Türk burjuvazisinin kızışan iç kapışması,
Newsweek dergisinde yayınlanan bir makaleye de darbe kehaneti biçiminde yansıdı. Neocon’ların önde gelen “düşünce kuruluşlarından” Hudson Enstitüsünde “Türkiye uzmanı” olarak görevli Zeyno Baran’ın
Newsweek dergisindeki makalesinde 2007 yılı içerisinde Türkiye’de bir askeri darbe olma olasılığının yarı yarıya olduğunu yazmasıyla birlikte, liberallerin gözleri bir kez daha korkuyla ABD’ye çevrildi. Makalesinde “üst düzey komutanların” gidişattan memnun olmadıklarını ve müdahale edebileceklerini belirten Zeyno Baran, böylesi bir müdahalenin aslında AB açısından da daha hayırlı olabileceğini, daha laik ve İslamcılardan arınmış bir hükümetle Türkiye’nin AB için daha iyi bir partner olabileceğini dile getiriyor. Böylece kendi pozisyonunu ve kuşkusuz ABD’de çıkarlarını temsil ettiği burjuva kurum ve kesimlerin konumunu da dışa vurmuş oluyor. Tesadüfe bakın ki makale öncesi günlerde Genelkurmay 2. Başkanı ABD ziyareti sırasında Hudson Enstitüsünde ağırlanıyor ve makalenin yayınlanmasını takip eden günlerde de, aralarında generallerin de bulunduğu 20 emekli subay Genelkurmay Başkanına bir mektup göndererek orduyu müdahaleye çağırıyordu.
Tüm bu gelişmelerin medyadaki değerlendirilme biçimi ise, demokrat ve özgürlükçü geçinen burjuva yazarların, tutarlı bir demokrasi savunucusu olmaktan ne denli uzak ve kendi burjuva demokrasilerini bile kararlılıkla savunacak cesaretten ne denli yoksun olduklarını ortaya koydu. Tüm burjuva yorumcuların kapalı kapılar arkasında sürekli konuştukları bir konuyu biri çıkıp alenen yazdığında, sağcısıyla solcusuyla bu liberal yazarların çoğunluğu tarafından günah keçisi ilan ediliverdi. Generallere esip gürlemeye yüreği olmayan ödlek liberaller, faturayı söyletene değil de söyleyene kesiyorlar.
Bazıları ise, “milenyum çağında” artık askeri darbelerin ya da müdahalelerin mümkün olmadığı gibi saçmalıkları sayıklayıp duruyorlar. Bir kısım gözde demokrat yazar ise, genel seçimlere bir yıldan az bir süre kalmışken darbe girişiminin akla yatkın olmadığı, bunca dış borca ve cari açığa sahip bir ekonomiyle askeri bir idarenin başa çıkamayacağı gibi argümanlar ileri sürerek askerleri sakinleştirmeyi ve caydırmayı deniyorlar. Onlara bakılırsa, zaten askeri darbeler bugüne kadar Türk siyasi yaşamına belâdan başka bir şey getirmemiş, hiçbir sorunu çözememiştir, dolayısıyla bir yenisine de gerek yoktur. Ne riyakârlık! 25 yıldır bu ülkede işçi hareketi ve sosyalist mücadele alabildiğine zayıflamışsa, bunun baş sorumlusu 12 Eylül darbesi değil midir? Yoksa 12 Eylül’ün hemen ardından işçilere atfen, “bugüne dek hep siz güldünüz şimdi gülme sırası bizde” diyen TİSK başkanı Halit Narin yanılıyor muydu? Kuşkusuz hayır. Ortalıkta darbe karşıtı pozlarda dolaşan liberal yorumcuların aslında çok azının gerçekten darbe karşıtı olduğunu belirtmek lazım. Bunların büyük çoğunluğu genel olarak darbelere karşı değildir. Yükselen bir işçi hareketi ve devrimci harekete karşı yapıldığında bu aslan parçası demokratlar ya darbe şakşakçısına ya da dut yemiş bülbüle dönerler. Zaten bunların sicilinde de bu tutumlar yazılıdır.
Bu ikiyüzlü, sahtekâr ve ödlek demokratlığın tanınmış isimlerinden, eski bakan, “saygın devlet adamı”, yeni liberal Hasan Celal Güzel, 12 Eylül rejimini devam ettiren Özal hükümetinin bakanlarından olduğunu unutturmaya çalışarak, 28 Şubat mağduru edasıyla yeni bir darbeye karşı mücadele bayrağı açıyor: “Hükûmetin, darbecilere koz vermemek için tartışmalı konuları gündeme getirmemesi lâzımdır. Hükûmetin, sert bir tutum almaksızın, darbeye karşı konulacağı mesajını vermesi ve kararlı davranması gerekir.” Darbenin söylentisinden bile korkarak, darbecilere koz vermeyelim, sert davranıp iyice kızdırmayalım diyenlerden, darbelere gerçekten karşı çıkmalarını beklemek mümkün değildir. 20. yüzyıl tarihi göstermiştir ki, temel demokratik hak ve özgürlüklerin kararlı ve tutarlı tek savunucusu olduğu gibi, faşizme ve her türden olağanüstü burjuva rejime karşı sonuna dek kararlılıkla savaşabilecek tek güç de devrimci işçi sınıfıdır.
ABD, TÜSİAD ve AKP
Zeyno Baran’ın makalesini bir tarafa bırakalım, ordunun darbe heveslisi generallerle dolu olduğunu cümle âlem biliyor. Her şeyden önce belirtmemiz gerekir ki, darbe söylentileri ve darbe şantajı Türk burjuva siyasetinin adeta sıradan araçlarından biri haline gelmiştir. Darbenin söylentisi dahi kimi zaman bu söylentileri çıkaran burjuva kesimlerin amaçlarına ulaşması için yeterli olabilmektedir. Böylelikle, verilen “ayağını denk al” mesajlarıyla asker-sivil bürokrasi zaten siyasal yaşama müdahale etmiş oluyor. Generallerin çıkıp Başbakanı ve Meclis Başkanını açıkça rejim düşmanı ilan etmesi ültimatom değil de nedir?
Darbe olup olmayacağı tartışmaları bir tarafa, zamana yayılmış, kimi sivil kurum ve kuruluşlardan destek alan ve kitle desteğini oluşturmak ve arttırmak için “erke dönergeci” gibi uydurmacalardan “anti-emperyalist” pozlu çıkışlara kadar her şeyden ve her fırsattan yararlanmaya çalışan yeni tipten bir askeri müdahale çoktan başlamış bulunuyor. Bu noktada belirsiz olan, bir askeri müdahalenin olup olmayacağı değil, zaten yürümekte olan bu müdahalenin daha ileriye gidip gitmeyeceği hususudur. Genelkurmay 2. Başkanının ABD gezisiyle birlikte bu haberler medyaya yansıyorsa, buradan anlaşılması gereken şey, ordunun, söz konusu müdahalenin temposu ve dozajı hakkında Amerikan yönetiminin nabzını yoklamak, onun tepkisini ölçmek istemesidir. Ancak anlaşılıyor ki, AKP hükümetinin Beyaz Saray nezdinde yarattığı kısmi hayal kırıklığına (1 Mart tezkeresi, Kuzey Cephesi, Filistinli Hamas’la sıcak temaslar vb.) rağmen, Bush yönetimi AKP ile hesabını henüz tam olarak kapatmış ve askere yeşil ışık yakmış değildir. Bu nedenle de ABD’yi ziyaret eden askeri heyet, ılımlı İslamcı olarak değerlendirdikleri AKP hükümetinden kurtulmak gerektiğini açıkça belirten dar ama etkili bir klik dışında ABD’nin egemen çevrelerinden henüz tam bir destek almış değildir. Irak savaşının gelişimiyle birlikte AKP hükümetinden beklediği düzeyde bir destek bulamayan ABD yönetimi, bugün Türkiye’deki burjuva iktidarın iki ayağıyla da köprüleri atmak istemiyor. Ordunun laiklik elden gidiyor vaveylasını alaycı sözlerle değerlendirip AKP’ye göz kırparken, darbe heveslisi generalleri de hayal kırıklığına uğratarak kendisinden soğutmayı arzu etmiyor.
Tabloda net olan bir şey var ki o da şudur: Kasım 2002 seçimlerinin hemen ardından, gerek ABD’nin ve AB’nin, gerekse TÜSİAD’ın tam desteğini alarak bir bahar havası yaşayan AKP hükümeti için, 2005 yılından itibaren durum değişmeye başlamıştır. 2005 Newrozuyla yeniden alevlenen ve Ağustos 2006’da yeni Genelkurmay Başkanının göreve başlamasıyla ayyuka çıkan ordunun top atışları karşısında, gittikçe geri adım atan ve ordu eliyle yükseltilen şovenist dalganın altında kalmamak için milliyetçi söyleme sarılan AKP hükümeti, bu tutumlarının kaçınılmaz sonucu olarak AB sürecinde de tökezlemeler yaşadı. TÜSİAD burjuvazisinin çıkarları doğrultusunda hükümet eden AKP, bu aksamalar ve yalpalamalar sonucunda AB’den olduğu kadar TÜSİAD’dan da artık eskisi kadar sağlam bir destek görmemeye başladı. AB gazının kesilmesiyle kendi cebini doldurmayı, tabanını ve çevresindeki işadamlarını ihya etmeyi ve bu arada kuşkusuz kadrolaşmayı gündeminin başına oturtan AKP, bu tutumlarıyla artık mali-sermayenin TÜSİAD kanadı tarafından da daha ılımlı da olsa eleştiriye maruz kaldı. Keza son zamanlara dek hükümetin asker-sivil bürokrasi karşısında zora düştüğü birçok durumda da TÜSİAD ona arka çıkan açıklamalarda bulunmaktan kaçınmıştır. Ancak TÜSİAD’ın tutumunu hükümet karşıtı ve hele de darbe yanlısı gibi görmek kesinlikle doğru değildir. TÜSİAD hükümete mesafe koyarak ona çeki düzen vermeye ve yoldan çıkmasını önlemeye çalışıyor, yani ona eleştirel destek veriyor.
Gelinen aşamada, başını ordunun çektiği devletçi-statükocu burjuvazi ile liberal geçinen AB’ci burjuvazi arasındaki hegemonya ve güç kavgası, daha ziyade laiklik teması etrafında dönen, cumhurbaşkanlığı ve AKP hükümetinin geleceği sorununa endekslenmiş bir saray kavgası görünümüne bürünmüş durumda. Öyle anlaşılıyor ki, AKP ile askeri-sivil bürokrasi arasındaki bu gerilim dozajı daha da artarak devam edecek. İki taraf da gerilimi kontrollü bir şekilde yükseltmekten medet umuyor. Gerilim arttırılarak toplum laiklik teması ekseninde kutuplaştırılmak isteniyor. Ne var ki, taraflardan biri askeri-sivil bürokrasi olunca ordunun bu kutuplaştırma ve gerilimi arttırma gayretlerinin ters tepmesi gayet muhtemeldir. Keza muhtelif kamuoyu araştırmalarında ordu en çok güvenilen devlet kurumu olarak görülüyor olsa bile, yüzyıllardır despotik Osmanlının yönetimi altında inleyen bir halkın bu ceberut devlet geleneğine içten içe duyduğu nefret ortadadır.
Bu eski paternalist devlet anlayışının bir mantalite olarak TC döneminde de aynen yaşadığını ve bunu yaşatanların da hazineden geçinmeli asker-sivil “bürokratik seçkinler” olduğunu halk pekâlâ biliyordu. Nitekim, Osmanlı’da olduğu gibi TC döneminde de devletin tepesindeki sırça köşklerinde oturan ve halkın ne yaşam biçimiyle, ne kültürüyle, ne de değer yargılarıyla hiçbir ortak yanı olmayan, ama buna rağmen onun kurtarıcısı ve efendisi olarak caka satan bu bürokratik aristokrasi, içten içe halkın hep tepkisini çekmiştir. İşte bu nedenledir ki, tek parti döneminden itibaren, devlet adına devlet tarafından kendisine dayatılan “siyasi şahsiyetleri” hiçbir zaman kendi arzusuyla benimsemedi ve eline geçen ilk fırsatta da karşı oy kullanarak tavrını ortaya koydu. Nitekim, 1950 seçimlerinde devlet partisi olarak gördüğü İnönü’nün CHP’sine karşı Bayar-Menderes’in DP’sini desteklemesi gibi. Veya, 1960 askeri darbesiyle devrilen ve yok edilmeye çalışılan Menderes geleneğinin, ilk seçimlerde Demirel’in şahsında tekrar diriltilmesi gibi. Keza, 12 Mart 1971 askeri darbesine karşı çıkarak İnönü’yle köprüleri atan Ecevit’in, bu tutumu nedeniyle, ilk seçimlerde halkın desteğini alarak CHP’ye o güne dek görmediği bir seçim zaferi yaşatması gibi. Ya da 12 Eylül 1980 darbesinin ardından düzenlenen düzmece seçimlerden Kenan Evren’in tüm gayretlerine rağmen, ordunun kurdurttuğu partiye rakip olan Özal’ın ANAP’ının zaferle çıkması gibi.
1997’de Refah-Yol hükümetine karşı ordunun “post-modern” darbesinin sonucunda Refah Partisi kapatılıp Erbakan’ın siyasal kariyeri bitirildi, Erdoğan ise hapishanenin yolunu tuttu, ama ardından büyük ve tarihi bir seçim zaferiyle dönmek üzere. Bunun bilincinde olan ve seçimleri de “halktan biri” ve bizzat mağdur olmuş bir “mazlum” imajıyla kazanan Erdoğan ve onun AKP’si de gerilimin artmasının ve ordunun çıkışlar yapmasının kendi hanesine yazılacağı düşüncesiyle hareket ediyor olsa gerek. Ama onun da unuttuğu bir gerçek var ki, aydınlığı ve mazlumları temsil ettiğini iddia ederek iktidar koltuğuna oturanların banka hesapları mazlumların hayal gücüne sığabilecek meblağları hayli geçmiş durumda. İşçi sınıfının artan yoksulluk, işsizlik ve sefalet tablosu değişmeksizin sürdüğü gibi, Kürt halkının sorunları da hafiflemiş bile değil. Bunun sonucu, AKP açısından da tatsız bir seçim sürprizi olabilir.
Yeni bir darbe mi?
Kutuplaştırma ve kontrollü gerilim politikası, eğer ki sandığa kadar devam ederse, bu politikanın daha çok AKP’nin işine yarayacağını söyledik. Bu durumda ordu yeni bir faşist darbeye girişebilir mi sorusu akla geliyor. Bu soruya genel olarak hayır cevabı vermemiz gerekiyor. Şu temel nedenden ötürü ki, faşist darbeler, burjuvazinin bir kesimi tarafından bir başka kesimini iktidardan uzaklaştırmak ya da zayıflatmak amacıyla yapılmazlar. Tersine, amaçları, yükselen bir devrimci işçi hareketinin bir bütün olarak burjuva düzeni hedef alan toplumsal devrim tehdidine karşı düzeni korumak ve burjuva toplumun yapısal bunalımına, karşı-devrimci bir çözüm üreterek mali-sermayenin daha da güçlü gelişiminin önündeki engelleri kaldırmaktır. Oysa bugün düzeni tehdit eden bir devrimci işçi hareketinin varlığından söz etmek mümkün değildir. Bugün siyasal düzeyde yürüyen güç ve iktidar kavgasının her iki tarafında da burjuva kesimler bulunmaktadır.
Bu noktada kimilerinin aklına da faşist bir rejime açılacak askeri bir darbe değil de, DP iktidarını deviren 27 Mayıs gibi bir askeri darbe ihtimali geliyor. 27 Mayıs darbesi hiç kuşkusuz kapitalist sistemin işleyişini aksatmayan, burjuva güçlerin denetiminde bir darbeydi. Fakat bu darbeyle parlamento ve anayasa feshedilmiş, Demokrat Parti kapatılmış, yöneticileri siyasetten men edilmiş ve hapis cezası almış ve hatta Başbakan Menderes ve iki bakanı idam edilmişti. İşte bu noktada, AKP’nin seçimleri Menderes’inkine yakın bir başarıyla kazandığı günden beri, burjuva yorumcuların birbirlerine sessizce sordukları bir soru ortaya çıkıyor: Acaba Erdoğan’ın sonu da Menderes’inki gibi mi olacak?
Elli yıl önceki DP ile bugünkü AKP arasında bazı analojiler kurulabilirse de bunları belirli bir noktanın ötesine ilerletmek yanlış olacaktır. Bir kere, ağırlıklı olarak bir tarım toplumu olan 50’ler Türkiye’si ile bir sanayi toplumu olan 2000’lerin Türkiye’si arasında kapitalist gelişkinlik açısından dağlar kadar fark vardır. Bu farklılık kendini, gerek ülke içinde sınıfların karşılıklı konumlanışında, gerekse Türkiye sermayesinin uluslararası sermaye içindeki konumlanışında açıkça ortaya koymaktadır. Şurası bir gerçek ki, Menderes döneminde siyasal iktidarı elinde tutan burjuva kesimler ile, devlet yönetimindeki eski hegemon pozisyonlarını özleyen asker-sivil bürokrasi arasında kıyasıya bir mücadele söz konusuydu. Çünkü asker-sivil bürokrasi, CHP’nin tek parti diktatörlüğü yıllarında elinde tuttuğu hegemonik konumunu, çok partili dönemde burjuva siyasetçilere kaptırmış bulunuyordu.
Bugüne gelirsek; bugün AKP hükümeti henüz bu konuda DP iktidarı kadar ileri gidememiş ve özellikle askeri bürokrasiyi siyasal arenada saf dışı edememişse de, devlet katında yaşanan zıtlaşmalar ve çelişkiler açısından gene de bir benzerliğin olduğu söylenebilir. Fakat yukarda da söylediğimiz gibi, bu zıtlaşmaların yaşandığı nesnel ortamlar, yani Türkiye kapitalizminin elli yıl önceki durumu ile bugünkü durumu çok farklıdır. 27 Mayıs kapitalist gelişimin önündeki engeli yıkan bir kılıç darbesiydi, oysa bugün kılıcın kendisi ve siyasal yaşam üzerindeki ağırlığı, Türkiye kapitalizminin kendi bölgesinde emperyalistleşme çabasının önünde bir engel haline gelmiştir.
Bugün, Türk mali-sermayesinin en has örgütü olan TÜSİAD, burjuvazi içi kapışmada pasif bir taraf değil, aktif ve belirleyici aktörlerden biridir. TÜSİAD AB yolunda ilerlemeyi, asker-sivil bürokrasinin siyasal gücünün ve etkinliğinin kırılmasını ve böylelikle emperyalizm çağının gerektirdiği koşullara uygun bir kapitalist işleyişin önünün açılmasını istiyor. Dolayısıyla, bugün Türkiye kapitalizminin geldiği yer ve uluslararası sermayeyle ilişkilerinin düzeyi dikkate alınacak olursa, yerli finans kapitale (TÜSİAD’a) rağmen, veya onun desteğini almayan ya da en azından onu tarafsızlaştıramayan bir askeri darbe söz konusu olamaz. Şurası çok açık ki, asker-sivil bürokrasinin gerek burjuva devlet yönetimi gerekse siyaset üzerinde 12 Eylül darbesi sayesinde kurduğu hegemonya nicedir kırılmış durumdadır. AKP’nin iktidara gelişinden sonra, asker-sivil bürokrasinin kopardığı “Kemalizm ve laiklik” gürültüsü ise, ellerindeki son iktidar mevzilerinin de yitip gitmesini engellemeye yönelik çabalardan başka bir şey değildir. Fakat çıkardıkları tüm gürültüye rağmen, bu konuda da başarı şanslarının son derecede sınırlı olduğu görünüyor. AKP hükümetine ve çoğunluğunu AKP milletvekillerinin oluşturduğu Meclise karşı açıktan tehditler savuran asker-sivil bürokrasinin bir yerde eli kolu bağlıdır. Çünkü, büyük sermaye (TÜSİAD) ve uluslararası mali-sermayenin istediği adımları attığı sürece, AKP Hükümeti bu güçler tarafından desteklenmeye devam edecektir. Bu destek devam ettiği sürece de, generallerin AKP iktidarına karşı girişebileceği yegâne manevra, olsa olsa 28 Şubat benzeri resmi bir ültimatom olabilir ki, bu bile son derece belirsiz bir geleceğe açılan bir kapı anlamına geliyor.
Despotlara ve sahte demokratlara karşı birleşik işçi cephesi!
Bu durumda, laiklik elden gidiyor vaveylasıyla emekçi kitleleri ümitsizce peşine takmaya çalışan statükocu güçlerin ikiyüzlü nutuklarına kanmak ne denli yanlışsa, demokrasi elden gidiyor, asker darbe yapacak öcüsüyle demokrat ve özgürlükçü kesilen AKP hükümetinin ve temsil ettiği mali-sermaye gruplarının söylemlerine de aldanmamak gerekiyor. Yürüttükleri kavga, son tahlilde, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin ensesinde pişirilen bozadan kimin daha fazla pay alacağını belirleme kavgasıdır. Şu ya da bu kutbun peşine takılmak, işçi sınıfı açısından acısı yıllarca çekilecek yeni yenilgiler anlamına geliyor.
Dünyada bugün gittikçe alevlenen emperyalist paylaşım kavgasına koşut olarak, genel bir gericileşme dalgasının yükseldiği de açıktır. Rosa Luxemburg’un yüz yıl önce söylediği gibi, emperyalist paylaşım kavgası ve militarizm bugünkü dönemin yükselen bir eğrisi ise, burjuva demokrasisinin de aşağı yönelen bir çizgi izlemesi kaçınılmazdır. Bu temel gerçekten Rosa şu sonucu çıkarıyordu: “Bu gerçek (…) sosyalist işçi hareketinin bugün bile demokrasinin tek dayanağı olduğunu ve olabileceğini gösterir. Aynı zamanda da sosyalist hareketin kaderinin burjuva demokrasisine değil, demokratik gelişimin kaderinin sosyalist harekete bağlı olduğunu kanıtlar. İşçi sınıfının kurtuluş savaşından vazgeçtiği ölçüde demokrasi de yaşama gücü elde edemez. Tam tersine, sosyalist hareket, dünya politikasının ve burjuva kaçışın gerici sonuçlarına karşı savaşabilecek gücü elde ettiği ölçüde, demokrasi de yaşama olanağına sahip olur. Demokrasinin güçlenmesini isteyenler, sosyalist hareketin zayıflamasını değil, onun da güçlenmesini istemek zorundadırlar.” (
Sosyal Reform ya da Devrim, Ma-Ya Yay., 1.bsk, s.91)
Ne sahte demokrasi vaatlerinin ne de despotların ikiyüzlü sahte laikçiliğinin peşinden gideceğiz. Ezilen ve sömürülen emekçi kesimler için olduğu kadar ezilen uluslar için de demokratik hakların elde edilmesinin ve güvence altına alınmasının tek garantisi devrimci işçi sınıfıdır; onun birleşik sınıf cephesinin kızıl bayrağı altında dünya kapitalizmine karşı yürütülecek sosyalizm savaşımıdır!