17 Aralıkta başlatılan yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun etkileri devam ediyor. Hiç kuşku yok ki, bu operasyonun asıl amacı yolsuzlukla mücadele etmek değil, AKP’ye ve Erdoğan’a haddini bildirmekti. Nitekim AKP ile Gülen Cemaati arasında süren iktidar kavgası, operasyon sonrasında alabildiğine sertleşmiş ve yeni boyutlar kazanmıştır. Fakat esas yaşanan şeyin bir iktidar kavgası olması, yolsuzluğun ise bu doğrultuda bir yıpratma unsuru olarak kullanılması, ortada devasa bir yolsuzluk ve rüşvet bataklığı olmadığı anlamına gelmez, gelmemektedir. Tersine, AKP hükümeti gırtlağına kadar yolsuzluk ve rüşvet bataklığına batmıştır. İşte bu yüzden gerek Cemaat, gerek burjuvazinin bir kesimi ve gerekse kendileriyle boy ölçüşmeye kalkışan Erdoğan’a haddini bildirmek isteyen uluslararası güçler, halk kitleleri nezdinde esaslı bir itibar kaybına yol açacağını düşündükleri için AKP’nin yolsuzluk çarkını ifşa etmişlerdir. AKP hükümeti ise, elindeki tüm gücü kullanarak rakiplerinin saldırılarını savuşturmaya ve bu arada açığa çıkan yolsuzluklarının da üzerini örtmeye çalışmaktadır. Şu hususu akılda tutmak lazım: Yolsuzluk, rüşvet, dolandırıcılık, mafya, hile, yalan dolan kapitalizmin doğasında vardır. Bu nedenle Cemaat ve TÜSİAD burjuvazisinin, bunların medya organlarının, ABD ve AB sözcülerinin yolsuzlukların üzerine gidilmesi yönündeki açıklamaları tam bir riyakârlıktır. Ne zaman ki burjuva siyaset arenasında yolsuzluktan söz edilse, bilinmelidir ki ortada bir iktidar kavgası vardır; burjuvazinin bir kesiminin diğer bir kesimini ya da onun partisini sıkıştırma, yıpratma ve etkisizleştirme arzusu vardır; ortaya saçılan pisliğin artık temizlenmesinin zaruri hale gelmesi vardır. Durum ciddi bir hal aldığında, yolsuzlukla mücadele kapsamında bazı kurbanlar verilir, yani safra atılır ve geniş kitlelerin gözünde sömürü sistemi temize çıkarılmaya çalışılır. Oysa patlak veren yolsuzluklar buzdağının yalnızca görünen kısmıdır ve o buzdağı, kapitalist sistemin tüm kılcallarına ulaşan bir derinliğe sahiptir. Her şeyin para üzerine kurulduğu, tüm amacın para kazanmak ve güç elde etmek olduğu, bu temelde burjuvazinin kıran kırana rekabet ettiği, pazar ve yatırım alanları üzerinde korkunç yıkıcı savaşların sürdürüldüğü kapitalist düzende, elbette yolsuzluk arızi bir durum olamaz. Kapitalizm, doğası gereği durmaksızın açgözlülüğü ve tatminsizliği kışkırtır. İnsan ile insan arasındaki ilişki para dolayımıyla kurulur. Marx’ın, paranın nasıl da “ilah” haline getirildiğini betimlediği şu sözleri gerçekten çarpıcıdır: “Gücüm, paranın gücü kadar büyük. Paranın nitelikleri para sahibi olarak benim niteliklerim ve potansiyelimdir. Ne olduğum ve neye gücümün yettiği demek ki hiç de benim bireyselliğimce belirlenmemektedir. Ben çirkinim ama kendime dünyanın en güzel kadınını satın alabilirim. O halde çirkin değilim ben, çünkü çirkinliğin etkisi (itici gücü) paraca sıfıra indirilmiştir. Bireysel özelliklerim bakımından, ben kötürümüm, ama para bana kırk tane ayak sağlar. O halde kötürüm değilim. Ben kötü, namussuz, vicdansız, aptalın biriyim; ama para saygındır, öyleyse sahibi de. Para, en yüksek iyiliktir, o halde sahibi de iyidir. Para, ayrıca beni namussuz olma derdinden kurtarır: O yüzden namuslu da sayılırım. Ben beyinsizim, ama her şeyin gerçek beyni paradır, nasıl olur da sahibi beyinsiz olabilir? Üstelik para sahibi en akıllı kişileri de satın alabilir; insan, akıllılardan daha güçlü olunca onlardan daha akıllı olması da gerekmez mi?” (1844 El Yazmaları) Marx’ın ifadesiyle para insanın tanrısı haline gelince, tüm amaç o tanrısal gücü ele geçirmek olmaktadır. Bu nedenle dürüstlük, açgözlü olmamak gerektiği, hakkaniyet, vicdan, adalet, başkalarını sömürmenin ve hakkını yemenin kötü bir şey olduğu gibi ahlâki değerler kapitalistlerin nezdinde hiçbir şey ifade etmez. İnsanları sömürmek, sermayenin çıkarları doğrultusunda çıkartılan savaşlarda milyonları ölüme göndermek, milyonlar açlıktan kırılırken ve çok daha fazlası yoksulluk içinde kıvranırken bir avuç azınlığın sefahat denizinde yüzmesi kapitalistler nezdinde gayet doğaldır, ahlâkidir. Onlara göre bu durum bir doğa kanunudur. Zira onların ahlâkını belirleyen şey kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileridir. İşte tam da bundan ötürü, bir taraftan geniş kitleleri aldatmak amacıyla dinden, ahlâktan ve dürüstlükten dem vuran AKP, öte taraftan baştan aşağı yolsuzluk bataklığına batmıştır. 12 yıllık iktidarı döneminde AKP ve onun etrafındaki burjuva kesimler, sıçramalı bir şekilde zenginleştiler, zenginleşiyorlar. Paranın ve iktidarın gücüne ulaşan bu kesimler, giderek artan ölçüde lükse boğulurken, ayrıcalıklarını korumak amacıyla yolsuzluk, rüşvet, dolandırıcılık gibi en ahlâksız ilişkilerin merkezine oturmuşlardır. AKP iktidarı döneminde ekonomi neredeyse aralıksız büyüdü. Bu büyüme sonucunda tüm burjuva kesimler palazlanırken, emekçilere yine yoksulluk ve sefalet reva görüldü. Ekonominin büyümesini sürdürmek maksadıyla, başta konut olmak üzere inşaat sektörüne onlarca milyar dolar akıtıldı. Meselâ 3. havaalanı ve inşaatı süren 3. Boğaz Köprüsünün ihale bedeli 35 milyar doları aşmaktadır. Böylesine muazzam paraların döndüğü bir alanda yolsuzluk ve rüşvet olmaması mümkün mü? Elbette değil. İslamcı/muhafazakâr burjuvazi, ikbal kokusunu alarak AKP çevresinde kümelenen burjuvalar ve devlet bürokrasisi, tam bir açgözlülükle her alana saldırmıştır. İş adamları, belediye başkanları, AKP’nin üst düzey yöneticileri, devlet bürokrasisi kucak kucağa, can ciğer kuzu sarması olarak, ortaya çıkan muazzam rantı paylaşmaya girişmişlerdir. İhaleler istenildiği gibi belirlenmiş, rant getirisi yüksek olan araziler istenildiği gibi imara açılmış, yasal engeller bir çırpıda kitabına uydurulmuştur. Sonuç itibariyle AKP, bir taraftan kendi etrafındaki burjuva kesimlere oluk oluk para aktarırken, öte taraftan gerçekleşen yolsuzlukların, rüşvetin ve sahteciliğin üzerini kapatmaya gitmiştir. Nitekim eninde sonunda bu lâğımın patlayacağını bilen AKP’nin, Sayıştay’ın denetimini kaldırması ve TOKİ’yi kamu ihale kanununa tâbi olmaktan çıkartarak denetimden muaf tutması boşuna değildir. Başbakan Erdoğan, yolsuzluk konusunda sorulan soruları cevaplamak yerine, ne denli önemli yatırımlar yaptıklarını ve ekonominin büyüdüğünü anlatmayı tercih ediyor. Sanki yolsuzluğun panzehiri, yatırımlar yapılması ve ekonominin büyümesiymiş gibi! Oysa ekonomik büyüme ile yolsuzluk ve rüşvetin katlanarak artması arasında doğrudan bir ilişki vardır. Bu konuda Çin, oldukça çarpıcı bir örnek teşkil etmektedir. Yıllardır kesintisiz bir şekilde büyüyen Çin ekonomisi, dünyanın ikinci büyük ekonomisi düzeyine yükselmiştir. Büyük ihaleleri kapmak ya da bu ülkedeki yatırımlarını güvencede tutmak isteyen uluslararası tekeller, Çin bürokrasisine muazzam paraları rüşvet olarak yedirmekten geri durmuyorlar. Fakat yolsuzluk ve rüşvet ilişkisi artık daha “incelikli” yöntemler altında yürütülmektedir. Meselâ Uluslararası Araştırmacı Gazeteciler Konsorsiyumu’nun (ICIJ) yayınladığı rapora göre J.P. Morgan, 1993-2013 döneminde Başbakanlık yapan Wan Jiabao’nun çocuğunu, 75 bin dolar ücretle danışman olarak işe almış. Böylece banka ile başbakan arasında doğrudan ve etkili bir ilişki kurulmuş; Morgan, bu yolla amaçlarına ulaşırken, başbakan ve ailesine ise tam 1,8 milyon dolar yedirmiş. Birçok uluslararası tekelin bu yönteme başvurduğunun altını çizmek lazım. Çin bürokrasisinin, 1990’ların ortalarından yakın bir döneme kadar yurtdışına 120 milyar dolar çıkardığı göz önüne alınırsa, gerek rüşvetin gerekse devlet kasasından hortumlanan paraları çeşitli biçimlerde özel hesaplara aktararak yapılan yolsuzluğun boyutları daha iyi kavranır. Yolsuzluk, devlet gücünü elinde tutanların, bu gücü özel kazanç sağlama doğrultusunda kötüye kullanması biçiminde tanımlanmaktadır. Bu tanımı yapan bizzat Dünya Bankası ve IMF gibi emperyalist kurumlardır. Hiç şüphesiz bu tanım, son derece yetersiz bir tanımdır ve amaç yolsuzluğun kapitalizme içkin olduğu gerçeğini perdelemektir. Bu tanımla yolsuzluk “kötü yönetim”e bağlanmakta, sermaye sınıfı ve sermaye ile devlet arasındaki ilişki gözlerden ırak tutulmaktadır. Meselenin bu şekilde konması aynı zamanda ideolojiktir. Bilhassa neo-liberal saldırıları hayata geçirmek ve özelleştirmeleri emekçi kitleler nezdinde meşrulaştırmak isteyen burjuvazi, devlete ait işyerlerinde büyük yolsuzluklar yaşandığını gündemden düşürmemektedir. Hatırlanacağı üzere, Türkiye’de de aynı söyleme başvurulmuştu. Söz konusu kurumlarda yolsuzlukların olduğu elbette ki doğrudur; lakin o yolsuzlukların bir tarafında hükümetler, bakanlar ve üst bürokrasi varsa, öte tarafında da işadamları vardır. Devlete ait işyerlerinde yolsuzluktan dem vuran burjuvazi, bu işyerlerini ele geçirmek amacıyla kıran kırana bir rekabet yürütmekten ve büyük rüşvetler dağıtmaktan geri durmamıştır, durmamaktadır. IMF, Dünya Bankası ve benzeri emperyalist kurumlar, yolsuzluk, rüşvet, sahtecilik ve dolandırıcılığın az gelişmiş ülkelere özgü olduğunu iddia etmektedirler. Bu tespit tümüyle tek taraflı ve maksatlıdır. Az gelişmiş ülkelerde önemli yolsuzlukların gerçekleştiği doğrudur. Özellikle devletin ekonomik alanda ağırlığını hissettirdiği ülkelerde yolsuzluklar sonucunda bir taraftan bürokratlar, siyasetçiler ve onların yakın çevresi zenginleşirken, öte taraftan devlet kaynakları burjuvalara peşkeş çekilmektedir. Fakat yolsuzluk az gelişmiş ülkelere mahsus bir olgu değildir. Ancak gelişmiş ülkelerde daha inceltilmiş yöntemler kullanıldığı için, tüm bu kirli ilişkiler sistem tarafından meşrulaştırılabilmektedir.