniversiteniz neyi ifade ediyor, nedir bu üniversite? Bu üniversite, Doğu ülkelerinin “Emeğin Kurtuluşu” gruplarının fidanlığıdır. [büyük alkışlar]
Şurası doğrudur ve hiç kimse buna gözlerini kapayamaz ki; Doğu’nun genç Marksistlerinin karşılaşacağı tehlikeler büyüktür. Biliyoruz ve siz de öğreneceksiniz ki; Bolşevik Partisi çok ciddi iç ve dış mücadeleler içinde biçimlenmiştir. Biliyorsunuz ki, iğdiş ve tahrif edilmiş bir Marksizm, daha sonraları burjuvazinin politik uşakları haline gelen Struvecilerin, birçokları sonradan Oktobristlere ve hatta daha da sağa iltica eden Kadetlerin, burjuva entelijensiyanın çok yönlü politik çalışmasının 1890’lardaki okulu gibiydi. Ekonomik olarak geri olan Rusya, siyasal anlamda ne farklılaşmış ne de tamamıyla biçimlenmiş bir ülkeydi: Marksizm kapitalizmin kaçınılmazlığından bahsediyordu ve kendileri için sosyalizmi değil kapitalizmi arzulayan bu burjuva-ilerici unsurlar devrimci yönlerinden arındırılmış bir “Marksizmi” benimsediler. Aynı şeyler Romanya’da da oldu. Romanya’nın bugünkü yönetici hergelelerinin çoğunluğu, zamanlarını Marksizme yağcılık okulunda geçirdiler, bunlardan bazıları Fransa’da Guesdeciliğe bağlandılar. Sırbistan’da bugünkü muhafazakâr ve gerici politikacıların tümü gençliklerinde Marksizm ya da Bakunincilik okullarından geçmişlerdi.
Bu olgu, Bulgaristan’da daha az gözlemlenebilir. Ancak genel olarak, burjuva-ilerici politikaların amaçları için Marksizmin bir süreliğine sömürülmesi olgusu kendi ülkemizi olduğu gibi, güney-doğu Balkan ülkelerini de karakterize eder. Böylesi bir tehlike Doğu’da da Marksizmi tehdit ediyor mu? Kısmen. Neden? Çünkü Doğu’daki ulusal hareketler tarihte ilerici bir etkendir. Hindistan’ın bağımsızlık mücadelesi esaslı bir ilerici harekettir; siz ve ben biliyoruz ki, bu mücadele aynı zamanda ulusal-burjuva görevlerle sınırlıdır. Çin’in kurtuluş mücadelesi, Sun Yat-sen’in ideolojisi, demokratik bir mücadele ve ilerici bir ideolojidir ama burjuvadır. Çin’de Kuomintang’ı ileri iterek destekleyen komünistlerin arkasındayız. Bu çok önemlidir ancak aynı zamanda burada ulusal-demokratik bir yozlaşma tehlikesi de mevcuttur. Ve bu tehlike, Doğu’da sömürge köleliğinden kurtulmak için verilen ulusal mücadeleler alanını oluşturan tüm Doğu ülkeleri için de geçerlidir. Doğu’nun genç proletaryası bu ilerici harekete dayanmalıdır; fakat kesin surette açıktır ki, yaklaşan dönemde Doğu’nun genç Marksistleri için, “Emeğin Kurtuluşu” gruplarının parçalanması ve kendilerini milliyetçi ideolojinin içinde eritmeleri tehlikesi söz konusudur.
Buna rağmen avantajınız nerededir? Rus, Romen ve diğer eski Marksist kuşaklar karşısındaki avantajınız, yalnızca Marx sonrası dönemde değil, aynı zamanda Lenin sonrası dönemde yaşıyor, yaşayacak ve çalışacak olmanızdadır. Hücre büronuzun bana kibarca küçük notlarla birlikte ilettiği gazetenizde Marx ve Lenin hakkında sıcak bir polemik okudum. Birbirinizle çok şiddetli tartışıyorsunuz, bunu bir suçlama olarak söylemiyorum. Burada sorun, bazılarının görüşleri doğrultusunda Marx’ın yalnızca bir teorisyen olduğu şeklinde konulmuş; bu nedenle muhalif taraf bu konumu betimleyerek itiraz ediyor: “Hayır, Marx, Lenin gibi devrimci bir politikacıydı ve hem Marx hem de Lenin’de teori ve pratik el ele gitmiştir.” Sorunun bu şekliyle soyut formülasyonunda bu önerme kuşkusuz doğrudur ve tartışma götürmez; ancak bu iki tarihsel şahsiyet arasında halen bir farklılık bulunmaktadır ki bu farklılık sadece bireysel özelliklerindeki ayrımdan değil aynı zamanda yaşadıkları dönemler arasındaki ayrımdan da kaynaklanır. Marksizm, kuşkusuz akademik bir doktrin değil, devrimci eylemin kaldıracıdır; Marx boşu boşuna “filozoflar dünyayı yeterince açıkladılar, artık onu değiştirmeliyiz” dememiştir. Fakat Marx’ın yaşadığı Birinci Enternasyonal döneminde ve sonra İkinci Enternasyonal zamanında işçi sınıfı hareketinin Marksizmi bütünsel olarak ve sonuna kadar kullanma fırsatı var mıydı? Marksizm, eylemde gerçek somutlanmasını bulmuş muydu? Hayır. Marx, devrimci teorisinin belirleyici tarihsel ana, iktidarın proletarya tarafından fethine uygulanması konusunda kılavuzluk etme fırsatı ve şansına sahip miydi? Hayır değildi. Şüphesiz Marx, öğretisini bir akademisyen olarak oluşturmadı. Bildiğiniz gibi o, bütünüyle devrimden, burjuva demokrasisinin çöküşünün değerlendirilmesi ve eleştirisinden doğdu ve gelişti. Manifesto’sunu 1847’de yazdı ve 1848 devrimini Marksist bir çerçeveden, daha doğrusu Marx’ın kendi çerçevesinden değerlendirerek burjuva demokrasisinin sol saflarında faaliyet gösterdi. Londra’da Kapital’i kaleme aldı; aynı zamanda tüm ülkelerdeki işçi sınıfı içindeki en ileri grupların politikalarının esin kaynağı olan Birinci Enternasyonal’in kurucusuydu, fakat sadece bir ülkenin değil bütün dünyanın kaderini belirleyen bir partinin başında değildi. Marx kimdir sorusuna kısaca cevap vermek istediğimizde söyleyeceğimiz şey şudur: “Marx Kapital’in yazarıdır.” Ve kendimize Lenin’in kim olduğunu sorduğumuzda, “Lenin Ekim devriminin yazarıdır” diyeceğiz [Alkışlar]. Lenin, herkesten kuvvetli bir şekilde, Marx’ın öğretisini revize etmekten, yeniden inşa etmekten ya da gözden geçirmekten uzak olduğunu vurgulamıştı. Lenin, Marx’ın yasalarını değiştirmek için değil, onu yerine getirmek için, eski sözcüklerle konuşarak ortaya çıktı. O, bunu herkesten daha çok vurgulamıştır. Lenin o dönemde, Marx’ı, kendisi ile Marx arasındaki kuşakların tortuları altından, Kautskizmin, MacDonaldizmin, işçi ağalarının muhafazakârlığının ve reformist ve milliyetçi bürokrasinin tortuları altından çekip çıkarmaya ve tortulardan, eklemelerden ve tahrifatlardan bir kez temizlenmiş olan gerçek Marksizmin araçlarını büyük tarihsel eyleme tamamıyla ve bütünsel olarak uygulamaya gerek duymuştu. Bu yüzden genç kuşaklar olarak sizin en büyük avantajınız, bu çalışmada dolaylı ya da doğrudan yer almanız, bunu gözlemlemiş olmanızdır; dahası Leninizmin politik ve ideolojik ortamında yaşıyor ve pratiğe denk düşen bu teoriyi Doğu Emekçileri Üniversitesinde özümsüyor olmanızdır. Bu sizin devasa ve paha biçilmez avantajınızdır ve bunu anlamak zorundasınız. Marx’ın kendisi, teorisinde onyılların ve yüzyılların gelişiminin deneyiminden yararlanabilmesine ve bunu kucaklayabilmesine rağmen, onun öğretisi daha sonraları, gündelik mücadele içinde kısmen dahası çarpıtılmış biçimde özümsenmiş farklı unsurlara parçalandı. Lenin ortaya çıktı, bir kez daha Marksizmi bir araya getirdi ve yeni koşullarda, en büyük tarihsel ölçeğin eyleminde bu öğretiyi ortaya koydu. Bu eylemi gördünüz ve buna bağlandınız: Bu sizi bir yükümlülüğün altına sokuyor ve Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi bu yükümlülüğün üzerine inşa edildi.
Yoldaşlar, bu nedenle, varlığı tartışma götürmez ve birçoklarını kapıp sürükleyen –başka türlü de olamaz– ulusal demokratik yozlaşma tehlikesi, Sovyetler Birliği ve Üçüncü Enternasyonal’in varlığı olgusu sayesinde oldukça azalmıştır. Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesinden çıkacak temel çekirdeğin, Doğu topraklarındaki proleter hareketin sınıf mayası, Marksist mayası, Leninist mayası olarak görev yerini alacağını ummamız için tüm koşullar vardır. Yoldaşlar size duyulan talep, devasa gözüküyor ve kendisini, daha önce de söylediğim gibi derece derece değil ani ve aynı zamanda kendi tarzında “yakıcı” olarak ortaya koymaktadır. Lenin’in son makalelerinden biri olan “Az Olsun, Öz Olsun”u okuyun: Görünüşte bu söz özel bir örgütsel soruna ilişkindir ancak aynı zamanda Avrupa’nın gelişimi ile bağlantılı olarak Doğu ülkelerinin gelişimi perspektiflerini de kapsamaktadır. Makalenin ardında yatan ana fikir nedir? Batı devriminin gelişiminin gecikebileceği. Nasıl gecikebilir? MacDonaldizmle; zira Avrupa’nın en muhafazakâr gücü gerçekte MacDonaldizmdir. Türkiye’nin hilafeti nasıl kaldırdığını ve MacDonald’ın nasıl tekrar dirilttiğini görebiliriz. Bu, Batı’nın karşı-devrimci Menşevizmi ile Doğu’nun ilerici ulusal-burjuva demokrasisi arasındaki keskin karşıtlıkların fiiliyatta çarpıcı bir örneği değil midir?
Afganistan’da günümüzde gerçekleşen olaylar gerçekten dramatiktir: MacDonald’ın Britanya’sı, bağımsız Afganistan’ı Avrupalılaştırmaya çabalayan ulusal-burjuva sol kanadı eziyor ve Pan-islamizmin, hilafetin ve daha beterlerinin en berbat önyargılarıyla dolu en gerici ve en karanlık güçlerini geri getirmeye çalışıyor. Eğer canlı çatışmaları içinde bu iki gücü tartarsanız, Doğu’nun bize, Sovyetler Birliği ve Üçüncü Enternasyonal’e doğru niçin daha fazla meyledeceği derhal netleşecektir.
Geçmiş gelişimi nedeniyle, işçi sınıfı ağalarının korkunç tutuculuğunu koruduğu Avrupa’nın nasıl daha da artan bir ekonomik çözülüşten geçtiğini görebiliriz. Avrupa için hiçbir çıkış yolu yoktur. Ve bu, özellikle, Amerika’nın, ekonomik gelişme yeteneğine haklı olarak güvenmediği Avrupa’ya borç vermemesi olgusunda ifade buluyor. Diğer yandan şunu da görmekteyiz ki, aynı Amerika ve aynı Britanya, sömürge ülkelerin ekonomik gelişmesini finanse etmek zorunda kalmış ve böylece onları çılgın bir tempoyla devrim yoluna sürüklemiştir. Eğer Avrupa, işçi ağalarının ahmak, dar kafalı, aristokratik, ayrıcalıklı MacDonaldizminin bugünkü kokuşmuş durumunun tam ortasına sürüklenirse, devrimci hareketin ağırlık merkezi tamamıyla ve bütünsel olarak Doğu’ya kayacaktır. Ve bu durumda ortaya çıkmaktadır ki, eski Rusya’mızı ve eski Doğu’yu kendi ayakları üzerine kaldıran devrimcileştirici bir faktör olarak Britanya’da kapitalist gelişmenin birkaç onyılı gerekli olduysa da, şimdi artık Doğu’daki devrimin birkaç kalın kafayı ezmek ya da gerekliyse uçurmak üzere Britanya’ya geri uğraması ve Avrupa proletaryasının devrimine bir itkide bulunması zorunlu olacaktır [Alkışlar]. Tarihsel olasılıklardan biri budur. Aklımızın bir köşesinde durmalıdır.
Üniversitenizde öğrenci olan ve bazı yaşlı ve cahil kadınları etrafına toplayan bir Türk kızının Kazan’da yarattığı muazzam etki hakkında bana gönderdiğiniz belgeleri okudum. Küçük ama bir gösterge olarak derin tarihsel anlama sahip bir olay bu. Bolşevizmin anlamı, gücü ve özü, işçi ağalarına değil, ayaklananlara, mazlumlara, milyonlara ve ezilenlerin en ezilenlerine yönelmiş olmasında yatar.
İşte bu nedenle Bolşevizm, şu anda bile özümsenmiş olmaktan veya tamamıyla irdelenmiş olmaktan uzak teorik içeriği aracılığıyla değil, özgürleştirici yaşam soluğu nedeniyle Doğu ülkelerinin en gözde öğretisi haline gelmiştir. Lenin’in sadece Kafkaslarda değil aynı zamanda Hindistan’ın içlerinde de çok iyi tanındığının en taze kanıtlarını sizin makalelerinizde okuduk. Biliyoruz ki, Çin’de, hayatları boyunca Lenin’in tek bir makalesini bile okumamış emekçi kitleler, tarihin soluğu olma kudretindeki Bolşevizme doğru büyük bir içtenlikle yöneliyorlar. Dışlanmış, ezilmiş, en kötü şartlarda çalıştırılan, kendileri için başka hiçbir tarihsel çözümün olmadığı, başka bir kurtuluşun olmadığı milyonlar; söz konusu olan şeyin, on ve yüz milyonlara hitap eden bir öğreti olduğunu sezdiler. Emekçi kadınların kalplerinde Leninizmin böylesine coşkulu bir karşılık bulmasının nedeni buradadır, çünkü yeryüzünde emekçi kadınlardan daha ezilmiş başka bir katman yoktur! Üniversiteniz öğrencisinin Kazan’da nasıl konuştuğunu ve cahil Tatar kadınların nasıl onun etrafında toplandığını okuduğumda, son dönemde Bakû’da geçirdiğim kısa bir süreyi hatırladım. İlk kez Bakû’de bir Türki kadın komünisti görmüş ve duymuştum. Orada, koridorlarda onlarca ve büyük olasılıkla yüzlerce Türki kadın komünisti gözlemleyebildim. Onların coşkusunu, kurtuluşun yeni sözcüklerini işiten ve yeni bir hayata gözlerini açan dünün kölelerinin kölesi olanların bu tutkusunu gördüm ve duydum. Ve yine ilk defa orada, şu net sonuca ulaştım ve kendime dedim ki; Doğu halklarının hareketinde kadınlar Avrupa’daki ve buradakinden çok daha büyük bir rol oynayacaklar [Alkışlar]. Neden? Tamı tamına şu nedenden ötürü; Doğu kadını, Doğu erkeğiyle karşılaştırılmaz ölçüde önyargılar tarafından eziliyor, zincire vuruluyor ve kafası karıştırılıyor ve çünkü yeni ekonomik ilişkiler, yeni tarihsel akımlar onu eski hareketsiz ilişkilerden erkeklerden çok daha güçlü ve hızlı biçimde çekip çıkaracaktır. Bugün bile, Doğu’da hâlâ İslâmın, eski önyargıların, inanışların ve geleneklerin egemenliğini gözlemleyebiliyoruz, ancak bunlar giderek tuzla buz olacaktır. Tıpkı yıpranmış bir elbise gibi, uzaktan baktığınızda tek parça gibi görünür; her şey yerli yerindedir ve tüm kıvrım yerleri yerinde durmaktadır; ama bir el hareketi ya da bir rüzgâr esintisi, tüm giysiyi bir toz yığınına dönüştürmeye yeter. Bunun gibi, Doğu’da çok derinmiş izlenimini veren o eski inanışlar, gerçekte geçmişin gölgesinden başka bir şey değildirler. Türkiye’de hilafeti ilga ettiler ve onu kaldıranların kafalarından bir tek saç teli bile düşmedi; bu demektir ki, eski inanışlar artık çürümüştür ve emekçi kitlelerin yaklaşan tarihsel hareketi sayesinde ciddi birer engel olamayacaktır. Ve dahası bu şu anlama geliyor ki; yaşamında, alışkanlıklarında, yaratıcılığında en fazla engellenen, kölelerin kölesi Doğu kadını, onu örtülerinden kurtaracak yeni ekonomik ilişkileri talep ederek, kendisini birden her çeşit dini payandadan yoksun hissedecek; ona toplumdaki yeni konumunun farkına varma fırsatını sunacak olan yeni düşünceleri ve yeni bir bilinci kazanmak için tutkulu bir susuzluk çekecektir. Ve Doğu’da, uyanmış kadın işçiden daha iyi bir komünist, devrim ve komünizm idealleri için daha iyi bir savaşçı olmayacaktır [Alkışlar].
Yoldaşlar, bundan dolayı Üniversiteniz evrensel bir tarihi öneme sahiptir. Bu üniversite, Batı’nın ideolojik ve politik deneyimini kullanarak, Doğu için büyük bir devrimci maya hazırlıyor. Yakında sizin saatiniz gelecek. Amerika ve Britanya’nın mali-sermayesi Doğu’nun ekonomik temellerini tahrip ediyor, toplumun bir tabakasını bir diğerinin karşısına dikiyor, eskiyi parçalıyor ve yenisi için bir talep doğuruyor. Siz komünizm ideallerinin tohum ekicileri olarak ortaya çıkacaksınız ve çalışmalarınızın devrimci verimliliği, Avrupa’nın eski Marksist kuşaklarının çalışmalarının verimliliğinden ölçülemez derecede yüksek olacaktır.
Ancak yoldaşlar, söylediklerimden bir çeşit Doğu kibirliliğine çıkan sonuçlar üretmenizi istemem [Gülüşmeler]. Görüyorum ki hiçbiriniz beni bu şekilde algılamıyorsunuz... Eğer herhangi biriniz, Batı için Mesihvari bir kibirliliği ve hor görmeyi içinize sindirseydiniz, bu, kendinizi ulusal demokratik ideoloji içinde eritmenin en kısa ve hızlı yolu olurdu. Hayır, Doğu’nun devrimci komünistleri, üniversitelerinde, Doğu’nun ve Batı’nın güçlerini tek bir büyük amacın bakış açısından yan yana getirip, birbirine bağlayarak dünya hareketini bir bütün halinde incelemeyi öğrenmelidirler. Sizler, Hint köylülerinin ayaklanmasını, Çin limanındaki hamalların grevini, Kuomintang burjuva demokrasisinin politik propagandasını, Korelilerin bağımsızlık mücadelesini, Türkiye’nin burjuva-demokratik yeniden doğuşunu ve Transkafkasya Sovyet Cumhuriyetindeki ekonomik, kültürel ve eğitimsel çalışmaları nasıl bir arada ele alacağınızı; tüm bunları, Komünist Enternasyonal’in, Avrupa’daki ve özellikle İngiliz komünist köstebeğinin, MacDonald’ın muhafazakâr kalesinin altını yavaş yavaş –birçoğumuzun istediğinden daha yavaş– oymaya başladığı Britanya’daki çalışma ve mücadelesi ile hem ideolojik hem de pratik olarak nasıl ilişkilendireceğinizi bilmek zorundasınız [Alkışlar]. Üçüncü yıldönümünüz şüphesiz kendi içinde oldukça alçakgönüllü bir yıldönümüdür. Birçoğunuz Marksizmin yalnızca eşiğindesiniz. Fakat yineleyeyim, eski kuşaklar üstündeki avantajınız şu olguda yatıyor ki; siz Marksizmin ABC’sini, bizim durumumuzda olduğu gibi kapitalizmin egemenliğindeki ülkelerde yaşamdan kopuk göçmen çevrelerin içinde değil, Leninizm tarafından fethedilmiş topraklarda, Leninizmle beslenen topraklarda ve Leninizmin atmosferi ile sarıp sarmalanmış topraklarda öğreniyorsunuz. Marksizmi yalnızca broşürlerden incelemiyorsunuz, bu ülkenin politik atmosferi içinde onu soluma fırsatına sahipsiniz. Bu, yalnızca buraya Sovyetler Birliği’nin bir kısmını oluşturan Doğu cumhuriyetlerinden gelenler için değil, –şüphesiz önemi hiçbir şekilde daha az olmayan!– ezilen sömürge ülkelerden gelmiş olanlar için de geçerlidir. Emperyalizme karşı mücadelenin son bölümünün, bir, iki, üç veya beş yıllık dönem içine yayılıp yayılmayacağını bilmiyoruz, ama biliyoruz ki, her yıl Doğu’nun Komünist Üniversitesinden yeni bir hasat kaldırılacaktır. Her yıl bize, Leninizmin ABC’sini bilen ve bunun pratiğe nasıl uygulanacağını görmüş komünistlerden oluşan yeni bir çekirdek sağlayacaktır. Sonucu belirleyici olaylardan önce bir yıl geçerse, bir ürünümüz; iki yıl geçerse iki ürünümüz; üç yıl geçerse üç ürünümüz olacak. Ve bu belirleyici olaylar gelip çattığında, Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesinin öğrencileri şunu diyecekler: “Biz buradayız. Bir şeyi öğrendik. Sadece, Marksizmin ve Leninizmin düşüncelerini Çin, Hindistan, Türkiye ve Kore dillerine çevirmeyi değil, Doğu’nun emekçi kitlelerinin acılarını, tutkularını, taleplerini ve umutlarını Marksizmin diline çevirmeyi de öğrendik.”
“Size bunu kim öğretti?” diye soracaklar.
“Bunu bize Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi öğretti.” Ve sonra size, şimdi, üçüncü yıldönümünüzde söyleyeceğim şeyi söyleyecekler:
“Şan olsun Doğu’nun Komünist Üniversitesine.”
[Coşkulu tezahüratlar ve Enternasyonal Marşı]
23 Nisan 1931
Katalan Federasyonu, genel İspanyol komünist örgütlenmesine girmeye uğraşmalıdır. Katalonya öncüdür. Ancak bu öncü, proletaryayla ve daha sonra tüm İspanya köylülüğüyle birlikte yürümezse, Katalan hareketi olsa olsa Paris Komünü tipinde görkemli bir serüven olarak sonuçlanır. Katalonya’nın özel konumu bu yöne gidiyor. Ulusal çatışma, buharı öylesine kızıştırabilir ki, Katalan patlaması, bir bütün olarak İspanya’daki durum ikinci bir devrim için olgunlaşmadan çok önce meydana gelebilir.
Eğer Katalan proletaryası ulusal mayanın etkisi altında kendisini tüm İspanya proletaryasıyla güçlendirme şansını yakalamadan önce kesin bir mücadelenin içine çekilmesine izin verirse, bu en büyük tarihsel talihsizlik olurdu. Sol Muhalefet’in gücü ancak, Madrid’de olduğu gibi Barselona’da da, tüm bu sorunları tarihsel bir düzeye yükseltmekte yatabilir ve yatmalıdır. (...)
17 Mayıs 1931
Katalan Federasyonu’nun sözde milliyetçiliğine gelince, bu çok önemli ve ciddi bir sorundur. Bu konudaki hataların ölümcül sonuçları olabilir.
İspanya’da devrim, ulusal sorun da dahil tüm sorunları yeni bir güçle ortaya çıkardı. Ulusal eğilimlerin ve hayallerin baş taşıyıcısı, büyük sermayenin ve devlet bürokrasisinin merkezileştirici rolüne karşı köylülük arasında destek bulmaya uğraşan küçük-burjuva aydınlardır. Bugünkü aşamada, ulusal kurtuluş hareketi içindeki küçük-burjuvazinin önder rolü, genelde her devrimci demokratik harekette olduğu gibi, harekete kaçınılmaz olarak değişik türden sayısız önyargı getirir. Bu kaynaktan çıkan ulusal hayaller, işçiler arasına da sızar. Katalonya’da ve Katalan Federasyonu’nda şu anda yaşanan durum muhtemelen budur. Ama bütün bu söylenenler, Katalan ulusal mücadelesinin büyük İspanyol şovenizmi, burjuva emperyalizmi ve bürokratik merkeziyetçiliğe karşı ilerici, devrimci demokratik karakterini hiç bir şekilde azaltmaz.
Bir dakika bile unutulmamalıdır ki, bir bütün olarak İspanya ve özellikle Katalonya, şu anda Katalan milliyetçi demokratlar tarafından değil, toprak sahipleriyle ittifak içindeki İspanyol burjuva emperyalistleri, eski bürokratlar, generaller tarafından ve İspanyol milliyetçi sosyalistlerinin desteğiyle yönetilmektedir. Tüm bu kardeşlik, bir taraftan İspanyol sömürgelerine ısrarla boyun eğdirme, diğer taraftan bizzat İspanya’nın bürokratik merkezileşmesi, yani Katalanların, Baskların ve diğer ulusların İspanyol burjuvazisi tarafından baskı altında tutulması anlamına gelir. Gelişmelerin bugünkü aşamasında, sınıfsal güçlerin mevcut bileşimiyle, Katalan milliyetçiliği ilerici devrimci bir etkendir; İspanyol milliyetçiliği ise gerici emperyalist bir etken. Bu ayrımı anlamayan İspanyol komünisti, bunu görmezlikten geliyor, ön sıraya çıkarmıyor, tam aksine bunun önemini örtbas ediyor, İspanyol burjuvazisinin bilinçsiz bir ajanı olmayı ve proleter devrim davasına duyarsız kalmayı göze alıyor .
Küçük-burjuva milliyetçi hayallerin tehlikesi nerededir? Bu hayaller, İspanya proletaryasını ulusal sınırlarla bölme potansiyeline sahiptir ve bu da çok ciddi bir tehlikedir. Ancak İspanyol komünistleri bu tehlikeye karşı yalnızca bir tek şekilde başarıyla savaşabilirler: Egemen ulus burjuvazisinin zorbalığını acımasızca teşhir ederek ve bu şekilde ezilen ulus proletaryasının güvenini kazanarak. Diğer politikalar, ezilen bir ulusun küçük-burjuvazisinin devrimci demokratik milliyetçiliğine karşı ezen ulusun emperyalist burjuvazisinin karşı-devrimci milliyetçiliğini desteklemek anlamına gelecektir.
8 Temmuz 1931
En zararlı, en tehlikeli ve hatta en uğursuz gelişme, bizlerin Katalon Federasyonu’nun politikasıyla dayanışma içinde olduğumuz veya onların sorumluluğunu taşıyor olduğumuz ya da hatta Federasyon’a merkezci gruplardan daha yakın durduğumuz şeklindeki düşünceyi Katalonya, İspanya ve tüm dünya işçilerinin kafasında güçlendirmek olurdu. Stalinistler, olanca güçleriyle konuyu bu şekilde göstermişlerdir. Şimdiye kadar buna karşı yeterince şiddetle mücadele etmedik. Bizi pek çok tehlikeye sokacak ve Katalan ve İspanyol işçilerinin gelişimine engel olacak bu yanlış anlaşılmayı gidermek çok çok önemli ve ivedidir.
Şüphesiz, Katalan Federasyonu’nun teşhiri, birincil olarak bizzat Katalonya’daki taraftarlarımızın üzerine düşen bir görevdir. Onlar kendi pozisyonlarını, net, açık, kesin bir eleştiride, Maurin’in politikalarına ilişkin –ki bunlar küçük-burjuva önyargıların, cehaletin, darkafalı “bilim”in ve politik sahtekârlığın karışımı politikalardır– söylenmedik hiçbir şey bırakmayan bir eleştiride deklare etmelidirler.
Cortes seçimlerinde Federasyon hemen hemen on bin oy aldı. Bu fazla değil. Şüphesiz devrimci bir çağda, gerçekten devrimci bir örgüt hızla büyüme yeteneğine sahiptir. Yine de bu, bu on bin oyun önemini büyük ölçüde azaltan bir durumdur: Cortes seçimlerinde, Katalan Federasyonu Barselona’da –en önemli devrimci merkez– yerel seçimlerde aldığından daha az oy aldı. İlk bakışta değersiz gelen bu olgu, bir belirti olması bakımından muazzam öneme sahiptir. Bu, ülkenin en ücra köşelerinde federasyon doğrultusunda bir işçi hareketi mevcut olduğu halde –hayli zayıf olmasına rağmen– Maurin’in kafa karışıklığının Barselona’da işçileri çekmemekte, aksine itmekte olduğunu kanıtlamaktadır. Şüphesiz Macia’nın kaçınılmaz iflâsı, ehvenişer olarak Maurin’e yardım bile edebilir. Ama Cortes seçimleri, Federasyonun şimdiki önderliğinin güçsüzlüğünü tümüyle göstermektedir. Devrimin üç ayı boyunca Barselona’da etkinliğini arttırmama hünerini göstermek, gerçekten özel “yetenekler” gerektirir.
Federasyon, devrimci politika dilinde neyi anlatır? Komünist bir örgütlenme midir? Ya da eğer öyle ise tam olarak ne türden; sağ, sol veya merkez? Hiç şüphe yok ki, federasyon için oy verenler, devrimci işçiler, potansiyel komünistlerdir. Ama fikirleri henüz hiç net değildir. Üstelik de bu işçileri karışık kafalılar yönlendirirse nasıl net olabilirler? Bu koşullar altında, en azimli, en gözü pek ve en kararlı işçiler, kaçınılmaz olarak resmi partiye bel bağlayacaklardır. Bu parti, Barselona’da yalnızca 170 oy ve Katalonya’nın tümünde yaklaşık 1000 oy aldı. Ama sanmayın ki bunlar daha kötü unsurlardır. Aksine, bu unsurların pek çoğu bizimle olabilirdi ve bizler bayrağımızı açınca olacaklardır.
1917 devriminin başlangıcında, Rus Sosyal Demokrat örgütlerinin çoğunluğu karma bir yapıya sahiplerdi ve saflarında Bolşevikleri, Menşevikleri, uzlaşmacıları vs. barındırıyorlardı. Birleşme yönündeki eğilim öyle büyüktü ki, Bolşevik Partinin Mart sonundaki konferansında, Lenin’in gelişinden birkaç gün önce, Stalin, Menşeviklerle birleşmeyi bizzat ifade etti. Belli taşra örgütleri, tam Ekim Devrimine kadar karma halde kaldılar. Ben Katalan Federasyonu’nu benzer türden karma, kararsız, geleceğin Bolşeviklerini ve Menşeviklerini barındıran bir örgütlenme olarak görüyorum. Bu, Federasyon safları içinde politik ayrışma meydana getirmeye girişme politikasını haklı çıkarır. Bu yolda ilk adım, Maurinizmin politik bayağılığını teşhir etmektir. Burada merhametsiz olmak zorundayız.
Katalan Federasyonu ve Rusya’daki birleşik örgütler arasındaki benzerlik sınırlıdır, ama yine de önemli hususlardadır. Rusya’daki birleşik örgütler, varolan hiçbir Sosyal Demokrat grubu dışlamadılar. Her biri birleşik örgüt içinde kendi düşüncesi için mücadele etme hakkına sahipti. Bu Katalan Federasyonu içinde tümüyle farklıdır. Orada Troçkizm aforoz edilmiştir. Her karışık kafalı burada kendi kafa karışıklığını savunma hakkına sahiptir, ama Bolşevik-Leninist sesini uluorta yükseltemez. Ve onun için bu karışık, eklektik, birleşik örgüt, daha baştan sol kanadı dışlamaktadır; fakat tam da bu olgu sayesinde, merkezci ve sağ kanat eğilimlerin kaotik bir bloğu olmaktadır. Merkezcilik, ya sağa ya da sola gelişebilir. Katalan Federasyonu’nun devrim sırasında sol kanadı reddeden merkezciliği, yüzkarası bir imhaya gitmek üzeredir. Sol Muhalefet’in görevi, acımasız eleştirisiyle bu imhayı hızlandırmaktır.
Fakat göz önünde tutulması zorunlu olan fevkalâde önemli bir başka olgu daha var. Katalan Federasyonu’nun resmi varoluş amacı, tüm komünist örgüt ve grupların birliğini sağlamaktır. Belli ki, tabandaki üyeler bu slogana ilişkin çeşitli yanılsamalara sahip oldukları halde, bu birliği içtenlikle ve sadakatle arzulamaktadırlar. Bizler, bu yanılsamaları hiçbir biçimde paylaşmıyoruz. Birlik için mücadele ediyoruz, çünkü asli olmayan sorunlardan değil, bizzat İspanyol devriminin gelişiminden doğan sorunlar ve görevler temelindeki ideolojik ayrışmanın ilerici işlevini, birleşik bir partinin kadroları arasında başarılı olarak gerçekleştirmeyi ümit ediyoruz.
Bununla birlikte, her biçimde, komünist birleşme için mücadeleyi destekleriz. Bizim için, bu birleşmenin temel koşulu, birleşik örgütün kadroları arasında kendi sloganlarımız ve kendi görüşlerimiz için mücadele etme hakkıdır. Bu mücadelede tam sadakat sözü verebiliriz ve vermeliyiz, ama üyeliğin bu temel koşulu bizzat Federasyon tarafından ta başından bertaraf edilmiştir. Birlik bayrağı altında mücadele ederken, Bolşevik-Leninistleri kendi saflarından aforoz etmektedir. Bu koşullar altında, Komünist Partinin birliği için mücadelede önder rol oynamak için Katalan Federasyonu’na bel bağlamak, kendi payımıza en büyük saçmalık olurdu. Maurin, birlik kongresinde birinci derecede rol oynamaya hazırlanıyor. Bu iğrenç ikiyüzlülüğe sessizce katlanabilir miyiz? Sol Muhalefet ile mücadele ederek, Maurin, onun itibarını kazanmak için Stalinist bürokrasiyi örnek alıyor. Gerçekte o, Stalinistlere şunu söylüyor: Sen bana lütfunu ve her şeyden önce devlet yardımlarını ver, ben de zor yoluyla değil, tümüyle içtenlikle Bolşevik-Leninistlerle mücadele sözü vereyim.
Maurin’in birleşme etkinliği, yalnızca Stalinistlere şantaj yapmanın bir biçimidir. Eğer bu konuda sessiz kalsaydık, devrimci değil, politik şantaja suç ortağı olurduk. Komünist saflardaki gerçek birleşme için mücadelemizi bir tek an bile küçümsemeksizin ve komünist safları kendi bayrağımıza kazanma mücadelemizi zayıflatmaksızın, Maurin’in rolünü, yani onun “birleşme” şarlatanlığını acımasızca teşhir etmeliyiz.
Bugün Uluslararası Sol Muhalefet’in çalışmasının onda dokuzu İspanya üzerinde yoğunlaşmalıdır. Diğer tüm giderler, Katalan’da düzenli yayınlarla haftalık bir İspanyol gazetesi yayınlama ve eşzamanlı olarak olabildiğince fazla sayıda broşür çıkarma olanağı yaratmak için kısılmalıdır. İspanyol Muhalefetine olanaklı olan en büyük yardımı göndermek için diğer tüm harcamaları istisnasız sınırlamayı düşünmeliyiz.
Uluslararası Sekretarya bana göre güçlerinin onda dokuzunu İspanyol devriminin sorunlarına ayrılmalıdır. Dünyada her türden Landaus’un var olduğu gerçeği, kolayca unutulmamalıdır. Bunlar için bir tek dakika heba etmeksizin, tüm ağız dalaşlarına, tüm entrikalara ve entrikacılara sırtımızı dönmeliyiz.
İspanyol devrimi gündemdedir. En önemli belgeler, gecikmeksizin çevrilmeli ve eleştiriye sunulmalıdır. International Bulletin’in gelecek sayısı, tümüyle İspanyol devrimine ayrılmalıdır. Aynı şekilde bir dizi örgütsel tedbir alınması gerekir. Bunun için, insan ve malzeme kaynakları gereklidir. Her ikisi de bulunmalıdır.
Zamanı israf etmekten daha büyük bir suç yoktur ve olamaz.
13 Temmuz 1931
Bir kez daha İspanya devriminin kapıya dayanan sorunları hakkında.
1. İşçi ve Köylü Blokunun “önderi” Maurin, ayrılıkçı bakış açısını paylaşmaktadır. Belli tereddütlerden sonra, küçük-burjuva milliyetçiliğin sol kanadı ile uzlaşmıştır. Katalan küçük-burjuva milliyetçiliğinin mevcut durumda ilerici olduğunu zaten yazdım; ama bir şartla: Etkinliğini komünizm safları dışında geliştirmesi ve daima komünist eleştirinin darbeleri altında olması. Küçük-burjuva milliyetçiliğinin kendisini komünizm bayrağı altında gizlemesine izin vermek, aynı zamanda, proleter öncüye hain bir darbe indirmek ve küçük-burjuva milliyetçiliğinin ilerici anlamını yıkmak anlamına gelir.
2. Ayrılıkçılık programı neyi ifade eder? İspanya’nın ekonomik ve politik yönden parçalanmasını, ya da başka bir deyişle, İber Yarımadası’nın, gümrük duvarları tarafından bölünen bağımsız devletleriyle ve bağımsız Hispanik savaşlar yürüten bağımsız ordularıyla bir tür Balkan Yarımadası’na dönüşmesini. Şüphesiz akıllı Maurin bunu istemediğini söyleyecektir. Fakat programların kendi mantıkları vardır; Maurin’in sahip olmadığı şey de budur.
3. İspanya’nın ekonomik yönden parçalanması, İspanya’nın çeşitli partilerinden işçi ve köylülerin çıkarına mıdır? Zerre kadar değil. Çünkü, kendi kaderini tayin hakkı için kesin mücadeleyi ayrılıkçılık propagandasıyla özdeşleştirmek, ölümcül bir iş yapmak anlamına gelmektedir. Bizim programımız, ekonomik birliğin vazgeçilmez devamıyla birlikte Hispanik federasyondan yanadır. Kesinlikle bu programı burjuvazinin ordularının yardımıyla İspanya’nın ezilen uluslarına zorla kabul ettirmek gibi bir amacımız yoktur. Bu anlamda, bizler içtenlikle kendi kaderini tayin hakkından yanayız. Eğer Katalonya ayrılırsa, Katalonya’nın komünist azınlığının, İspanya’nınkiler gibi, federasyon için mücadele yürütmesi gerekir.
4. Balkanlar’da, savaş öncesinde eski Sosyal Demokrasi, ayrılan devletlerce yaratılan tımarhaneden çıkış yolu olarak, demokratik Balkan federasyonu sloganını ileri sürmekteydi. Bugün Balkanlar’daki komünist slogan, Balkan Sovyet Federasyonudur (sırası gelmişken, Komintern Balkan Sovyet Federasyonu sloganını benimsedi, ama aynı zamanda bu sloganı Avrupa için reddetti!). Bu koşullar altında, nasıl İspanyol yarımadasının Balkanlaştırılması sloganını benimseyebiliriz? Bu korkunç değil mi?
5. Sendikalistler, ya da en azından belli liderleri, ayrılıkçılığa karşı gerekirse elde silah mücadele edeceklerini bildirmektedirler. Bu durumda, komünistler ve sendikalistler kendilerini barikatların karşıt taraflarında bulurlar, çünkü komünistler ayrılıkçı hayalleri paylaşmaksızın onları eleştirirken, bunun tersi olarak da emperyalizmin cellâtlarına ve onların sendikalist dalkavuklarına yılmadan karşı koymalıdırlar.
6. Küçük-burjuvazi –komünistlerin öğüt ve eleştirisine karşı– İspanya’yı parçalamayı başarırsa, böyle bir rejimin olumsuz sonuçlarının açığa çıkması fazla uzun sürmeyecektir. İspanya’nın çeşitli kesimlerindeki işçi ve köylüler çabucak şu karara varacaklardır: Evet, komünistler haklıydı. Ama bu kesinlikle, Maurin’in programı için üzerimize zerre kadar sorumluluk almamamız gerektiği anlamına gelir.
7. Monatte, İspanyol sendikalistlerinin yeni bir “sendikalist devlet” yaratacaklarını ümit etmektedir. Bunun yerine, Monatte’ın İspanyol dostları kendilerini başarılı bir şekilde burjuva devletine eklemliyorlar. Bu, ördek yumurtaları üzerine oturan talihsiz tavuğun hikâyesidir. Bugün İspanyol sendikalistlerinin söylediklerinin ve yaptıklarının tümünü takip etmek çok önemlidir. Bu, Fransa’daki Sol Muhalefet’e, Fransız anarko-sendikalizmine sert bir darbe indirmek için olanaklar açacaktır. Bir an bile şüphe edilemez ki, devrimci durumlar altında anarko-sendikalistler her adımda kendi kendilerini gözden düşüreceklerdir.
Sendikalistlerin parlak düşüncesi, Cortes’e katılmaksızın onu kontrol etmekten ibarettir! Devrimci şiddet kullanmak, iktidar için mücadele etmek, iktidarı ele geçirmek; tüm bunlara izin verilmez. Onun yerine, iktidardaki burjuvazinin “kontrolü”nü tavsiye ederler. Görkemli bir tablo: Burjuvazi kahvaltı yapar, öğle yemeği yer, akşam yemeği yer, ve sendikalistlerin önderlik ettiği proletarya bu işleri “kontrol eder”; boş bir mideyle.
20 Nisan 1935
Tezler; Marksist ve Leninist, özellikle de Bolşevik-Leninist literatürün olduğu kadar, Güney Afrika’nın ekonomik ve politik koşullarının titiz bir incelenmesi temelinde açıklıkla kaleme alınmıştır. Tüm sorunlara titiz bir bilimsel yaklaşım, devrimci bir örgütlenme açısından başarının en önemli koşullarından biridir.
Güney Afrikalı dostlarımızın deneyimi şu gerçeği bir kez daha göstermektedir ki, içinden geçtiğimiz dönemde, yalnızca Bolşevik-Leninistler, yani tutarlı proleter devrimciler, teoriye ilişkin ciddi bir tutum takınabilirler, gerçekleri çözümlerler ve başkalarına öğretmeden önce kendileri öğrenirler. Stalinist bürokrasi, uzun bir zaman önce bilgisizliği ve yüzsüzlüğü Marksizmin yerine geçirmişti.
Aşağıdaki satırlarda, Güney Afrika İşçi Partisinin programını oluşturacak olan taslak tezlerle ilgili olarak bazı saptamalarda bulunmak istiyorum. Hiçbir şekilde, tezlerin yazılı olduğu metne muhalefet etmek için bu eleştirileri yapıyor değilim. Bir dizi pratik sorun hakkında, tam ve nihai görüşler ileri sürmek için Güney Afrika’nın koşulları konusunda oldukça yetersiz bir birikime sahibim.
Sadece bazı yerlerde, taslak tezlerin bazı görüşleri ile uyuşmadığımı dile getirmek zorunda kaldım. Ancak bu noktada da, uzaktan değerlendirebildiğim kadarıyla, tezlerin yazarlarıyla ilkesel bir farklılığımız bulunmuyor. Mesele daha çok, Stalinizmin tahripkâr milliyetçi politikasıyla mücadeleden kaynaklanan polemiksel abartılardır.
Ancak, davamızın çıkarına olan şey, sunumdaki önemsiz yanlışlıkların bile üstünü örtmemek, tersine en net ve kusursuz metne ulaşmak için bunları açık tartışma süzgecinden geçirmektir. Aşağıdaki satırların amacı, Güney Afrikalı Bolşevik-Leninistlerimize kendilerini adadıkları bu büyük ve sorumluluk gerektiren görevde bazı yardımlarda bulunmaktır.
Güney Afrika’daki İngiliz işgali, yalnızca beyaz azınlığın bakış açısıyla bir dominyon olarak görülebilir. Siyah çoğunluk açısından ise Güney Afrika köle durumundaki bir sömürgedir.
Hiçbir toplumsal kabarma (ve en başta da bir tarım devrimi) Güney Afrika dominyonundaki İngiliz emperyalizminin varlığıyla birlikte düşünülemez. Güney Afrika’da İngiliz emperyalizminin yıkılışı, Güney Afrika’da olduğu kadar İngiltere’de de sosyalizmin zaferi açısından zorunludur.
Eğer devrim ilkin İngiltere’de başlarsa (ki bunu kabul etmek mümkündür), İngiliz burjuvazisi, Güney Afrika gibi çok önemli bir sömürgeyi de kapsayan sömürge ve dominyonlarda daha az destek bulabilecek ve ülke içinde daha çabuk yenilecektir. Bu nedenle, İngiliz emperyalizminin defedilmesi mücadelesi, bunun araçları ve yöntemleri, Güney Afrika proleter partisinin programının vazgeçilmez bir parçasını oluşturur.
Güney Afrika’da İngiliz emperyalizminin hegemonyasının yıkılması, İngiltere’nin askeri yenilgisinin ve imparatorluğun dağılmasının sonucu olarak gündeme gelebilir. Bu durumda, Güney Afrika beyazları belli bir dönem boyunca –zayıf ihtimalle de olsa– siyahlar üzerindeki egemenliklerini sürdürebilirler.
Diğer bir olasılık, ki bu pratikte birincisiyle ilişkilidir, İngiltere ve onun egemenliğindeki yerlerde bir devrimdir. Güney Afrika nüfusunun dörtte üçü (toplam olarak yaklaşık sekiz milyonun neredeyse altı milyonu) Avrupalı olmayanlardan oluşur. Muzaffer bir devrim, yerli kitlelerin uyanışı olmaksızın düşünülemez. Sırası gelince, bu devrim onlara, bugüne değin asla sahip olmadıklarını verecektir; kendi gücüne güven, yükselen bir bireysel bilinç, kültürel gelişme.
Bu koşullar altında, Güney Afrika Cumhuriyeti her şeyden önce “siyah” bir cumhuriyet olarak ortaya çıkacaktır; bu şüphesiz ne beyazların tam eşitliğini ne de ırkların kardeşçe birliğini dışlar; ki bu son nokta esas olarak beyazların tavrına bağlıdır. Ne var ki, nüfusun ezici çoğunluğunun, kölece bağımlılıktan kurtulduktan sonra devlete belirgin bir damga vuracağı bütünüyle açıktır.
Muzaffer bir devrim, yalnızca sınıflar arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda ırklar arasındaki ilişkileri de radikal bir tarzda değiştirdiği ve siyahlara sayılarına denk düşen bir konumu devlette sağladığı ölçüde Güney Afrika’daki toplumsal devrim aynı zamanda ulusal bir karakter de taşıyacaktır.
Sorunun bu yönüne gözlerimizi kapamak için ya da bunun önemini ihmal etmek için en ufak bir gerekçemiz bile olamaz. Tersine, proleter parti sözde ve eylemde ulusal (ırksal) sorunun çözümünü açıkça ve cesurca ele almak zorundadır.
Bununla birlikte, proleter parti, ulusal sorunu ancak kendi yöntemleri ile çözebilir ve çözmelidir.
Ulusal bağımsızlığın tarihsel silahı, yalnızca sınıf mücadelesi olabilir. Komintern, 1924’ten itibaren, sömürge halklarının ulusal kurtuluşu programını, sınıf ilişkileri gerçeğinin üzerinde uçuşan içi boş demokratik soyutlamalara dönüştürdü. Ulusal baskıya karşı verilen mücadelede, farklı sınıflar kendilerini maddi çıkarlardan (geçici olarak) arındırırlar ve basit “anti-emperyalist” güçlere dönüşürler.
Bu hayali “güçler”in, kendilerine Komintern tarafından bahşedilen görevi cesurca yerine getirebilmeleri için, onlara ödül olarak hayali bir “ulusal-demokratik” devlet vaat edilmiştir; şüphesiz Lenin’in formülüne kaçınılmaz bir başvuruyla: “Proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü”.
Tezler, 1917’de, Lenin’in, tarım sorununun çözümü için zorunlu bir koşul olarak görülen “proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğü” formülünü açıkça ve ilk ve son kez terk ettiğine işaret ediyor. Bu bütünüyle doğrudur.
Ancak yanlış anlamaları önlemek için şunu eklemek zorundayız: (a) Lenin, her zaman devrimci bir burjuva demokratik diktatörlükten bahsetti, hayali bir “halkın” devletinden değil; (b) burjuva demokratik diktatörlük mücadelesinde, tüm “Çarlık karşıtı güçlerin” blokunu önermedi, bunun yerine proletaryanın bağımsız sınıf politikasını izledi.
“Çarlık karşıtı” bir blok, Rus Sosyalist Devrimcilerinin ve sol Kadetlerin düşüncesiydi ve bunlar küçük ve orta burjuvazinin partileriydiler. Bu partilere karşı Bolşevikler her zaman uzlaşmaz bir mücadele yürüttüler.
Tezler, “siyah cumhuriyet” sloganının devrimci mücadeleye en az “beyazlar için Güney Afrika” sloganı kadar zararlı olduğunu ileri sürerse, bu ifade biçimiyle hem fikir olamayız. Bu sonuncu sloganda, bütünsel bir baskının desteklenmesi mevcutken, birinci sloganda kurtuluşa doğru atılan ilk adımlar söz konusudur.
Siyahların tam ve kayıtsız şartsız bağımsızlık hakkını, kesin bir biçimde ve hiçbir koşul koymaksızın kabul etmeliyiz. Siyah ve beyaz emekçilerin dayanışması ancak beyaz sömürücülerin egemenliğine karşı verilecek ortak mücadele zemininde yeşerip, güçlenebilir.
Zaferden sonra, siyahların Güney Afrika’da ayrı bir siyah devlet oluşturmayı gereksiz bulması olasıdır. Şüphesiz, ayrı bir devlet kurmaları için onları zorlamayacağız. Ancak bu kararı, özgürce, kendi deneyimlerini temel alarak ve beyaz zorbaların kırbacıyla zorlanmaksızın vermeliler. Proleter devrimciler, tam ayrılmayı da içerecek şekilde, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını ve ezilen ulus proletaryasının gerekirse elde silah bu hakkı savunma görevini asla unutmamalıdırlar.
Tezler, Rusya’da ulusal sorunun çözümünün Ekim Devrimi ile gerçekleştiği gerçeğinin altını çok doğru bir şekilde çizmektedir. Ulusal demokratik hareketler tek başlarına, Çarlığın uluslara uyguladığı baskıyla mücadele edecek kadar güçlü değillerdi. Köylülüğün tarım devrimi hareketi gibi ezilen ulusların hareketi de proletaryaya iktidarı ele geçirme ve kendi diktatörlüğünü kurma imkânı verdiği için, yalnızca bu yüzden uluslar sorunu da tarım sorunu gibi cesur ve kararlı bir çözüme kavuşmuştur.
Ama, ulusal hareketlerin proletaryanın iktidarı ele geçirme mücadelesiyle birleşebilmelerini politik olarak mümkün kılan şey, yalnızca, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, Rusya’dan ayrılma da dahil, her zaman ve kayıtsız destekleyerek bütün tarihleri boyunca Bolşeviklerin Büyük Rus ezenleriyle uzlaşmaz bir mücadele yürütmeleridir.
Bununla birlikte, Lenin’in ezilen uluslara ilişkin politikasının epigonların politikasıyla en küçük bir ortaklığı yoktur. Bolşevik Parti, ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, Çarlık Rusya’sının sayısız küçük-burjuva “ulusal” partileriyle (Polonya Sosyalist Partisi [PSP, Çarlık Polonya’sındaki Pilsudski’nin partisi], Ermenistan’da Taşnak Partisi, Ukraynalı milliyetçiler, Yahudi siyonistler vb., vb.) “anti-emperyalist” blok şarlatanlıklarını bütünüyle reddederek, proleter sınıf mücadelesinin yöntemleriyle savundu.
Bolşevikler, Rus Sosyalist Devrimcilerinin, onların bocalamalarının ve maceracılıklarının ve özellikle de sınıf mücadelesinin üstünde olduklarına dair ideolojik yalanlarının olduğu kadar, bu [küçük-burjuva ulusal] partilerin de maskesini her zaman acımasızca düşürmüşlerdir. Lenin, koşullar, onlarla şu ya da bu dönemsel ve bütünüyle pratik uzlaşmaları zorunlu kıldığında dahi uzlaşmaz eleştirilerine son vermemiştir.
Onlarla “Çarlık karşıtı” bayrak altında herhangi bir sürekli ittifak söz konusu olamazdı. Bolşevizm yalnızca bu uzlaşmaz sınıf politikası sayesinde Menşevikleri, Sosyalist Devrimcileri, ulusal küçük-burjuva partileri devrim anında bertaraf etme ve köylü kitlelerle ezilen ulusları proletaryanın etrafında birleştirme başarısını gösterebilmiştir.
Tezler şunu söylüyor: “Biz, siyah kitleleri kazanmak için, milliyetçi sloganlar kullanan Afrika Ulusal Kongresi[2] ile yarış içinde olmamalıyız”. Bu düşünce kendi içinde doğrudur ancak somut bir genişletmeye gereksinim duyuyor. Ulusal Kongre’nin faaliyetleri hakkında yeterli bilgim olmadığından, ona ilişkin politikamızı ancak benzerlikler temelinde özetleyebilirim; bu arada, önerilerime yapılabilecek eklemelere ve gerekli değişikliklere peşinen hazır olduğumu söyleyeyim:
1. Bolşevik-Leninistler, beyaz zorbaların ve bunların işçi örgütleri saflarındaki şovenist ajanlarının düzenlediği her saldırıda Kongre’yi savunurlar.
2. Bolşevik-Leninistler, Kongre’nin programındaki gerici eğilimlerin yerine ilericilerini koyarlar.
3. Bolşevik-Leninistler, yüzeysel ve uzlaşmacı politikalarından dolayı Kongre’nin kendi hedeflerini bile gerçekleştirmekten aciz olduğunu yerli kitlelerin önünde teşhir etmelidir. Kongre’den ayrı olarak Bolşevik-Leninistler devrimci sınıf mücadelesinin programını geliştirirler.
4. Eğer koşullar zorunlu kılıyorsa, Kongre ile dönemsel anlaşmalar, ancak kesin olarak tanımlanmış pratik görevler çerçevesinde, kendi örgütümüzün tam ve bütünsel bağımsızlığını ve politik eleştiri özgürlüğünü elde tutarak mümkün olabilir.
Tezler, temel slogan olarak, “ulusal demokratik devleti” değil, Güney Afrika “Ekim”ini ortaya koyuyor. Tezler şunları kanıtlıyor ve ikna edici bir şekilde kanıtlamalıdır ki;
a. Güney Afrika’daki ulusal sorun ve tarım sorunu temelleri itibariyle çakışmaktadır,
b. bu sorunlar ancak devrimci bir yoldan çözülebilirler,
c. bu sorunların devrimci çözümü, kaçınılmaz olarak, yerli köylü kitlelere önderlik eden proletarya diktatörlüğüne yol açar,
d. proletarya diktatörlüğü, bir sovyet rejimi ve sosyalist inşa dönemini açacaktır. Bu sonuç, programın tüm yapısının mihenk taşıdır. Bu noktada tümüyle hem fikiriz.
Ancak kitleler bu genel “stratejik” formüle bir dizi taktik sloganlar aracılığıyla çekilmelidir. Proletarya ve köylülüğün mücadelesinin ve yaşantısının somut koşullarının ve ulusal ve uluslararası durumun analizine dayanarak, her verili aşamada bu sloganları işlemek mümkündür. Bu konuya daha da derinlemesine girmeksizin, ulusal ve tarımsal sloganların karşılıklı ilişkilerine kısaca değinmek istiyorum.
Tezler, birçok kez, ilk planda ele alınması gerekenlerin ulusal değil tarımsal talepler olduğunun altını çizmektedir. Bu, üzerinde önemle durulması gereken bir sorundur. İşçi sınıfı saflarındaki beyaz şovenistlerle zıtlaşmamak için ulusal sloganların bir tarafa itilmesi ya da zayıflatılması şüphesiz canice bir oportünizm olurdu ki, tezlerin yazarları ve destekleyicileri kesinlikle bu konumda değillerdir. Devrimci enternasyonalizm ruhunun sindiği tezlerin metninde bu açıkça görülmektedir.
Tezler hayranlık verici bir biçimde, beyazların ayrıcalıkları uğruna savaşan “sosyalistler” için şunu ileri sürüyor: “Onları devrimin en büyük düşmanları olarak görmeliyiz.” Bu nedenle metnin kendisinde kısaca ortaya konan diğer bir açıklamaya bakmalıyız: geri yerli köylü kitleler, tarımsal ezilmişliği ulusal baskıdan çok daha doğrudan hissetmektedirler.
Bu tümüyle mümkündür. Yerlilerin çoğunluğu köylüdür; toprağın büyük bir bölümü beyaz azınlığın elindedir. Rus köylüleri, toprak uğruna verdikleri mücadele boyunca uzun bir süre Çara bel bağladılar ve inatla politik sonuçlar çıkarmayı reddettiler.
Köylüler uzun bir süre boyunca, devrimci entelijensiyanın geleneksel “Toprak ve Özgürlük” sloganının yalnızca ilk kısmını benimsediler. Köylülüğün her iki sloganı birleştirebilmesi için, tarımsal kargaşalarla ve şehirli işçilerin eylemleri ve etkisiyle geçen on yıllar gerekti.
Yoksul köle Bantu, İngiliz kralına ya da MacDonald’a daha fazla ümit besleyemez.[3] Ancak bu aşırı politik gerilik, kendisini, onun ulusal bilinçten yoksun oluşunda da göstermektedir. Aynı zamanda o, mali ve toprak köleliğini de şiddetle hissetmektedir. Bu koşullar göz önüne alındığında, köylülüğün adım adım, mücadele deneyimi temelinde gerekli politik ve ulusal sonuçlara çıkabilmesi için, propaganda her şeyden önce tarım devrimi sloganlarından başlayabilir ve başlamalıdır.
Bu hipotez halindeki düşünceler doğru ise, biz programın kendisinden ziyade programı yerli kitlelerin bilincine taşıma yolları ve araçlarıyla ilgileniyoruz demektir.
Devrimci kadroların sayıca azlığını ve köylülüğün dağınıklığını göz önüne alacak olursak, tek başına değilse de esas olarak ileri işçiler aracılığıyla köylülüğü etkilemek en azından yakın gelecekte mümkün olacaktır. Bu nedenle, Güney Afrika’nın tarihsel kaderi açısından tarım devriminin öneminin açık bir şekilde kavratılması ruhuyla ileri işçileri eğitmek, çok büyük önem taşımaktadır.
Ülkedeki proletarya, geri siyah paryalar ve ayrıcalıklı, kibirli bir beyaz kasttan oluşmaktadır. Durumun en büyük zorluğu burada yatmaktadır. Tezlerin doğru bir şekilde ifade ettiği gibi, çürüyen kapitalizmin güçlü ekonomik sarsıntıları eski engelleri şiddetlice sarsmalı ve devrimci kaynaşma işini kolaylaştırmalıdır.
Her durumda devrimcilerin safındaki en büyük suç, beyazların ayrıcalıklarına ve önyargılarına en küçüğünden bile olsa ödün vermektir. Şovenizm şeytanına parmağını uzatan, kolunu kaptırır.
Devrimci parti, her beyaz işçinin önüne şu seçeneği koymalıdır: Ya İngiliz emperyalizmi ve Güney Afrika’nın beyaz burjuvazisiyle birlikte olmak ya da siyah işçi ve köylülerle birlikte beyaz feodallere, köle sahiplerine ve onların işçi sınıfı saflarındaki ajanlarına karşı durmak.
Güney Afrika’nın siyah nüfusu üzerindeki İngiliz egemenliğinin yıkılması, eğer önceki anavatan kendisini emperyalist çapulcularının baskısından kurtarmışsa, şüphesiz ondan ekonomik ve kültürel bir kopuş anlamına gelmeyecektir. Sovyet İngiltere, gerçekten günlük mücadele içinde kaderlerini bugünün sömürge kölelerininkiyle birleştirmiş beyazlar aracılığıyla Güney Afrika üzerinde güçlü bir ekonomik ve kültürel etki uygulayabilecektir. Bu etki, baskıya değil, ortak proleter işbirliğine dayanacaktır.
Ama bütün olasılıklar içinde en önemlisi, Sovyet Güney Afrika’nın siyah kıtanın tümü üzerinde uyandıracağı etkidir. Beyaz ırktan geri kalmaması için, onunla birlikte el ele yeni kültürel zirvelere yükselebilmesi için zencilere yardım etmek, muzaffer sosyalizmin büyük ve soylu görevlerinden biri olmalıdır.
Son olarak, parti tüzüğü ile ilgili olarak, legal ve illegal örgütlenme sorunu konusunda birkaç şey söylemek istiyorum.
Tezler çok doğru bir şekilde, legal aygıtı illegalle bütünleyerek, örgüt ve devrimci görevler arasındaki kopmaz bağın altını çizmektedir. Şüphesiz hiç kimse, böylesi işlevler için, verili koşullarda bunlar legal aygıtlarca yürütülebilecekken illegal bir aygıt oluşturmayı önermez.
Ancak politik bunalımın yaklaştığı koşullarda, ihtiyaç duyulduğu anda daha da gelişecek olan, parti aygıtının özel bir illegal çekirdeği mutlaka oluşturulmalıdır. Faaliyetin belli bir kısmı, dahası çok önemli bir kısmı hiçbir koşulda açıkça yani sınıf düşmanımızın gözleri önünde gerçekleştirilemez.
Bununla birlikte, şimdiki durumda, illegal ya da yarı-legal devrimci çalışmanın en önemli biçimi kitle örgütlerindeki, özellikle de sendikalardaki çalışmalardır. Sendika liderleri kapitalizmin gayri resmi polisidirler; devrimcilere karşı acımasızca bir mücadele yürütürler.
Kitle örgütlerinde çalışma yeteneğimiz olmalı ve gerici aygıtın darbeleri altında kalmaktan kaçınmalıyız. Bu, illegal çalışmanın çok önemli –şimdiki durumda en önemli– yönüdür. Sendikalarda, konspirasyonun gerekli tüm kurallarını pratikte öğrenmiş bir devrimci grup, koşullar gerektirdiğinde faaliyetini illegal bir statüye dönüştürebilmeyi becerebilecektir.