
Cezaevleri modern sınıf mücadeleleri tarihi boyunca düzen karşıtı mücadelenin bir konusu ve hedefi olmuştur. Büyük devrimci isyanların birçoğunda devrimci kitlelerin baş hedeflerinden birinin özellikle siyasi tutsakların tutulduğu cezaevleri olması bunun sembolik bir göstergesidir. Fransız Devriminde ünlü Bastille Kalesi devrimci kitleler tarafından fethedilmiş ve siyasi tutsaklar salıverilmiş, 1917’de Rusya’da Şubat devriminde de Peter ve Paul Kalesi ayaklanan askerlerin baskınına uğramış ve yine siyasi tutsaklar özgürleştirilmiştir. Hiç şüphe yok ki gün gelip devran döndüğünde Türkiye’de de devrimci kitleler, başta F-tipi cezaevleri olmak üzere burjuva diktatörlüğünü sembolize eden utanç yuvalarını yerle bir edecektir. Devrim anlarında kendisini uç biçimde ortaya koyan gerçeklik, cezaevlerindeki koşulları belirleyenin son tahlilde dışarıdaki koşullar olduğudur. Kapitalist toplumda cezaevlerinden bahsettiğimiz ölçüde “dışarıdaki koşullar” esas olarak işçi sınıfı ve diğer emekçi katmanlar ile burjuvazi arasındaki sınıfsal güç dengesinin durumudur. Emekçi kitleler mücadeleyi yükselttikleri ve böylelikle dengeyi kendi lehlerine çevirdikleri ölçüde cezaevlerindeki koşullar da düzelme eğilimi gösterecektir. Marksistler diğer toplumsal sorunlara olduğu gibi cezaevi sorununa da soyut normlarla değil sınıf mücadelesi penceresinden bakarlar. Tarih dışı soyut normlar, nasıl ki ahlâk, politik demokrasi, hukuk gibi alanlarda son tahlilde hükümsüzse bu alanda da öyledir. Her şey, uzlaşmaz çıkarlara sahip ve mücadele halindeki sınıflara bölünmüş somut bir toplum gerçekliği içinde cereyan etmektedir. Sözgelimi “insan hakları” gibi soyut normlar son tahlilde somut tarihsel gerçekliğin ancak çarpıtılmış ifadeleri olmaktan öteye geçmezler. Bu tür kavramlar sınıf mücadelesi gerçekliğini gizlemeye hizmet ettiği ölçüde aldatıcıdırlar. Devletin ve düzenin sahibi olan egemen sınıf, kendisine şu ya da bu biçimde muhalefet eden unsurları, ideolojik kuşatmayla kontrol altında tutamadığı ölçüde, fiziki baskı aygıtını devreye sokarak bertaraf etmeye çalışır. Cezaevleri de iyi bilindiği gibi ordu ve polis örgütlenmesiyle birlikte devletin fiziki baskı aygıtının temel ayaklarından birini oluşturur. Muhalefet devrimci ve örgütlü bir nitelik taşıdığı ölçüde baskı aygıtının bir bütün olarak artan zulmü, hukuk ve infaz alanında da kendisini gösterir. Daha ağır cezalar, daha kötü muamele vb… Dolayısıyla bunlar devrimci mücadelenin kaçınılmaz bir boyutu ve sonucudur, mücadele sürdükçe de böyle olacaktır. Dünya devrimci mücadeleler tarihinin tanığı olduğu bu gerçeklik, yeryüzünün en kıyıcı burjuva diktatörlüklerinden birinin var olduğu Türkiye’de fazlasıyla böyledir. Bu topraklarda devlet yıllarca komünistlere, devrimcilere ve kısmen de diğer rejim muhaliflerine kan kusturmuştur. Türkiye’nin genelde cezaevi nüfusu içinde politik tutsak oranının en yüksek olduğu ülkelerden biri olması tesadüf değildir. Türkiye devrimci hareketi aşağı yukarı her zaman bu geleneksel ağır baskı koşulları altında mücadele etti ve yol aldı. 1960-80 arası dönemde işçi sınıfı hareketinin yükselişinin verdiği muazzam itilimin de katkısıyla devrimci mücadelenin çeşitli alanlarında kazanımlar ve gelenekler oluştu. 12 Eylül faşizmi işçi hareketini ve genelde devrimci hareketi büyük oranda ezdiyse de tüm geçmiş mücadelelerin birikimi işkencehanelerde ve cezaevlerindeki direnişlerde belli ölçülerde de olsa yeni biçimler alarak yaşamaya devam etti. Faşizmin dorukta olduğu o günlerde devrimciler, işçi sınıfı militanları, zindanlarda ağır baskılara göğüs gerdiler ve zorlu bir direniş geleneğini yaşattılar. Faşizm çözüldüğünde bu sürdürülen direniş geleneğinin ürünü olarak cezaevlerinde yine de belli mevziler kazanılabilmişti. İçeride devrimci örgütlülük, dayanışma ve komün geleneği ayakta tutulabilmiş; tutsaklığın mücadeleden koparma ya da yıldırma aracı olarak işlevi sınırlandırılabilmişti. Hatta içerisi bir devrimci okul durumuna bile getirilmiş, deneyimsiz unsurların devrimci bilinçlenmesini hızlandıran bir nitelik kazanmıştı. Bu koşulların devamında kısmen Kürt hareketinin yükselişi, Bahar Eylemleri, Zonguldak Madenci Yürüyüşü, Paşabahçe Direnişi ve genel olarak memurların sendikalaşma mücadelesinin de katkısı olduğunu söylemek mümkün. Ancak, işçi sınıfının mücadelesinin genel geri çekilişi ve bozgunu devam ederken cezaevlerindeki bu mütevazı mevzilerin de tehlikeye düşmesi kaçınılmazdı. Nitekim bilindiği haliyle F-tipi cezaevleri ve tecrit saldırısı gündeme geldi. “Bilindiği haliyle” diyoruz, çünkü aslında tecrit saldırısı 12 Eylül faşizminin hüküm sürdüğü 80’lerin başlarında ve etkilerinin devam ettiği yıllarda sınırlı biçimde olsa da gündeme gelmişti. O dönemde, koşulları normal cezaevlerinden daha ağır olan ve yalnızca siyasi tutsakların tutulduğu Özel Tip denilen cezaevleri açıldı. Bunun yanı sıra bir de 1-3 kişilik hücrelerden oluşan ve tecrit hedefli Münferit Tip denilen sistem kuruldu, ki bunlar bugünkü F-tiplerinin öncüsü niteliğindeydi. Bu Münferit Tip cezaevlerinin maksadı, dönemin Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü Tetkik Hakimi Hüseyin Turgut tarafından kaleme alınan 1986 tarihli Cezaevleri İdaresi isimli kitapta şu şekilde açıklanıyor: “Teröristler birbirleriyle haberleşmemelidir. Teröristler haberleşemediği zaman sudan çıkmış balık gibi ölür. Başka bir deyişle teröristi ruhen ve fikir bakımından besleyen kaynaklar kurutulunca, onun devrimci ve yıkıcı yönü ölür. Bu ihtiyaçtandır ki teröristler dünya ile yandaşı örgütlerle haberleşmek için bütün dünyada çırpınır dururlar.” Yine de kapsamlı saldırı esas olarak 90’ların ortalarından sonra gündeme geldi. 1995 Gazi direnişi ve 1996 1 Mayısıyla az çok örtüşen 1996 ölüm orucu direnişi ilk saldırı dalgasını püskürtebilmişti. Ne var ki daha sonra yaşanan genel gerileme, saldırının 2000 yılında bir kez daha gündeme gelmesine yol açtı. Öcalan’ın yakalanmasının da özel bir itilim verdiği koşullardan cesaret alan Ecevit hükümeti nihai taarruzunu başlattı. Çok geniş çaplı bir ölüm orucu direnişi yürütülmesine rağmen dışarıda geniş işçi-emekçi desteğinden yoksun olan direniş 19 Aralık katliamıyla ezildi. Devlet silahsız tutsakların üzerine yangın bombalarıyla, otomatik silahlarla, greyderlerle, kimyasal maddelerle saldırmış, 28 devrimciyi katletmiş ve birçoğu yaralı halde olan tutsakları daha inşası bile tümüyle bitirilmemiş F-tipi cezaevlerine zorla nakletmişti. Üstelik bu vahşete hayasızca “Hayata Dönüş Operasyonu” adını vermişti. Böylece ölüm orucu sırasında baş gösteren kısmi aydın ve medya duyarlılığının yeterli olamayacağı ortaya çıktı. Aslında politik tutsakların F-tipi saldırısı karşısında ölüm orucu gibi bir eylem biçimine başvurmak zorunda kalmaları bile dışarıda işçi-emekçi kitlelerin mücadeleye sevk edilememiş olması gerçeğinin bir ifadesiydi. Her şeye rağmen birçok tutsak zorla nakledildikleri F-tipi cezaevlerinde tecrit koşullarında ölüm orucuna devam etti. Tek ve üç kişilik hücrelerde tutulan tutsakların aile ve avukat görüşmeleri engellendi, yasaklandı. Kitap ve yayın almaları engellendi. Bilindiği gibi eylem dönüşümlü olarak bugüne kadar yıllarca sürdürüldü. Ne var ki konu düzen medyası tarafından hızla sessizliğe boğuldu ve birçok ölüm ve sakatlık bu iklim altında yaşandı. 20 Ekim 2000 tarihinden itibaren kesintisiz olarak sürdürülen direnişte, dışarıdan destek eylemlerinde ve cezaevi operasyonlarında, bugüne kadar 122 kişi yaşamını yitirdi, 600’ün üzerinde insanda kalıcı fiziksel ve ruhsal sakatlıklar meydana geldi. Tecrit esasına dayalı F-tipi cezaevlerinin sayısı o günden bu yana hızla arttırıldı ve “tehlikeli” addedilen adli mahkûmlar da giderek bu cezaevlerine konulmaya başlandı. Buralarda uygulanan ağır tecritle politik tutsaklar tam bir sosyal ölüme sürüklenmeye çalışıldılar. Tutsakların doğal hakkı olan sosyal aktiviteler bile tretman koşuluna, yani tutsakların sanki asosyal birer hastaymışlar gibi ıslah uygulamalarını benimsemeleri koşuluna bağlandı. Politik tutsaklar bu aşağılayıcı tretman koşulunu kabul etmedikleri için son derece sınırlı sosyal aktivite olanaklarından dahi yararlanamıyorlar. Tecride maruz kalan adli mahkûmların durumu yaşanan baskının düzeyini daha belirgin ortaya koymaktadır. Politik tutsaklar bilinç ve iradeleriyle yine de tecridin basıncına direnebilirlerken son 6 yılda tecrit nedeniyle adli mahkûmlarda 141 intihar gerçekleşmiştir. Politik tutsaklarda bu sayı 3’tür. İntiharın dışında ciddi fizyolojik ve psikolojik hastalıklar baş göstermiştir. Adli mahkûmlarda çıldırma, gardiyanları ve kendilerini kesme gibi hadiseler hayli yaygın. Aslında bağımsız ve kapsamlı bir incelemeye izin verilmediği için yaşanan tahribatın boyutları tam olarak bilinmiyor. Yine de tablonun korkunçluğu ortada olduğu halde devlet tecrit politikasında ısrar etmiş, hatta tecridi ağırlaştıran yeni İnfaz Kanununu çıkarmıştır. İşte bu ağır bilançonun eşlik ettiği 6 yıllık genel sessizlik perdesi ancak son aylarda Avukat Behiç Aşçı’nın başlattığı ölüm orucu çevresinde gelişen eylem ve etkinliklerle bir nebze olsun aralandı ve F-tipi/tecrit sorunu yeniden gündeme geldi. Bu yeni eylemlilik sürecinin en belirgin somut talebi “Üç kapı, üç kilit açılsın” talebiydi. Bununla hiç olmazsa aynı koridora bakan üç hücrenin kapısının gün içinde açık kalması talep ediliyordu. Bu talep aslında ilk olarak 2002 yılı başında, yani F-tiplerine zorla nakiller yapıldıktan yaklaşık bir yıl sonra dillendirilmeye başlandı ve o günlerden bu yana F-tipi karşıtı mücadelenin merkezî somut talebi konumundaydı. Bu talep henüz karşılanmasa da Adalet Bakanlığı’nın son günlerde attığı adım üzerine Behiç Aşçı ölüm orucu eylemine ara verdiğini açıkladı. Yayınlanan yeni genelgeye göre 5 saat olan sosyal etkinlik süresi iki katına çıkarılıyor ve anlaşıldığı kadarıyla bundan yararlanmak için tretman koşulu da dayatılmıyor. Elbette uygulama önümüzdeki günlerde görülecek. Aşçı’nın eyleminin son günlerine kadar geniş bir kitle desteği ve ilgisi söz konusu değildi. Son günlerde belirli bir etki oluşmaya başlamışsa da bu sınırlı adımın atılmasında bile Hrant Dink cinayetinin yarattığı kitlesel öfke patlamasının katkısı olduğunu görmek zor değil. Dink’in üzerine bir de Aşçı’nın ölmesinin tepki dalgasına yeni bir itilim verebileceği muhakkak ki düzen sahipleri tarafından görüldü. Böylece kitlelerin sokağa dökülmesinin belirleyici önemi bir kez daha ortaya çıktı. Sorun bu tepkilerin süreklileştirilmesi ve bunun için de örgütlü ve proleter bir niteliğe kavuşturulmasıdır. Düzeni sallayacak olan asıl öfke seli işte o zaman görülecek.