Emperyalist savaş devam ederken ve her gün onlarca insan korkunç bir şekilde can verirken, emperyalist güçler yarattıkları vahşet tablosunu “barışseverlik” şovlarıyla kamufle etmeye çalışıyorlar. ABD ile Rusya arasında imzalanan Nükleer Silahların İndirimi Anlaşmasının akıl almaz bir burjuva ikiyüzlülükle “barışa atılan önemli bir adım” olarak kutsanması bunun son örneği. Silah harcamalarının İkinci Dünya Savaşından bu yana görülen en yüksek düzeylere ulaştığı, ABD’nin savaş bütçesinin 664 milyar dolara çıktığı ve tüm dünyada konvansiyonel silahlanmanın ürkütücü boyutlara ulaştığı bu kanlı ortamda, depolarda tutulan nükleer silahların sayısının azaltılması yönündeki anlaşmalar, korkunç bir riyakârlıkla, insanlık barışına büyük katkı olarak sunulabilmektedir.
Büyük emperyalist güçler, daha büyük şovlarla canavarlıklarını gizlemeye çalışırlarken, Türkiye gibi emperyalist hiyerarşinin yukarı basamaklarına doğru çıkmaya çalışan güçler de çaplarıyla orantılı şovlar sergiliyorlar. Dünyanın en büyük nükleer gücü olan ABD, nükleer silah imal etmeye çalıştığı bahanesiyle savaş oklarını İran’a yöneltirken, İran’ın barışçıl amaçlarla nükleer çalışmalar yürütme hakkı olduğunu sık sık vurgulayan Erdoğan, İsrail’e yüklenerek tüm bölgenin nükleer silahlardan arındırılması gerektiğini söylüyor. Ama bu çıkışları “One Minute” benzeri şovlarla yaparken, Türkiye’de bulunan nükleer bomba ve silahlardan hiç söz etmiyor.
Benzer bir riyakârlıktan İran da muzdarip. 12-13 Nisanda Washington’da toplanan Nükleer Güvenlik Zirvesinden birkaç gün sonra Tahran da kendi “alternatif nükleer güvenlik zirvesi”ni topladı. Aralarında Rusya, Çin, Türkiye, Suriye, Irak, Malezya, Venezuela, Türkmenistan ve Kazakistan’ın da bulunduğu yaklaşık 60 ülkeden, genelde dışişleri ya da enerji bakanları düzeyinde temsilcilerin katıldığı bu uluslararası toplantının sloganı, “nükleer enerji herkese, nükleer silah hiç kimseye” idi. Oysa nükleer güç olan Rusya ve Çin bir yana, başta İran olmak üzere bu toplantıya katılan pek çok devletin büyük emperyalist güçler gibi nükleer silaha sahip olma arzusu içinde olduklarına hiç şüphe yoktur.
Nükleer yıkım araçlarının varlığını yalnızca bir avuç büyük emperyalist gücün çılgınlığıyla açıklamak, devrimci proletaryayı, insanlığı bir bütün olarak tehdit eden dünya kapitalist sistemini doğru bir bakış açısıyla değerlendirmekten ve onunla doğru bir perspektifle mücadele etmekten de alıkoyacaktır. Şunu unutmamak gerekir ki, “Nasıl kapitalizm altında genel olarak askeri rekabet ve silahlanma son bulmazsa, bunun doğal bir sonucu olarak, günün teknolojisinin mümkün kıldığı en yüksek ölüm ve yıkım araçlarının varlığı da son bulamaz. Trajik bir gerçek olsa da nükleer silahlar işlevleri bakımından konvansiyonel silahlara göre oldukça ‘ucuz’ silahlardır. Fırsatı olan hiçbir kapitalist güç bu ‘verimli’ ölüm makinelerinden mahrum olmak istemez. Kapitalizmin gerçekliği budur” (Levent Toprak, Silahlanma, Nükleer Silahlar ve Kapitalizm, MT, Ekim 2006). Bu yüzden de, mücadele oklarını kapitalizme yöneltmeksizin, insanlığın karşı karşıya bulunduğu büyük yıkım tehdidinin bertaraf edilmesi ve barış dolu bir dünyada yaşama olanağına kavuşması mümkün değildir.
Nükleer silahsızlanma yalanları
“Nükleer silahsızlanma” şovlarının sonuncusu, dünyadaki nükleer silahların yüzde 95’inden fazlasına sahip olan ABD ve Rusya’nın, START-1 anlaşmasını 8 Nisanda yeniden imzalamaları vesilesiyle sergilendi. Bu iki ülke arasında ilk kez 1991 yılında imzalanan ve 2009 Aralığında geçerlilik süresi dolan söz konusu anlaşma, Rusya devlet başkanı Medvedev ve ABD devlet başkanı Obama tarafından Prag’da imzalanarak 10 yıllığına uzatıldı. İki ülkenin parlamentoları tarafından onaylandığı takdirde yürürlüğe girecek olan bu anlaşmada, taraflar kıtalar arası menzile sahip “stratejik” nükleer füzelerin ve savaş başlıklarının sayısını azaltmayı taahhüt ediyorlar. Buna göre ABD ve Rusya, 7 yıl içinde, bu kapsama giren savaş başlıklarının sayısını 1550’ye, balistik füze rampalarının sayısını 800’e ve balistik füzelerin sayısını 700’e düşürecekler.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırma Enstitüsünün (SIPRI) 2009 yıllığı verilerine göre, şu anda ABD’nin operasyonel halde bulundurduğu stratejik nükleer savaş başlıklarının sayısı 2202, Rusya’nın aynı kapsamdaki savaş başlıklarının sayısıysa 2787’dir. Ancak iki ülkenin taktik ve stratejik nükleer savaş başlıklarının sayısı (ellerinde bulundurdukları yedeklerle ve daha önceki anlaşmalar kapsamında 2022 yılına kadar sökeceklerini vaat edip halen depolarda beklettikleriyle birlikte) toplam 22.600’dür. Bunlardan 13 bini Rusya’ya, 9400’ü ABD’ye aittir. Yani tüm bu indirim anlaşmalarına rağmen dünyayı defalarca yok edebilecek bir nükleer cephaneliğin varlığı söz konusudur.
Hatırlanacağı gibi, Obama göreve başladıktan hemen sonra “nükleer silahlardan arındırılmış bir dünya” sözü vermiş, bu komedi kendisine Nobel Barış Ödülü verilmesiyle devam ettirilmişti. Burjuva liberal düş yayma merkezleri Obama’yı şimdi de START-1 vesilesiyle “barış adamı” olarak kutsuyorlar. Ancak bu merkezler, anlaşmanın kapsamına giren “stratejik” nükleer silahlar tümüyle ortadan kaldırılsa bile, “taktik” nükleer silahlar denilen silahların dünyayı onlarca kez yok etme gücüne sahip olduğu gerçeğinden hiç söz etmiyorlar. Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan ve yüz binlerce insanı bir anda yok eden atom bombalarının, yeni nesil “taktik” nükleer silahlar yanında oldukça masum kaldığından da bahsetmiyorlar. Tüm bunlar bir yana, 1991’de imzalandığında barış umudu olarak gösterilen START-1’in, Ortadoğu’yu yakıp kavuran ve aralarında radyoaktif silahların da bulunduğu ölüm araçlarıyla yüz binlerce insanı katleden bir emperyalist savaşı engellemediği gerçeğini hepten es geçiyorlar. Avrupa’nın ya da ABD’nin göbeğinde yaşanmadığından, Felluce benzeri nükleer katliamların bir önemi olmuyor “uygar” Batı’nın gözünde. “Seyreltilmiş” uranyuma seyreltilmiş tepkiler verilebiliyor o zaman! Dünya bu riyakârlık ve ikiyüzlülük üzerinde döndürülüyor burjuvazi tarafından.
Nükleer silahlarda göstermelik indirim anlaşmalarının yapılmasından yola çıkarak, daha barışçıl bir dünyaya doğru yol alındığı fikrine kapılmak ölümcül bir yanılsamadır. Kıtalar arası menzile sahip nükleer silahlarda indirime giden Rusya ve ABD, bir jest yaparak birbirlerine “sen artık kendi topraklarımdaki füzeleri her an doğrultarak yok etmeye programladığım bir düşman değilsin” mesajı vermektedirler. Ancak her iki ülkenin de, sınırları dışındaki çeşitli üslere yerleştirilmiş daha kısa menzilli nükleer silahları her an kullanıma hazır olarak beklettikleri bir sır değildir. Üstelik dünya, imzalanan “saldırmazlık” anlaşmalarının mürekkebi kurumadan emperyalistlerin birbirlerinin boğazına sarılmalarının ve milyonlarca insanı ateşe atmalarının nice örneğine tanık oldu şimdiye dek. Emperyalist güçler arasındaki hegemonya mücadelesinin her geçen gün daha da kızıştığı bugün de, bu anlaşma, ABD ve Rusya açısından, yeni teknolojiler sayesinde “modası” geçen yıkım araçlarının imha edilmesi ve yerlerine daha “modern”, daha “pratik”, daha “etkili” son modellerinin konması anlamını taşımaktadır. İçinden geçmekte olduğumuz dönemde kapitalist ve emperyalist devletler silahlanma harcamalarını akıl almaz boyutlara tırmandırmışken, gezegenimiz emperyalist savaşın sona ermesine değil aksine çok daha kanlı aşamalara sıçramasına doğru yol almaktadır.
Ya Türkiye’deki atom bombaları?
Yukarıda da değindiğimiz gibi, İsrail’in nükleer silahlarını bir tehdit olarak dile getiren Erdoğan’ın, kendi ülkesinde, bir kısmı TC’nin bir kısmıysa dünyanın en saldırgan emperyalist gücü olan ABD’nin emrine amade 90 atom bombası olduğundan hiç mi hiç söz etmemesi, evrensel burjuva ikiyüzlülüğün bu topraklardaki yansımasıdır.
Türkiye’deki atom bombaları, Nisan ayı başlarında ABD’nin beş ülkede (Türkiye, Belçika, İtalya, Almanya ve Hollanda) bulunan 200’e yakın B61 tipi nükleer bombayı geri çekeceğini açıklamasıyla bir kez daha gündeme geldi. Türkiye’de 90 adet atom bombası bulunduğu ve bunlardan 40’ının TSK’nın kullanımına verildiği gerçeği 2004 yılında ortaya çıkmıştı. O tarihte ABD’de yayınlanan bir dergide çıkan bu haber üzerine TBMM’ye “
İncirlik üssünde ABD’nin atom bombası bulundurduğu yolundaki iddialar doğru mudur? Doğru ise silahların türü ve miktarı ne kadardır?” şeklinde bir soru önergesi verilmişti. Dönemin Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün bu soru önergesine verdiği cevap şöyleydi: “
Soru önergelerine verilecek cevaplara gizlilik kaydı konulamamaktadır. Bu nedenle soru önergesindeki sorular cevaplandırılmamıştır.”
Yani bakan “bu bilgi gizlidir, açıklayamam” diyor ve sessiz kalıyordu. Milli Savunma Bakanlığının bu konudaki sessizliği bugün de devam ederken, üstüne vazife olmayan konularda sıkça açıklama yapmaktan çekinmeyen Genelkurmay’ın da ağzını bıçak açmıyor. Halktan saklanan gerçekler, Batı basınında ve bir tıkla ulaşılabilecek şekilde internette tüm detaylarıyla ifşa ediliyormuş ne gam! Bombaların bulunduğu üs ya da üsler konusunda da rivayet muhteliftir. Dikkatler İncirlik’e odaklansa da, bombaların bir kısmının İstanbul’da bulunabileceği bile dile getiriliyor. Üstelik üst düzey devlet görevlileri tarafından. 80’li yıllarda Milli Savunma Bakanının danışmanlığını yapmış emekli büyükelçi Taner Baytok şu açıklamayı yapıyor örneğin: “Sovyetler eğer Türkiye’ye girme planı yapmışsa, ses getirici en stratejik yer olan İstanbul Boğazı’nı tercih etmiştir. Bu nedenle silahlar sanıldığı gibi İncirlik’te değil, İstanbul Boğazı’na yakın bölgelerde. İstanbul da olur, Sinop da.”
SSCB’nin en büyük düşman olarak görüldüğü Soğuk Savaş döneminde ABD-NATO’nun bu ülkeyi hedef alarak Türkiye’ye ve çeşitli Avrupa ülkelerine yerleştirdiği yüzlerce bomba, 50 yıldan uzun bir süredir halkları tehdit ediyor. Varlığı emekçilerden gizlenen bu kitlesel imha silahlarının salt caydırıcı bir unsur olarak barındırıldığını düşünmek saflıktır. Hiroşima ve Nagazaki’de yok edilen yüz binlerce ve ömürleri boyunca radyasyonun yıkıcı etkilerine maruz kalan milyonlarca insan, emperyalist güçlerin salt kendi çıkarları uğruna halkları en akıl almaz belâlarla karşı karşıya bırakabileceklerinin unutulmaz kanıtı olarak işçi sınıfının hafızasından asla silinmemelidir.
Kapalı kapılar ardında silah anlaşmaları
Dünya askeri harcamaları 2008 yılında 1,5 trilyon dolara ulaşmış ve 2009 yılında da hızla artmaya devam etmiştir. Bunun anlamı, milyarlarca insanın temel gıda, temiz su, sağlıklı konut gibi en yaşamsal ihtiyaç maddelerinden yoksun yaşadığı, eğitim ve sağlık olanağından mahrum bırakıldığı bir dünyada, emekçilerin yarattığı kaynakların burjuva devletler tarafından gözlerini kırpmadan ölüm makinelerine yatırılıyor oluşudur.
Emekçilere gelince bir türlü bulunamayan kaynaklar, sıra katliam makinelerine geldiğinde oluk oluk akmaktadır. Üstelik Türkiye’de, milyarlarca dolarlık savaş araçlarına ihtiyaç olup olmadığına parlamento değil bir avuç general karar vermekte, ihaleler onların iradesiyle gerçekleştirilmektedir. Bu alanda milyonlarca dolarlık rüşvetlerin döndüğü de herkesin malûmudur. Buna rağmen, sözde daha demokratik bir ülke olma yolunda anayasa değişiklikleri tartışılırken, silah alımlarına parlamentonun karar vermesi, bu konuda sınırsız bir denetim yetkisine sahip olması ve yaptırım gücü bulunması gibi hususlar ne burjuva muhalefet partileri ne de iktidar partisi tarafından gündeme getirilmektedir. Burjuva demokrasisinin o kadarı Türkiye burjuvazisine fazla gelmektedir!
İşte bu alanda işlerin nasıl döndüğünü ve kaynakların nerelere nasıl saçıldığını görmek açısından, son günlerde gündeme gelen çarpıcı bir örnek: Deniz Kuvvetleri Komutanlığının talebi üzerine, 6 adet U214 tipi denizaltı temini için Savunma Sanayi Müsteşarlığı ile Almanya’nın HDW firması bir yıl önce anlaşmaya vardı. İki ülkenin temsilcileri tarafından onaylandığında yürürlüğe girecek anlaşmaya göre, bu 6 denizaltı Türkiye’ye 2 milyar 250 milyon euroya mal olacak. Gazete haberlerine göre, sözleşmenin Almanya başbakanı Angela Merkel’in Türkiye ziyaretinde imzalanması planlanmıştı. Ancak Hazine Müsteşarlığının kredi anlaşmasını imzalamaya sıcak bakmaması nedeniyle sözleşme şimdilik imzalanmadı. Anlaşmanın imzalanması için canla başla çalışan Merkel’in beraberinde HDW firmasının bağlı olduğu Thyssen Krupp firmasının başkanını getirdiği de iddia ediliyor. Krizin vurduğu Thyssen Krupp için bu anlaşmanın cankurtaran vazifesi göreceği çok açık.
Peki, derin bir krizle boğuşan Yunanistan’a sözde yardım eli uzatırmış görünürken el altından silah alımının dayatılmasına ne demeli? İşte Almanya ve Fransa’nın Yunanistan’a yardım koşulu: “Bizden silah alacağına söz ver, biz de sana ekonomik destek sunalım!” Bu iki ülke, Yunanistan’dan, destek karşılığında milyarlarca euroluk silah alım sözü istiyor. Almanya’nın alımını dayattığı savaş araçları, HDW firmasının yukarıda sözünü ettiğimiz denizaltıları! Fransa ise Yunanistan’dan toplam değeri 7 milyar euroyu bulan 6 adet firkateyn, 15 helikopter ve 40 savaş uçağı almasını istiyor.
Bunlar sadece birer örnek. Devlet başkanları çeşitli ülkelere sözde dostluk ziyaretlerinde bulunurken, yanlarında getirdikleri silah tacirleri kapalı kapılar ardında milyarlarca dolarlık anlaşmalar yapıyorlar. Ama bunların hiçbirinden halkların haberi olmuyor. Emekçiler, çocuk öpen Clinton’a, “çikolata renkli” Obama’ya, gülücükler dağıtan Merkel’e, Erdoğan’ın dostu Berlusconi’ye dikkat kesilirken, devletin arka odalarında hangi silah tekeliyle ne dolaplar çevrildiğinden tümüyle habersizler. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü nedeniyle ciddi bir halk muhalefetinin bulunmamasıysa, burjuvazinin elini tümüyle rahatlatmış ve pervasızlığını doruğa tırmandırmış durumda. Oysa “Soğuk Savaş”ın en kızgın ortamında, 70’li yıllarda, burjuva devletlerin silahlanma yarışına karşı milyonlarca insanın katıldığı barış gösterileri örgütleniyor, emekçi kitleler sayısız örgütlenmeleri aracılığıyla kendi devletlerini alabildiğine sıkıştırabiliyordu.
Bugün böylesi kitlesel eylemlere ne yazık ki rastlayamıyoruz. Sınıf örgütlerinin bu konudaki duyarlılığı arttırma çabaları da son derece zayıftır. Bununla birlikte, ekonomik kriz emekçi kitlelerin üzerinden silindir gibi geçerken burjuva devletlerin silahlanmaya milyarlarca dolar ayırmaları, sendikalardan cılız da olsa sesler yükselmesine yol açmaya başlamıştır. Bunun iki olumlu örneğine geçtiğimiz günlerde tanık olduk. İlki, Yunanistan’daki işçi sendikalarının Türkiye’deki sendikalara yaptıkları ortak çağrıydı. İkincisi ise, yıllardır birbirini düşman belleyen iki devletin, Hindistan ve Pakistan’ın işçi sendikalarının ortaklaşa yükselttikleri silahsızlanma çağrısıydı.
Silahlanmaya değil emekçiye bütçe!
Bilindiği üzere, derin bir ekonomik kriz içindeki Yunanistan’da, krizin tüm yükü emekçi sınıfların sırtına yükleniyor. Ancak Yunan devleti krize rağmen silahlanma harcamalarını arttırmaya devam ediyor. Benzer bir durum Türkiye için de geçerli. Yunanistan Emek Konfederasyonu’nun (GSEE) Mart ayı ortalarında gerçekleştirilen genel kuruluna delege olarak katılan işçiler, bu gerçekten hareketle, Türkiye ve Yunanistan’ın silahlanma yarışına derhal son vermeleri doğrultusunda bir çağrı yükselttiler. Genel kurulda, Yunanistan’a el uzatır görünürken silah alımını dayatan Almanya’nın silah ihracatında en büyük müşterilerinin Yunanistan ve Türkiye olduğu vurgulandı. Genel kurul delegeleri, silahlanma harcamalarının her iki ülkenin işçi sınıfına ve ekonomilerine ağır yükler getirdiğini ifade ederek, GSEE’nin yeni yönetimine, Türkiye’deki sendikalarla ortak mücadele hattı örmesi için çağrıda bulundular.
Bunun üzerine, GSEE Genel Başkanı Yannis Panagopoulos, genel kurulun ardından Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK genel başkanlarına birer mektup göndererek, genel kurullarında, barış ve askeri harcamaların kısılması konusunda oybirliğiyle karar alındığını belirtti. Panagopoulos, mektubunda, her iki ülkenin de silahlanmaya muazzam miktarlarda para harcadığını ve bundan sadece savaş spekülatörlerinin kâr ettiğini dile getiriyor. Türkiye’deki konfederasyon başkanlarına, “başlangıç niteliğindeki kararı yararlı ve üzerinde çalışılabilir buluyorlarsa, hükümetlere hitap edecek daha somut bir girişim içinde olmaktan onur ve mutluluk duyacaklarını” bildiriyor.
Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK’in çağrıya ilişkin olarak yaptıkları ve gazetelerde yer alan ortak açıklamasında ise şunlar dile getiriliyor: “Yunanistan ve Türkiye, ABD’den sonra milli gelirine oranla silahlanmaya en fazla para harcayan ülkeler konumunda. İki ülkenin birbirlerine karşı silahlanmak zorunda olduklarını hissetmelerine gerek olmadığına ve bu psikolojiden kurtulmak gerektiğine inanıyoruz. Türk ve Yunan halkları aynı kültürü paylaşan dost ve kardeş halklardır. Yunanistan’ın girdiği ekonomik çıkmazın Ege’nin her iki tarafında barışa ve dayanışmaya katkı sağlayacak yeni adımlar atılmasına vesile olabileceğine inanmaktayız. Bu çerçevede, Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KESK olarak Yunanistan’da çalışan işçi kardeşlerimizle birlikte bu anlamsız yarış için harcanan fazla kaynakların yeni istihdam olanakları yaratmak amacıyla kullanılması için bir çalışma başlatmış bulunuyoruz.”
Benzer bir çağrı Hindistan ve Pakistan işçi sendikaları tarafından da yükseltildi. Nükleer Silahların Yayılmasını Önleme Anlaşmasını (NPT) imzalamaya yanaşmayan Hindistan ve Pakistan hükümetlerinin söz konusu anlaşmayı derhal imzalamasını talep eden sendikalar, silahlanmaya ayrılan milyarlarca doların yoksulluğun engellenmesi ve emekçilerin refahının yükseltilmesi için harcanmasını istediklerini deklare ettiler. Bölgedeki yoksul, işsiz, açlık ve sefalet içindeki milyonlarca emekçinin nükleer silahlarla sağlandığı iddia edilen sözde “güvenlik” yerine, aşa, işe ve eğitime ihtiyacı olduğunu vurguladılar.
Kuşkusuz bu tür ortak mücadele çağrılarının gerçekten anlamlı olabilmesi için, kâğıt üzerinde kalmayıp işçi sınıfını bu konuda bilinçlendirme çalışmasına dönüşmesi ve etkili eylem planlarında somutlanması gerekiyor. Sendika bürokrasisinin cenderesinde sıkışıp kalan, sınıfın tabanına ulaşamayan ve dolayısıyla pratiğe dökülmeyen nice kararın, hoş sözler çöplüğünde yerini aldığını çok iyi biliyoruz. Türkiye’de birkaç burjuva gazetede yer alan bu çağrı ve yanıtın bıraktık işyerlerine indirilmesini, konfederasyonların web sitelerinden bile duyurulmaması, olayın ne kadar ciddiye alındığı konusunda önemli bir ipucu sunuyor. Burada görev elbette sınıf bilinçli işçilere düşüyor. Kapitalist devletlerin emekçi kitleleri sefalete sürükleme pahasına gerçekleştirdikleri silahlanma yarışına dur diyebilecek tek gücün örgütlü işçi sınıfı olduğu bilinciyle, devrimci ve öncü işçiler, sınıf örgütlerini harekete geçirmek için çaba harcamalıdırlar. Sendika yönetimlerinin başlattıklarını söyledikleri “çalışmalar”ın ne olduğunu ısrarla sorup, gereklerinin yerine getirilip getirilmediğini takip etmelidirler. Bu tür ortak çağrıların pratikte hayat bulması için sendika yönetimlerini zorlamalıdırlar. Unutmamalıdırlar ki, emperyalist ve haksız savaşlara, kapitalist silahlanmaya ve burjuvazinin insanlığın başına ördüğü felâketlere, ancak işçi sınıfının yükselteceği enternasyonalist mücadeleyle dur denebilir.