Kapitalizmin tarihsel tıkanıklığı ve çıkışsızlığı tüm dünyada toplumları, istikrarlı bir şekilde yıkıma ve felâkete sürüklüyor. Sistemin kendisini yeniden ve kapsamlı bir şekilde üretip tazeleyecek potansiyellere sahip olmaması, bunun bir ifadesi olarak ekonomik krizin uzun yıllara yayılarak olağanlaşması toplumu her yönden çürütmekte ve siyasal gericiliği beslemektedir. Ortadoğu’da yoğunlaşan ama tüm dünyayı etkisi altına alan üçüncü emperyalist paylaşım savaşı, kapitalizmin tarihsel çıkışsızlığının ve derin ekonomik krizinin yıkıcı sonuçlarını gözler önüne seriyor. Kapitalizmin gayya kuyusuna dönüşen Ortadoğu’daki yıkım, katliam, Avrupa’ya vuran göç dalgaları, acı ve gözyaşı, dünyanın emperyalist güçler eliyle nereye sürüklendiğine işaret ediyor. Tablonun netleşmesi bakımından, Asya Pasifik’te Çin ve ABD’nin kızıştırdığı emperyalist rekabeti ve bu rekabetin çok daha yıkıcı bir savaşın zeminini döşediğini de kaydedelim. İnsanlık elbette kapitalizm belâsından kurtulabilir. Zira kapitalizm bir taraftan insanlığı yıkıma sürüklerken, aynı zamanda, tarihin daha önceki hiçbir döneminde görülmemiş ölçüde, üretici güçleri geliştirerek sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz ve savaşsız bir dünyanın nesnel zeminini döşemiş durumda. Lakin mesele şu ki, böyle bir dünyanın kurulması kendiliğinden olmayacak. Kapitalizmi yıkarak sosyalist toplumun yolunu açacak olan işçi sınıfıdır. Çünkü sömürü düzenini yıkma potansiyeline sahip tek devrimci sınıf odur. Ancak işçi sınıfı devrimci bilinç ve örgütlülüğe ulaşmadıkça sahip olduğu devrimci potansiyel hiçbir işe yaramaz. Nitekim örgütsüz işçi kitlelerinin düzen partilerinin arkasından gitmesi, daha da önemlisi, kışkırtılan milliyetçiliğe ve ırkçılığa kapılarak faşist liderlerin veya faşizmin tırmanış süreçlerinin payandası haline gelmesi bu gerçeği acı bir şekilde gözler önüne seriyor. İşçi kitleleri örgütsüz ve bilinçsiz oldukları sürece; ekonomik krizin, emperyalist savaşın, sömürünün, işsizliğin, militarizmin, milliyetçiliğin, otoriterleşmenin, faşizmin kapitalizmden kaynaklandığını kesinlikle kavrayamazlar. Örgütsüzlük ile bilinçsizlik aslında özdeş bir duruma işaret eder. Kapitalizm geldiği evrede, mülkiyeti çok daha az elde toplamış, işçi sınıfının ve yoksulların sayısını arttırmış, sömüren ile sömürülenler arasındaki nesnel çelişkileri alabildiğine keskinleştirmiştir. Toplumun yüzde 1’lik kesiminin dünyadaki toplam servetin yüzde 99’una el koymasından daha çarpıcı ne olabilir? Peki, nasıl oluyor da tüm toplumsal zenginliği üreten, ama en sefil koşullarda yaşayan işçi sınıfı, bu aşağılık sistemi yerle yeksan etmesi gerektiğini kavrayamıyor? Çünkü işçi sınıfının nesnel konumu, yani kapitalist üretim süreci içinde tuttuğu yer, onda, kendiliğinden devrimci bir sınıf bilincine, kapitalizmin yıkılması gerektiği bilincine yol açmaz, açmıyor. Sınıf bilinci, sınıf mücadelesi içinde gelişir. Lakin işçi sınıfının kendiliğinden iktisadi mücadelesi ancak ilksel düzeyde bir sınıf bilinci yaratır. Devrimci örgütlenmeler, emek-sermaye çelişkisinin çeşitli biçimler altında patlak vermesiyle gelişen mücadeleleri kapitalizmin temellerine yöneltmedikleri ve işçi kitlelerini bu temelde ileriye çekmedikleri sürece, sömürü düzeninden kurtulmayı esas alan bir sınıf bilinci gelişmez. Bu Marksizmin en temel yaklaşımıdır. Marksizmi derinden kavramayan, onun hangi eğilimlere işaret ettiğini göremeyen ve daha önemlisi kapitalizme karşı devrimci mücadele gibi bir derdi olmayan küçük-burjuva aydın ve akımlar, işçi sınıfının burjuvazi karşısındaki örgütsüzlük durumuna bakarak Marx’ı suçlamaktadırlar. Bunlar, nesnel/ekonomik özne olarak işçi sınıfının, bir sınıf bilinci ve devrimci hareket yaratmada başarısız olduğunu ve dolayısıyla sosyalizm mücadelesinin öznesi olamayacağını ileri sürerek “yeni toplumsal dinamikler” peşine düşmüşlerdir. Avrupa’da “sosyal devlet” uygulamalarının reformizm (sosyal demokrasi ve Stalinist komünist partiler) eliyle, işçi sınıfının bilincini bulandırmada yıkıcı bir araca dönüştürülmesini ve kitlelerin pasifize edilmesini kendi açılımlarına dayanak yapmışlardır. 1970’ler boyunca Avrupa’da dile getirilen bu tür görüşler, yani işçi sınıfının devrimci potansiyeli hususundaki şüphecilik, SSCB’nin çöküşünden sonra doruğuna ulaşmıştır. İdeolojinin ve politikanın üretim ilişkilerinden yani ekonomik alandan kaynaklanmadığı, özerk olduğu, dolayısıyla işçi sınıfına dayanmayan bir sosyalist politika da inşa edilebileceği biçimindeki görüşler, küçük-burjuva sosyalizminin ilgisine mazhar olmuştur. Kimileri ise, işçi sınıfı ve sınıf bilinci konusunda mekanik bir determinizme savrulmuşlardır. Üretim ilişkilerinin ya da ekonomik altyapının tek yönlü ve yegâne belirleyici olduğunu söyleyerek, Marksizmin “altyapı üstyapıyı (bilinç/ideoloji, siyaset vs.) belirler ama üstyapının unsurları da döner altyapıyı etkiler” diyalektik yaklaşımını boşa çıkartan, sınıf mücadelesi içinde işçi sınıfının devrimci güçlerinin oluşturulması çabasını ve öznel müdahalenin gerekliliğini anlamsızlaştıran, insanı adeta altyapı karşısında pasif nesne konuma iten görüşleri dile getirmişlerdir. Diğer taraftan işçi sınıfının nesnel-toplumsal bir sınıf varlığı olmasını önemsizleştiren, neredeyse sınıf olmayı sınıf bilinciyle özdeşleştiren, sınıf bilincinin olmadığı yerde sınıfın olmayacağı yorumlarına kapı açan görüşler de vardır. Elbette tüm bunların karşısında, teori ve pratiğin örgütlü birliğini temsil eden devrimci Marksizm vardır. Marx ve Engels, Komünist Manifesto’ya şöyle başlamışlardı: “Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi [Engels yazılı tarih diyerek düzeltir] sınıf savaşımları tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman üstü örtülü, kimi zaman açık bir savaş, her keresinde ya toplumun tümüyle devrimci bir yeniden kuruluşuyla, ya da çatışan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.” Marx ve Engels’in geliştirdiği bu tarih anlayışı ya da tarih bilimi, o güne kadarki felsefi ya da spekülatif idealist tarih anlayışlarının altındaki tüm zemini çökertiyor, toplumsal tarihin gelişim çizgisinin temel itici gücünü ortaya koyuyordu. Marx ve Engels’e göre, üretim ve mülkiyet ilişkilerinden, bunlar üzerinde varlık gösteren sınıflardan ve onların mücadelelerinden bağımsız bir tarihsel gelişim çizgisi olamazdı. Marksizmin kurucularının Alman İdeolojisi’nde ortaya koydukları gibi, bizzat insan maddi dünyanın bir ifadesidir. Fikirlerin, tasarımların ve bilincin üretimi, ilkin doğrudan ve dolaylı bir şekilde insanların maddi faaliyetine ve maddi alışverişlerine bağlıdır ve gerçek hayatın dilidir. İnsanların tasarımları, düşünceleri, zihinsel ilişkileri, burada, onların maddi davranışlarının dolaysız anlatımı olarak kendini gösterir. Bilinç hiçbir zaman bilinçli varlıktan başka bir şey olamaz ve insanların varlığı onların gerçek yaşam süreçleridir. Marx’ın ifadesiyle, insanların varlığını belirleyen şey bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır. Tarihin bu materyalist kavranışını Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’da daha net bir şekilde ortaya koyacaktı: “Varlıklarının toplumsal üretiminde, insanlar, aralarında zorunlu, kendi iradelerine bağlı olmayan belirli ilişkiler kurarlar… Bu üretim ilişkilerinin tümü toplumun iktisadi yapısını, belirli toplumsal bilinç şekillerine tekabül eden bir hukukî ve siyasal üstyapının üzerinde yükseldiği somut temeli oluşturur. Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır.” Bu bilimsel kavrayışın ortaya koyduğu gibi, insanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu kendilerini koşullandıran belirli bir çerçevede ve zaten var olan somut ilişkiler temeli üzerinde yaparlar. Meselâ bir işçi, önceden belirlenmiş üretim ilişkileri içinde kendini bir işçi olarak bulur. Bu işçinin kendisini ne olarak adlandırdığından, sınıf bilincine sahip olup olmamasından bağımsız olarak o, nesnel açıdan işçi sınıfının bir parçasıdır. Zira sınıf konumlarını belirleyen üretim biçimleri ve mülkiyet ilişkileridir. Bu konuda Elif Çağlı’nın şu satırları oldukça açıklayıcıdır: “Kişilerin verili üretim tarzı içindeki konumunu ve dolayısıyla toplumsal ürünün paylaşılmasındaki durumunu belirleyen temel unsur, üretim araçlarıyla kurulan ilişkidir. Bu yaklaşım, nesnel kategoriler olarak sınıfların tanımlanmasını mümkün kılar. Bu temel husus, üretim ilişkilerinin hukuksal ifadesi olan mülkiyet ilişkilerinde yansımasını bulur. Bu açıdan, kapitalist toplumda üretim araçlarının özel mülkiyetine sahip bulunan kapitalist sınıfın karşısında, bu mülkiyetten yoksun işçi sınıfı yer alır.”[1] Marx ve Engels, Manifesto’da kapitalizmde toplumun burjuvazi ile işçi sınıfı biçiminde giderek daha fazla düşman iki ana kampa bölündüğünü belirtirken, bir toplumsal sınıf olarak proletaryanın devrimci rolüne de dikkat çekiyorlardı. Öteki tüm sınıflar karşısında devrimci olan ve kapitalizmi yıkabilecek tek sınıf proletaryadır. Ne var ki Marksizmin ortaya koyduğu bu tarihi-nesnel gerçeklik ya anlaşılmak istenmemiş ya da bilerek çarpıtılmıştır. Kimileri, işçi sınıfının devrimci potansiyelinin nereden kaynaklandığını anlamak yerine; Marx’ın, işçi sınıfını, kendi felsefesinin içine oturttuğu ve böylece kendi kuramında toplumsal sorunları çözüme kavuşturduğu varsayımsal bir özne biçiminde yansıtmaktadırlar. Oysa Marksizmin ortaya koyduğu bilimsel sosyalizmle ütopik sosyalizm anlayışını birbirinden ayırt eden en temel şey; birincisinin verili maddi toplumsal/sınıfsal ilişkilerin üzerinde yükselmesi, ötekisinin ise aydınların/filozofların ahlâki ilkelerinin bir sonucu olmasıdır. Marx, kendi kafasından bir teori icat etmemiştir: Kapitalist üretim ilişkilerini, bu ilişkilerin yarattığı sınıfları, genelleşmiş meta üretimini yapan proletaryanın nasıl bir gücü elinde tuttuğunu, sınıflar arasındaki çelişki ve savaşımının nereye varacağını bilimsel bir temelde ortaya koymuştur. Kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri toplumun ezici çoğunluğunu mülksüzleştirerek yoksulluğa ve sefalete itmiştir. Kapitalizm, üretim araçlarının mülkiyetinden tümüyle yoksun kılınan ve işgücünü sattığı sürece varlığını sürdüren işçi sınıfını yaratmıştır. Tüm kapitalist üretim, sömürü, lüks ve ihtişam işçi sınıfının emeği üzerinde yükselir. Marx’ın ifadesiyle, işçi daha fazla ürettikçe daha ucuz bir meta haline gelir; onun yoksulluğu derinleştikçe kapitalist zenginlik daha da büyür. İşçi sınıfının ürettiği artı-değere el koyan sermaye yoğunlaştıkça, bir taraftan toplumdaki yoksulların sayısı artar, öte taraftan ise emek-sermaye arasındaki çelişkiler nesnel olarak, şu ya da bu biçim altında her alanda keskinleşir. Kapitalizme değin, daha önce hiçbir sosyal formasyon kitlesel bir meta üretim sistemi yaratamamış ve bu meta üretim sürecinin öznesi olan milyonları kentlerde bir araya getirmemiştir. Marx ve Engels, proletaryanın tarihsel hareketinin toplumun çoğunluğunun hareketi ve çıkarı olduğunu belirtirler. Kapitalizm, bir taraftan sınıfsız bir topluma geçişi olanaklı kılacak üretici güçleri yaratıp geliştirirken, öte taraftan burjuva mülkiyet biçimini bu üretici güçlerin karşısına diker. İşte bu çatışmayı çözecek ve tarihsel ilerlemeyi sağlayacak güç, nesnel olarak işçi sınıfıdır. Zira günbegün işgücünü satarak yaşayan işçi sınıfını, gerçekte kapitalist düzene bağlayan hiçbir bağ ve çıkar yoktur. İşçi sınıfı kapitalist toplumu yıkmadan ve tüm insanlığın kurtuluş yolunu açmadan kendisini de kurtaramaz. İşçi sınıfı, kapitalist düzende toplumsal bir sınıftır. Çağlı’nın bu noktada dikkat çektiği husus son derece önemlidir: “…çeşitli insan gruplarının sınıfsal pozisyonlarını belirleyebilmek için, kapitalist üretim sürecini teknik bir iş süreci olarak değil, toplumsal bir işbölümü sistemi olarak ele almak gerekir. Çünkü teknolojik değişime bağlı olarak sınıfın iç yapılanmasında, bileşiminde değişiklikler gerçekleşse de, kapitalist mülkiyet ilişkileri egemen olduğu sürece, burjuvazi ve proletarya, sınıf çıkarları uzlaşmayan iki temel sınıf olarak varlıklarını sürdüreceklerdir.”[2] Marx ve Engels, özellikle Manifesto’da burjuvazi ile işçi sınıfını iki sınıf ve toplumsal kutup olarak koymuş, böylece kapitalizmin nasıl bir sınıfsal karşıtlık ve çatışma yarattığına dikkat çekmişlerdir. Sınıfların bileşimine, iç sorunlarına ve rekabetine bilerek girmemişlerdir. Marx, genel kategorilerden (somuttan alınarak soyutlaştırılan kategoriler) başlayarak inceleme nesnesinin çekirdeğine doğru inen, yani daha basitten daha karmaşığa yükselen (elbette bütüne varınca, oradan da tersi yöne ilerleyen) bir yöntemin bilimsel olduğunu ortaya koymuştur. Aksi halde kaos halindeki toplumsal bütünlüğün içinde kaybolma, tek yöne saplanıp kalma ve bütünü anlamama söz konusu olacaktır. Dolayısıyla genel özellikleriyle sınıfların üretim sürecinde ve mülkiyet karşısında tuttukları pozisyonlar ve keskin toplumsal kutuplaşma ortaya konduktan sonra, sınıfların iç bileşimleri anlam kazanır. Çağlı’nın belirttiği üzere, kapitalist üretim süreci içinde işçi sınıfının bileşimi değişse de, meselâ hizmet sektöründekilerin sayısı mavi yakalılara göre artsa da işçi sınıfının burjuvazi karşısındaki toplumsal sınıf varlığı değişmez. Toplumsal işbölümü olduğu gibi kalmaya ve ücretli köleliğe itilen işçi sınıfı, tüm bileşenleriyle birlikte sömürülmeye devam eder. Üretim ve mülkiyet ilişkileri bağlamında, nesnel olarak burjuvazi karşısında toplumsal bir sınıf oluşturan işçi sınıfı; örgütsüzse, siyasal ve sendikal örgütlenmeler temelinde bir araya gelmemişse ve sınıf bilinciyle donanmamışsa, burjuvazinin sömürdüğü bir emek yığını olarak kalmaya mahkûmdur.