Geçtiğimiz haftalarda bir anket şirketinin yaptığı çalışmada, katılımcılara diğer soruların yanı sıra şu soru da sorulmuş: “Genel olarak Türkiye’nin birinci niteliği ne olmalı?” Soruya verilen yanıtlar arasında “güçlü devlet” yanıtı yüzde 54 oranla açık ara farkla birinci gelmiş.[1]
Şaşırtıcı mı? Hayır değil. Birkaç nedenle değil. Birincisi, aynı ankette Erdoğan’ın başkanlık arzusuna verilen destek de neredeyse aynı orandadır. Bu oranların doğru olup olmadığı ciddi bir tartışma konusu olsa da, ortadaki tartışılmaz gerçek, Erdoğan’ın başkanlık arzusunu yutturmak için vurguladığı “güçlü devlet” mesajının onu destekleyen kitleleri illüze ettiğidir. Başkanlık, daha doğrusu tek adam rejimi doğrultusunda örülen sürecin esas olarak faşizmin tırmanış süreci olduğunu söylüyoruz. Bu bağlamda güçlü devlet söylemi ile faşist söylem arasında kopmaz bir bağ vardır ki, Erdoğan-AKP yönetimi faşist bir rejim kurma arzusunu, kitleler nezdinde “güçlü devlet, Büyük Türkiye” söylemiyle meşrulaştırmaktadır.[2]
İkincisi, “güçlü devlet” söylemi, bir burjuva ideolojisi olan milliyetçiliğe dayanır, onunla iç içe geçer. Milliyetçiliğin her türlü burjuva ideolojisinde şu ya da bu oranda, şu ya da bu ton veya ağırlıkta var olduğunu hatırlarsak, burjuva ideolojisinin etkisi altındaki kitlelerin bu söyleme ne denli aşina oldukları kendiliğinden ortaya çıkar.
Üçüncüsü, bu topraklarda yüzyıllar boyunca hüküm sürmüş Asyatik despotizm, popüler kültürde devlete ve onu şahsında temsil eden despota dair derin izler bırakmıştır. Kutsallaştırılan devlet ve onun başındaki despot ne denli güçlü ise, devletin tebası durumundakilerin de bundan o denli yarar elde edeceği düşüncesi, yüzyıllar boyunca egemen sınıf tarafından halka türlü yollarla yutturulagelmiş, bunu kabul etmeyenlerin de boynu vurulmuştur.
Peki “güçlü devlet” işçi-emekçi yığınların çıkarına mıdır? Burjuva ideolojisinin etkisi altında kalan emekçi yığınlar bu soruya tereddütsüz evet cevabı verseler de gerçeklik bunun tam tersidir.
Kapitalizmde devlet sermaye sınıfının baskı ve egemenlik aygıtıdır
Çünkü her şeyden önce, kapitalist toplumda devlet, burjuva ideologlarının iddia ettiği gibi, tüm toplumun ortak çıkarlarını ifade edip koruyan, tüm vatandaşlara eşit mesafede duran, yurttaşları arasındaki uzlaşmazlıklarda tarafsız bir hakem konumunda olan bir kurum değildir. İster demokratik biçime bürünsün ister otoriter veya totaliter bir şekle, kapitalist toplumda devlet her zaman, iktisaden egemen olan sermaye sınıfının yani burjuvazinin geniş emekçi kesimler üzerindeki baskı ve egemenlik aracı olagelmiştir: “
… sınıflı bir toplum olarak kapitalizmde devlet tüm biçimleriyle (burjuva demokrasisi de dahil) sömürülenler açısından bir diktatörlüktür, burjuvazinin işçi-emekçi kitleler üzerindeki egemenlik aracıdır. Burjuvazi bu egemenliğini devletin baskı aygıtları ve ideolojik aygıtları vasıtasıyla sürdürür. … Devletin baskı aygıtları, polis, ordu, mahkemeler, hapishaneler vb. gibi kurumlarda somutlanır. Burjuva düzenin ideolojik aygıtları ise kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesine hizmet eden ve eğitim, din, hukuk, siyaset, medya, kültür, aile vb. gibi geniş bir alana yayılmış çeşitli kurumları kapsar. … Devletin baskı aygıtları burjuva düzenin egemenliğini korumak ve sürdürmek üzere zor kullanımı temelinde işlevini yerine getirirken, ideolojik aygıtlar ise yine aynı amaca hizmet etmek üzere ideoloji kullanımı temelinde işlerler.”
[3]
Dolayısıyla, kapitalist toplumda devletin “güçlenmesi”, aslında burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki egemenliğinin güçlenmesi anlamına gelir. Daha güçlü bir ordu, daha güçlü bir polis teşkilâtı vb. sömürülen yığınların düzeni değiştirme mücadelesine karşı sermaye sınıfının baskı aygıtlarının, yani bu sömürü düzenini zor yoluyla muhafaza eden aygıtların güçlenmesinden başka bir anlama gelmez. Benzer şekilde “devletin ekonomik olarak güçlenmesi” diye emekçilere yutturulan şey de aslında o devlette egemen olan kapitalistler sınıfının iktisaden güçlenmesi ve dünya emperyalist sistemi içerisinde rekabet gücünün artmasından başka bir anlama gelmez. Ülke ekonomisinin büyüyüp güçlenmesi, işçi ve emekçilerin yaşam standartlarının bire bir yükselmesi anlamına gelmez. Olsa olsa bu, burjuvazinin katlanan zenginliğinden işçi ve emekcilere küçük kırıntılar aktarması olanağının artması ve kapitalist düzeni onlar için biraz daha katlanılabilir hale getirmesi anlamına gelir. Nitekim, büyüyen ekonominin işçiler açısından daha iyi çalışma ve yaşam koşulları anlamına gelmediğini Türkiye ekonomisinin son on yıllık gidişatına bakarak da çırılçıplak görmek mümkündür. Türkiye ekonomisinin katlanarak büyümesi, aslında işçi sınıfının daha çok sömürülmesi, düşen reel ücretler, kırpılan sosyal haklar, ağırlaşan çalışma koşulları, katliam boyutlarına varan iş cinayetleri anlamına gelmiştir.
“
Burjuva devlet, burjuva demokrasisi diye nitelediğimiz olağan işleyişinde bile özünde egemen sınıf için demokrasi, fakat sömürülen-ezilen kitleler için bir diktatörlüktür. Burjuva devletin bu diktatör niteliği en açık olarak, işçi ve emekçi kitlelerin düzene karşı isyanlarını bastırmaya yönelen olağanüstü rejim dönemlerinde ortaya çıkar. Bonapartizm ve faşizm gibi olağanüstü burjuva rejimler, geniş kitlelerin mücadelesini baltalamaya dönük bir kitle psikolojisi yaratma konusunda da olağan burjuva işleyişlerin çok ötesine geçen örnekler vermişlerdir, vermektedirler.”
[4] Kapitalist devlet otoriter ya da totaliter biçimlere büründüğünde, “güçlü devlet”in işçi sınıfının tepesindeki balyozun daha da ağırlaşması anlamına geldiği bariz ortaya çıkar, geniş emekçi yığınlar tarafından daha kolaylıkla görünür hale gelir. Ne var ki, emekçiler bunu daha kolay görür hale gelseler de, artık o balyozu kırıp parçalamak da bir o kadar zorlaşmış olur.
“Güçlü devlet” arzusu faşizmi besler
Faşizm işçi sınıfının en acımasız düşmanıdır ve “güçlü devlet” söylemi de faşizmin değirmenine su taşır. Her şeyin önüne geçirilen bir “güçlü devlet” vurgusu ve devlet gücünün kutsanması, aslında faşist söylemin temel direklerinden biridir.
[5] Her ne kadar faşizmin “
her ülkeye az çok uyan, genelleşmiş bir ideolojisi” olmasa ve “
faşizm, iktidara yerleşebilmek için içinde hareket ettiği zaman ve mekân koşullarına bağlı olarak amacına denk düşecek uygun demagojiyi” kullansa bile, her örnekte “güçlü devlet” vurgusunu ayırt etmek mümkündür. Zira faşizm, kapitalist sömürü düzenini ve burjuva devleti tehdit eden güçlerin en acımasız yöntemlerle ortadan kaldırılarak “devletin bekasının sağlanması”nı hedefler.
Tam bir eklektizm ve katıksız demagojiye dayalı faşist söylemin ayırt edici unsurlarının başında, ne pahasına olursa olsun devlet ve düzenin korunması gelir. Devletin, onun sahip olduğu gücün ve düzenin kutsanarak, bunların açık ve çıplak diktatörlük araçlarıyla korunması, en abartılı ve en akıldışı noktalara gitmiş bir milliyetçilikle atbaşı gider
[6]: “
… amacına ulaşmak için kitleleri değişken demagojilerle aldatıp, siyasal iktidar tekelini de esasen açık baskı aracılığıyla sürdüren bir olağanüstü rejimin oldukça homojen ve dört başı mamur bir ideolojisinin olamayacağı aşikârdır. Yine de faşist ideoloji dendiğinde, genel anlamda devletin ve düzenin kutsanması, koyu bir milliyetçilik ve militarizm, kudurgan bir anti-komünizm gibi bazı ortak öğelerin ona damgasını bastığını söylemek doğru olur.”
[7]
Faşizm teriminin kaynağına baktığımızda bile, onun esas olarak devleti en gaddar biçimde koruma düşüncesine dayandığı görülür. Faşizm kavramı, Roma İmparatorluğu döneminde devleti temsil eden üst düzey görevlilerin muhafızlarının taşıdığı baltalara verilen “fasces” teriminden türetilmiştir. İtalyan faşizminin lideri Mussolini, faşizmi şöyle tanımlamıştı: “
Faşizmin temeli devlet kavramıdır. Faşizmin temeli, devletin karakteri, ödevi ve amacıdır. Faşizm, devleti bir salt varlık olarak görür. Bütün bireyler ve topluluklar devlet karşısında görece bir nitelik taşırlar... Faşizmden söz etmek, zımnî olarak devletten söz etmek demektir.”
İtalya’da da Almanya’da da faşizm, aşağıdan bir sivil hareket olarak örgütlenip iktidara yürüdüğü için kitle desteğini kazanabilmek üzere her türlü demagojiye başvurmuştur. Her iki harekette de, anti-kapitalist bir demagoji, “zenginlerin bencilliği ve kibrine” karşıt söylemler belirgindir. Her iki faşist harekette de, “başkalarına karşı ödevler”, “yüksek yurttaşlık duygusu” gibi söylemlerle kişilerden ve kişisel özgürlüklerden ziyade genele, yani “ulus”a vurgu yapılması, aslında “ulus”u temsilen devletin önceliğine vurgu yapılması anlamına geliyordu. “Kişi yararından önce kamu yararı gelir” söylemi, faşistlerin elinde, kamunun yegâne ifadesi, temsilcisi ve hatta kendisi olarak devleti ve “devlet yararı”nı öne çıkarmak üzere kullanılıyordu.
Peki bu “devlet yararı”nın hangi yönde olacağına kim ve nasıl karar verecektir? Zira faşist ideolojide bireyler biçimsel olarak eşit değildirler. Bu ideolojiye göre toplumun çoğunluğu basit ve “aşağı” çıkar peşinde koşan kişilerden oluşur, bunlar toplumun bütününün yani “ulus”un çıkarlarını düşünebilme yetisinde de değildirler. Bu nedenle eşit siyasal haklara sahip olmaları gereksizdir. Bunun yerine toplumun bütününün çıkarlarının ne olduğunu görüp bunları uygulayabilecek bir seçkinler grubu ve bu gruba önderlik edecek tanrısal niteliklerle donanmış bir lidere ihtiyaç vardır. Ancak ve ancak bu yanılmaz liderler, Duçeler, Führerler, Reisler (ve kimi durumlarda da cuntalar) karar verme yetisindedirler. Hal böyle olunca ne seçimlere, ne parlamentoya yer vardır faşist yapıda. Zaten parlamenter sistem, denetim vb. gibi birçok formaliteyle devletin etkin ve hızlı bir biçimde yönetilmesini engellemekte değil midir? Oysa faşist devlette “laf yok, iş var”dır! Erdoğan’ın, kuvvetler ayrılığına karşı çıkmasını, etkin ve hızlı karar mekanizmalarına yaptığı vurguyu, AKP’nin “onlar konuşur, biz yaparız” şeklindeki seçim sloganını hatırladınız mı?
Faşizm kişi hak ve özgürlüklerinin “güçlü devlet” yararına ortadan kaldırılmasını meşrulaştırırken, bunun için gerekli çarpıtma araçlarını genel burjuva ideolojisi içinde hazır bulur. Burjuva ideolojisi, zaten, ulus-devletin, ulusun “ortak iradesi”nin bir yansıması, ulusun “ortak çıkarları”nın bir ifadesi olduğunu savunur. Ulus ile devlet arasındaki bu ilişkide devletin güvenliği ile ulusu oluşturan bireylerin hakları arasında nasıl bir denge tutturulacağı sorusuna farklı burjuva akımlar farklı cevaplar verirler. Ulus ile devleti bir ve aynı şey olarak değerlendiren, “devlet ile milletin bölünmez bütünlüğü”nü vurgulayan faşist ya da faşizan ideolojiler, devleti bir kez kutsadıktan sonra, buradan bireysel hak ve özgürlüklerin ilgasını kolayca türetirler.
Kolayca diyoruz, çünkü faşist ideoloji de bir burjuva ideolojisidir. Gerek devlet gerekse de millet olgularının burjuva ideolojisinin çeşitli versiyonlarındaki (liberalizm, muhafazakârlık, sosyal-demokrasi vb.) açıklanma tarzı ile faşist ideolojideki ele alınışı arasında aşılmaz dağlar yoktur. Aslında, bu olgulara burjuva ideolojisinin yüklediği anlamlar, faşist ideolojide en aşırı biçimlerini bulurlar. Kuşkusuz milliyetçiliğin farklı türlerini birbirinden ayırt etmek (en başta da ezilen ulus milliyetçiliği ile ezen ulus milliyetçiliğini) siyasi bakımdan önem taşır. Ne var ki ulusal sorunların çözülmüş olduğu bir ülkede milliyetçiliğin artık tümüyle gerici bir burjuva ideolojisi olduğu açıktır. Eşit yurttaşlardan oluşmuş bir millet ve bu milletin ortak çıkarlarının varlığı kabulüyle ileri sürülen milliyetçilik ile faşist milliyetçilik arasında, ancak bir derece farkından bahsedilebilir. Benzer şekilde, bu millet anlayışına dayandırılan, bu ortaklığın temsilcisi olarak resmedilen devlet kavrayışından, milletle özdeşleşip bütünleşmiş faşist devlet anlayışına geçiş yapmak da ciddi bir düşünsel kopuşu gerektirmez. Aslında tam da bu sürekliliktendir ki, kapitalist devlet ciddi bir yıkılma tehdidi ile karşı karşıya kaldığında, farklı burjuva akımlar, faşizmle kolaylıkla aynı saflarda buluşabilmekte, onun önünü açıp destekleyebilmekte ciddi bir ideolojik-politik zorluk çekmemektedirler. Bunu kanıtlamak için tarihe dönüp bakmak bile gerekmiyor. Günümüzde pek demokratik AB’nin ırkçı-faşist oluşumları nasıl el altından beslediğini, Fransa’da sözümona sosyalist Hollande’ın olağanüstü hal uygulamalarıyla gericiliğin önünü nasıl açtığını, Türkiye’de Kemalist CHP ve Perinçekgillerin Kürt ve Ermeni sorununda AKP’nin ırkçı-faşist yönelimlerine nasıl cevaz vererek onun destekçileri konumuna kolaylıkla düştüklerini görmek yetiyor. Yıllarca devletçi ve milliyetçi önyargılarla zehirlenen emekçi kitleler faşistler tarafından “kutsal güçlü devlet” ve “üstün millet” söylemleriyle bombardıman edilirken, onlarla aşık atmaya kalkan diğer burjuva siyasetçiler kendilerinin de devletçi ve milliyetçi olduğunu kanıtlama gayretiyle faşizmin değirmenine su taşımaktan öteye geçemiyorlar.
Faşizm bireyi ve bireysel özgürlükleri hiçe sayar
İster Mussolini’de olduğu gibi devletin öncelikli olduğu açıkça vurgulansın (“devletin amacı kendisidir”), ister Hitler’de olduğu gibi “halk için devlet” yalanıyla halk aldatılsın (“devletin içeriği halktır, amacı bu içeriği korumaktır”), faşizm devleti kutsayarak onun bekasını her şeyin önüne geçirir: “
faşizmin her zaman ve her yerde devlet gücünü kutsayan, mutlaklaştıran ve bu güç sayesinde iktidarını sürdüren bir burjuva yönetim biçimi olduğu açıktır. Faşizmin bu özsel niteliği, Mussolini’nin ünlü deyişinde ifadesini bulur: «Her şey devletin içindedir, hiçbir şey devletin dışında ve devlete karşı değildir.»”
[8]
Dolayısıyla faşizm bireyi ve bireysel özgürlükleri de dikkate almaz. Birey, sahte bir kolektiviteye feda edilir ki, bu kolektivite devletin kendisidir. Faşist ideoloji, kişinin hakları, refahı, mutluluğu, özgürlüğü gibi kavramları bir tarafa bırakarak, yurttaşların devlete karşı görevlerini öne çıkarır: “Özgürlük bir görevdir, bir hak değil” (Mussolini). Haklar yerine görevler, özgürlük yerine otoriteye itaat ve disiplin, eşitlik yerine kaskatı bir hiyerarşi geçirilir: “
Faşizmin ilk vatanı İtalya, aynı gerçekliğin uzantısı olarak, aslında tüm faşist iktidarlar tarafından benimsenip uygulamaya sokulan totaliter devlet anlayışını açıkça dillendirmiştir. Buna göre, devlet bireylerin «hak ve özgürlük» alanını dilediğince düzenleme ve sınırlama hakkına sahiptir; devlet her şeydir, ulusu yaratan da odur. Bireylerin hakları olmaz, görevleri vardır. Bireyin görevleri, devletin gücüne inanmak, itaat etmek, onun koyduğu kurallar altında kaytarmaksızın çalışmak ve devlet emrettiğinde gözü kapalı savaşmaktır.”
[9]
Mussolini, faşizmde tek özgürlüğün “devletin özgürlüğü” olduğunu belirtiyor. Ona göre, kişinin özgürlüğü doğrudan değil dolaylıdır, itaat edip hizmet ettiği devlet ne kadar güçlenirse o kadar özgür olacak, böylece birey de o özgürlükten nasiplenecektir. Zaten kişinin görevi kendi varlığını devlete feda etmektir. “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diyen zihniyet de aynı faşist zihniyetin bir uzantısıdır. Kişisel haklar devletin ihtiyaçlarıyla çelişmediği sürece ve kadarıyla bir anlam içerebilir. Bunun ötesinde devletin dışında bir kişi olamayacağı gibi herhangi bir grup da (sınıflar, sendikalar, dernekler, siyasi partiler vb.) olamaz. Faşist ideoloji toplumun birbiriyle uzlaşmaz çelişki içindeki sınıflara bölünmüş olduğu gerçeğini kesin olarak reddeder. Ona göre, sınıflar yoktur, patron da işçi de bir “üretimci”dir, çıkarları birbirleriyle çelişmediği gibi her ikisinin de “görevi” devletin çıkarları doğrultusunda üretimin devamını ve büyümesini sağlamaktır. Mussolini’nin bu görüşleri, 1930’larda Kemalist TC’nin “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitleyiz” söyleminin de kaynağını oluşturur, tıpkı aynı yıllardaki İş Yasalarının da faşist İtalya’dan kopyalanmış oluşundaki gibi. Bugün “güçlü devlet” söylemiyle gözleri boyanan emekçi kitlelere, sendikaların ve grevlerin yasak olduğu, devletin işçiler karşısındaki gücünün sınırsız olduğu o dönemlerde yaşananları hatırlatmak bizlere düşüyor.
Faşist devlet totaliter bir devlettir. Bu yalnızca, devletin tüm erklerinin tek elde toplanması anlamına gelmez, aynı zamanda faşist devlet, bireyin yaşamının tüm alanlarına el atmaya, onu gündelik hayatının her anında belirleyip biçimlemeye girişir. Ne yiyip ne içeceğinden nasıl giyineceğine, nasıl eğleneceğinden nasıl yas tutacağına, ailesiyle ve karşı cinsle nasıl ilişki kurması gerektiğine, nasıl ve kaç çocuk doğuracağına vb. tüm davranışlar için tek tip kalıplar üretir ve dayatır. Devlet güçlendikçe birey silikleşir.
Faşizmde insan, tâbi olduğu devletin dışında hiçbir anlama da değere de sahip değildir: “Birey devletle uyumlu olduğu ölçüde önemlidir” (Mussolini). Devlet kişiler için değil, kişiler devlet için vardır, onun için yaratılmıştır! Bu faşist zihniyet, bu topraklardaki egemenler tarafından da son yıllarda tarihsel kişiliklere yapılan atıflarla aynen tekrarlanıyor. Sanki insanın önemine vurgu yapıyor gibi “insanı yaşat ki devlet yaşasın” sözünü dillerine pelesenk eden AKP sözcüleri emekçi kitleleri aldatıyorlar: “
Onlar insandan önce devlet diyen ve insanın yaşatılmasının da esasen devletin yaşaması için gerekli olduğuna inanan o «kadim devlet» geleneğinin izleyicileriydiler. Erdoğan ikide birde boşuna demiyordu «insanı yaşat ki devlet yaşasın» diye! Sözümona Şeyh Edebali tarafından söylendiği iddia edilen bu lâf, resmi tarihçilere göre de Osmanlı devletinin kuruluş ideolojisinin temelini oluşturan bir laftır! Osmanlı’nın devlet inancına göre, devlet insanı (tebaayı, reayayı) koruyup yaşatmalıydı ki, o tebaanın vereceği sütle (artık ürünle) kendisi de ilelebet yaşayabilsin! Ecdatlarının ideolojisini sahiplenen Erdoğan için de esas olan «devletin yaşatılması»dır tabii ki!”
[10] Görülüyor ki, TC devletinin geleneksel hegemon güçleri (TÜSİAD burjuvazisi ve asker-sivil bürokrasi) ile iktidar mücadelesi yürütürken, devlet ve millet kavramlarını ayrıştırarak kullanan, devletten ziyade millete, onun temsiliyetine egemenliğine ve ona hizmet etmeye vurgu yapan AKP liderleri, devlet aygıtının dümenini ele geçirdikleri andan itibaren devleti her geçen gün daha faşist bir söylemle kutsamaya girişmişlerdir.
Bugün AKP elinde tuttuğu devlet gücünün kendisine sağladığı tüm avantajları kullanarak rejimi faşizm doğrultusunda tepeden dönüştürüyor. Kitlelerde yenilmez bir güç yanılsaması yaratıyor, Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın yarattığı korku ve kaygıları suiistimal ediyor. Bu ortamdan ancak kendi önderliğinde “güçlü bir devlet” haline gelinerek çıkılabileceği yalanını empoze ediyor. Gerek Kürt sorununun yarattığı ortamı kullanarak gerekse de Osmanlı’ya yaptığı tarihsel atıflarla milliyetçiliği kışkırtıp, “güçlü devlet”, “cihan devleti” söylemi eşliğinde emekçi kitleleri bir taraftan emperyalist maceralara diğer taraftan da faşist bir rejime hazırlamaya çabalıyor. AKP’nin bu oyununu bozabilmek için, işçi sınıfının öncü-mücadeleci kesimlerinden başlayarak emekçi kitlelere, bu devletin kapitalistlerin devleti olduğu, devletin güçlenmesinin sermaye sınıfının egemenliğinin güçlenmesi demek olduğu gerçeğini yılmadan usanmadan kavratmaya çalışmak gerekiyor.
[1] Gezici Araştırma Merkezinin yaptığı bu ankette sözkonusu açık uçlu soruya verilen diğer yanıtlar, yüzde 27 oranıyla “istikrarlı ekonomi”, yüzde 19 oranıyla “insancıl toplum” başlıklarında toparlanmış.
[2] Aslında “güçlü devlet” söylemi bu topraklarda faşist MHP’nin propagandasının temelini oluşturur. “Milli Devlet, Güçlü İktidar” sloganını ilk kez Türkeş 1975 seçimlerinde kullanmıştı. O tarihlerde yaptığı bir konuşmada şunları söylüyordu faşistlerin başı: “
Milli Devlet-Güçlü İktidar ilkesine uygun olarak Aziz Milletimizi Milli Ülküler etrafında toplayıp bütünleştireceğiz... Cihan imparatorlukları kurmuş büyük Türk Milleti'nin özlemi, tekrar büyümek, Büyük Millet-Güçlü Devlet olmaktır. Mazide büyük olan bir millet gelecekte de büyük olacaktır.” Benzer şekilde “sosyal-faşist” Perinçek de bugün aynı yolda yürümektedir. Geçtiğimiz seçimlerde Vatan Partisi’nin “Halka Dayanan Güçlü Devlet” sloganı ile (ki bu Almanya’da Hitler’in sloganı idi) gireceğini açıklayan Perinçek, “
üreten ve birleşen Türkiye’yi kurmak için disiplinli bir devlet anlayışının zorunlu olduğunu” iddia ediyordu.
[3] Elif Çağlı,
Otoriterleşme ve İdeolojik Aygıtların Rolü, Kasım 2015, marksist.com
[5] Faşizm hiçbir ülkede derli toplu bir doktrin ortaya koyabilmiş değildir. Net ve iç tutarlılığı olan bir politik programı ya da felsefesi yoktur. Bu özellik aslında onun zafiyeti değil bilakis beslendiği kaynaktır. Tüm faşist hareketlerde, programatik yaklaşım, felsefe vb. eylemin arkasından gelir. Eylemin ardından yapılan işi açıklamak ve haklı göstermek üzere türlü düşünceler ortaya atılabilir, bu düşüncelerin arasında bir tutarlılık aramak da boşunadır: “
faşizmin tamamen kendi karakteristikleri temelinde belirginleşen, özgün bir düşünce akımı olarak belli başlı niteliklerini sıralayabileceğimiz bir ideolojisi yoktur. Daha doğrusu faşizmin ideolojisi, olağanüstü koşullarda burjuva düzeni kurtarmaya koşan ve bunun için gereken neyse yapmayı göze alan faşist eylemin, mevcut ahval ve şeraite uydurulmuş düşünsel versiyonlarıdır.” (Elif Çağlı,
Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay, s.149-150) Mussolini, faşizmin kesin fikirlerden ziyade uygulama alanında izlenmesi gereken yolu gösterdiğini söylerken; Hitler, program hiçbir şeydir, eylem güç ve iktidar her şeydir derken bunu vurguluyorlardı. Bu nedenle, faşist ideoloji ve söylem aslında tam bir eklektizm ve katıksız demagoji örneğidir. Faşist söylem, her daim geçmişten birtakım olayları, kahramanları veya sembolleri yüceltir. Bunlarda iç tutarlılık da aranmaz, tersine, tutarsızlık ne kadar göze batarsa, demagojik propaganda o kadar abartılı ve o denli histerik hale gelir. Faşist söylemin bu yönüne şöyle değinir Elif Çağlı: “
Faşizmin her ülkeye az çok uyan, genelleşmiş bir ideolojisi yoktur. Çünkü faşizm, iktidara yerleşebilmek için içinde hareket ettiği zaman ve mekân koşullarına bağlı olarak amacına denk düşecek uygun demagojiyi kullanacaktır. Bu nedenle faşizmin ideolojik sunumu, çeşitli palavralar ve boş vaatlerle bezenmiş, ortama göre renk değiştirecek bir bukalemun gibidir.” (
Bonapartizmden Faşizme, s.149)
[6] Faşist söylemin olmazsa olmaz bir diğer unsuru da korku ve nefrettir. Gerek iç gerekse de dış “düşmanları” hedefine oturtan bir nefret, hem faşizmin tırmanışı sürecinde hem de faşizmin zaferinin ardından faşist terör ve şiddetin meşrulaştırılması için kullanılır. Bitmek bilmez siyasi ve iktisadi bunalımlarla karakterize olan sistemik bir kriz, burjuvazide sosyalist bir devrimden duyulan korkuyu körükledikçe, büyük burjuvazinin ve devletin açık ya da örtük desteğini alan faşist hareketler, toplumda (özellikle de küçük-burjuvazi ya da orta-sınıf denilen kesim içerisinde) devrim korkusunu yayarlar. Mevcut sosyal ve siyasal sorunların burjuva demokratik düzen içerisinde çözülemeyeceği açığa çıktıkça, proleter bir devrimi inandırıcı kılabilecek bir önderlik mevcut değilse, bu toplumsal kesimler (ve küçük-burjuva zihniyetinin esiri olan diğer kesimler) istikrarın ancak otoriter ve güçlü bir devletle sağlanabileceği düşüncesine sarılırlar ve güçlü olanın (ya da öyle görünmeyi başaranın) arkasına dizilmeye başlarlar. Görülüyor ki, “güçlü devlet” söylemi, güce tapan küçük-burjuvaziyi (ve o zihniyettekileri) tavlamanın en kolay yollarından biridir.
[7] Elif Çağlı,
Bonapartizmden Faşizme, s.143
[8] Elif Çağlı,
age, s.137
[9] Elif Çağlı,
age, s.137-8
[10] Mehmet Sinan,
Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP, Kasım 2012, marksist.com